25 Mart 2009 Çarşamba

ÖYKÜ ATÖLYESİ: YENİ KELİME - "DOSTUM, SANA..."

ÖYKÜ ATÖLYESİ: YENİ KELİME - "DOSTUM, SANA..."

DOSTUM SANA...



DOSTUM, SANA…

Dostum,

Sana yazmayalı öyle çok oldu ki…

Boynuna sarılıp yakınlığının mis kokusunu duymalı yıllar var.

Aramızda okyanuslar…

Denizaşırı ülkelere giderken, yakanlardan değildin gemileri… Ama sonra bir gün martılar kulağıma, bu boynu bükük çiçekler ülkesine dönmeyeceğini fısıldadılar. Kederlerimi bırakmaya geldiğim kordonda , bir yumru oturdu boğazıma o an, beni nefessiz bırakan .

Ne yöne döneceğimi , nasıl yürüyeceğimi bilemeden durdum bir süre, güneşin pılını pırtısını toplayıp denize gömüldüğü sahilde.

Farklıydı bizim hikayemiz seninle, kimliğimize iliştirilmiş etiketlerimiz engeldi buluşmaya aynı düzlemde.

Ama dostluk öyle güçlü bir anafordu ki, çekti bizi içine, bir sonbahar gününde, İzmir’de.

Göz göze geldiğimiz o ilk an yaşamıma bambaşka bir pencerenin açıldığını hissetmiştim.

Gözbebeklerinden gülücükler atmıştın içeri. Havada yakalamıştı yüreğim yüreğini.

Bu içsel güvenle çıktığımız yolculukta, zaman hükmünü kaybetmiş, saatler senelerle yer değiştirmiş, kırk yıllık dost kılmıştı bizi.

Sevinçlerin, koluna taktığı acılarını kucağıma bıraktığında henüz onbeş yaşındaydım.

Yaşanmışlıklarında Aysbergleri tanımış, suyun altını görebilmeyi öğrenmiştim.

Kelimelerin hakikati perdelemeye çalıştığı yerde, satır aralarını okumaya başlamış, güçlülerin de acizler kadar şefkate ihtiyaçları olduğunu anlamıştım.

Beraber büyütmüştük içimizin başaklarını , beraber göğüslemiştik kımıl zararlılarının bünyedeki hasarlarını.

Paylaşmıştık yaralarımıza merhem ettiğimiz kitaplarımızı.

Ruhlarımızı doyurmuştuk muhabbetle her buluştuğumuz masada, tıka basa.

Gözlerim hasret kaldığında gözlerine , girer olmuştum rüyaların imgesel alemine.

Ve ne gördüyse gözlerim gecelerde, karşılığı vardı yüreğinin dalgalı denizinde.

Ne zaman kafam karışık otursam yeşil bahçelerde ,kelimeleri boy sırasına sokmak çabasında olsa dilim , hemen uzanırdı elin. Zihnimdeki soru işaretlerini ayıklar, ne bilmek istiyorsam cevaplardı sözlerin.

”Dünyanın en büyük, küçük mucizesi çok gençken iyi bir öğretmene rastlamaktır.”diyordu bir kitapta. İşte ben bu küçük mucizeyle karşılaşan şanslılardan olmayı dilerken, daha da fazlasını bulmuştum, seninle daldığım edebiyatın derin denizlerinde.

Yanında tüm coşkumla, hesapsızca sesli düşünebildiğim , arkamı döndüğümde sırtıma yiyebileceğim hançerin gölgesini hissetmediğim ilk hemcinsimdin sen.

İlk hayat hocam, yokuşta yoldaşım , gözyaşlarımda sırdaşım, sığınılacak vatanımdın.

Canımdın… Bu kelimenin nasıl da değerli olduğunu anlatmıştı bana varlığın.

Uluorta, adını hatırlamadığı her insana bu sıfatla seslenen insanlar gördüm senden sonra.

Öyle kolay söylüyorlardı ki , şaşırdım buna. Arkama bakmadan uzaklaştım durmadım orda.

Gönül kapımdan dost vizesini alıp da geçebilen belki de bir avuç insan var bugün belleğimde.

Onların da çoğu ya uzaklarda ya da göze alamadığımız yakınlıklara hapsolmuş oracıkta durmakta. Gönül telefonumsa her daim sevdiklerimden haberler taşıyor , başları sıkıştıkça dua isteyen dostlarım rüya kapımın önünde sıraya giriyor.Kimi zaman da ben misafir oluyorum

onların düşlerine, kalpleri unutmasın dostluğun büyüsünü diye.

Ama yine de, yıllar, yollar, yaralar bindikçe üst üste yüzündeki tebessümü, yüreğindeki daima umut tazeleyen sabah güneşini daha da çok özlüyorum.

Bir sabah uyandığımda yürek dilinde canım diyen sesini duymayı bekliyorum .


17 Mart 2009 Salı

ÖYKÜ ATÖLYESİ: FOTOĞRAFIN DİLİ (13.ÇALIŞMA )

ÖYKÜ ATÖLYESİ: FOTOĞRAFIN DİLİ (13.ÇALIŞMA )

ÖYKÜ(CÜ)

Zamanı yarıp girerdi bir rüyanın içine.

Işıklı dilimde, durmaksızın yol alan bir küheylanın dizginlerini sıkıca tutardı parmakları.

Kalabalığın zehrini çekerken içine, sigarasının yedeğinde, yalnızlığın koynunda geçireceği geceyi düşlerdi yüreğinde.

Sonra düşerdi ışıltılı karanlığın içine: Yüzlerinde peçe beklerken heyecanla harfler bir köşede, bembeyaz sayfaların karşısında dizginleyemezdi şehvetini ,kalemi de alınca eline.
Kelimelerinin içine girebilme, yokluktan varlığa geçebilme telaşındaydı heceler.

Yelkovan, kırıp dizini otururdu önünde. Akrebin başı yerde…Saniyeler el ele , kaynayan yüreğin lavları akarken sıcak ve derinden ,kaçışırdı saliseler önünden.

Kalbinin sarkacı, rüyayla yakazanın arasında gidip gelirken çekiştirmeye başlardı vücut libası, ağrılı iğnelerle acıtırken.

Karanlığın beşiğinde tatlı ,küçük bir ölüme çağırırdı gözkapakları.Direnişi, yağmurun toprağın teninde bıraktığı o koku ile tazelenen sabaha kadar sürer,sonra da kağıdın üzerine düşürdüğü duygularını demlenmeye, başını yastığın sıcağına bırakırdı.

Boyanın kitre ile dansı gibi müphem ,yeni bir günde, insanlardan bir insan olma gayesiyle karışacağı hayata, gülümserdi gözleri uyandığında.Bazen dayanılmaz olunca ağrıları şikayet ederdi dili.Kalbi diline çıkışıp Sahibi’ne saygısızlık ettiğini hatırlatınca af dilerdi kelimeleri. Dua niyetine birkaç ağrı kesici atar,aroması etrafa yayılan enfes bir kahveyi, sigarasıyla yudumlardı.

Ve yine başlardı öykücü yazmaya ,yatışmayan bir heyecanla,her gün yeniden…Kalbinden damıttığı kelimeler, öyküleriyle yol bulup saplanıverirlerdi , adını,ruhunu,sevdasını bilmediği birilerinin en acıyan yerlerine.Kimi zaman yara ,kimi zaman merhem niyetine.

Zamanı yarıp girerdi bir rüyanın içine.

Hoş bir seda bırakma arzusuyla durduğu şu alemde.

HANDAN GÜLER

6 Mart 2009 Cuma

BENGİSU


BENGİSU



Bu gün nasılım ?
bilsem...kimi zaman yağmurlu, kimi zaman parçalı bulutlu…
çoğu zamansa
içimde kabaran tedirginlik ve huzursuzluğu yakarış ipiyle tevekküle bağlama gayretiyle yorgun

dalgalar çok yüksek geliyor bazen hayatta
sıkı tutunmak lazım
özlediklerimiz,izlediklerimiz,hayallerimiz,kendimiz bir süredir görünmüyoruz pusun sisin ardında
elini siper yapıp uzaklara bakıyor ruhum
o yeşil adayı arıyor,selamet sahilini
Bulutlar gri,kasvetli,göğümde gökyaşı dolu
her yer su
bir o yok gömüldüğüm satırlarda,bengisu...
bir de gökler bırakırsa üzerime suyunu
boğulurum korkusu…sarıyor ruhumu


ya da yağmur sonrası çıkan gökkuşağının altında renk cümbüşünü keşfetme telaşı
herşeyden soyup düşüncelerimi berraklaşma arzusu
aşka doğru yol bulma tutkusu

tezer özlü’nün bunalımları ,pavesenin ruh sıkıntısı sindi üzerime okuduğum kitaptan

Hayat suyunu bulup içememiş gönüllerin ıstırabı ne büyükmüş meğer

Bir yokluğa ,yokoluşa gideceğini düşünen hassas dimağlar

kaldıramıyorlarmış hayatın yükünü

Sürekli kayboluyorken elimizdeki sermaye

“Hayat sende durmam diyor,her nefeste son geliyor” derken şarkılar,

“Sahtelik insanın tahammül mülkünü yıkıyor “muş.

Kırık dökük yaşanan bu yalanın sonunda kendini yok ediş fikrine düşmemek neredeyse imkansız bir hale geliyormuş

vazgeçiş fikrine özenerek sürdürmekse hayatı,deniz suyu içmek kadar yakıcı

Yaşama fiilini , acı çeken başka bir ruhla, bedenini değiş tokuş ederek gerçekleştirdiğini sanmak ne acı

Her birleşmeden daha da bölünerek çıkmak ne sarsıcı

Çocukluk acılarını bir ömür üzerinde taşımak ne ağır bir yük

Onlardan kurtulmak için hep şefkatle,sevgiyle yaklaşıp insanlara, kullanıldığını fark ederek daha derin kuyulara düşmek,acı veren aklı yitirme arzusuyla dolduruyor insanı

Yetmiyor hiçbir şey,sevmek, sevilmek, doğru düzleme çekilmeyince acıdan başka bir getirisi olmuyor yaşananların.

Karanlık kat be kat artıyor dakikalar çullandıkça üstüne insanın

bu siyah perdeyi yırtacak ışığı, karanlık sanmak da ayrı bir talihsizlik

bir ömür göğün muhteşem mavisini güzelce tasvir edip satırlarda, onu görememek yüreğinde ,dayanılır bir acı değil

bu yakıcılığı kelimelerde gezinirken bile hissetmek tarif edilmez bir bedbinlik getiriyor ruha.

“Durun kalabalıklar,bu cadde çıkmaz sokak “diye haykırmak geliyor içinden insanın

O çeşmenin adresini vermek arzusu sarıyor benliği,

Gelmemek için enaniyet kalelerine sığınacaklarını bile bile çağırma duygusu...

Ama ümidi diri tutmak da ab-ı hayatın sunduğu bir hakikat değil mi,

Öyleyse kalbin rikkat perdelerini aralama şansına erecekler varsa diye kalabalıklarda

Niyaz etmek lazım sağlam bir inançla.

ve bir de bengisunun önünde bekleşen talihliler var bu hayatta

onlar da çeşit çeşit, o sudan içenler , içtiğini zannedenler ,

içmenin ve sarhoşluğunun sadece sözünü edenler

çeşmenin başına getirilme lütfuna erenler için

başkaca bir sınama sunulmuş

Ölümsüzlük suyu “ben”in üstüne basıp kendini zemin edene sırrını bırakacakmış

Bir de ruhun acılarını iyileştiren bengisuyu bir dikişte değil ,yudum yudum içerek, gönülde sindirmek lazımmış

Varılan her basamakta Sevgiliye duyulan aşk,şevk ve iştiyak artmalıymış

huzuruna varıp vecdle ,

yönelmeli bir tek O’na ,en kalbi teşekkürle

oyun ve eğlenceden ibaret bir yanılsamaysa hayatımız

bengisuysa hep aradığımız

şairin ;

“Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkıs’ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin” dediği gibi itiraf etmeli

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır” diye eklemeli


Sonrada güzel bir dua yükselmeli dilinden insanın :“Sevgili,O’na giden bu yolda doğru zaman, mekan ve her daim dostluk yapacak kamillerle karşılaştırsın hepimizi ”

Ve artırsın yüreklerdeki şevkimizi.

Arttırsın ki,bu zorlu yolculukta cehdimiz hiç bitmesin

Ab-ı hayat çeşmesinin başına getirilişimizin şükrü eda edilsin

Ama insanız ,unutma ve hatayla malul serüvenimiz

Küçük oyunlar oynar bazen zihnimiz,büyük kaybedişlere sebep olacak oyunlardır bunlar

Bazen de bir dilemma sarar ruhumuzu bulutlu havalarda
lakin tövbe ipi hep o çeşmenin başında, bengisuda

umutsuz olmaz bu yolda
iyi ki bizi duyan BİR’i var

İyi ki bize O’nu tanıtan bir sevgili var

İyi ki , O’nsuz(s.a.v.) yıldızlara bakamayacağımız bir gökyüzü sundu yüreğimize
Gönlümüz itminana erdi,bengisuyla tazelik geldi nefesimize

Karanlıklara mahkum olmadı ruhumuz ışığıyla.

Işığın tüm kalpleri aydınlatması duasıyla…

5 Mart 2009 Perşembe

HER GÜNÜ AŞKLA YAŞATANLARA,YAŞAYANLARA...can dündar'dan eğer



EĞER
O’nu hatırladıkça başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz...
Ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin...
O’nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O’nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain...
sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O’ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa,
ve O, her durduğunuz yerde duruyor, her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp, hüzünlendikçe ağlıyorsa...
dünyanın en güzel yeri O’nun yaşadığı yer, en güzel kokusu bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse...
hayat O’nunla güzel ve onsuz müptezelse...
elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü, O’nun yüzü pembeyse,
kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar...
her şiirde anlatılan O’ysa... her filmin kahramanı O... her roman O’ndan söz ediyor, her çiçek O’nu açıyorsa...
bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez Özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa,
iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa...
iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...
eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O’nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın O olduğunu adınız gibi biliyorsanız...
mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O’na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız...
kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü...
Özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu...
hem kimseler duymasın, hem cümlealem bilsin istiyorsanız...
O’nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse...
ayrılık ölüme, vuslat sehere denkse...
gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de;
bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O’nun yüzü suyu hürmetine...
uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa...
dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa,
nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız...
kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim...
gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı, bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa...
Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız, sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla...
...o halde bugün sizin gününüz!..
"Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz.

CAN DÜNDAR

3 Mart 2009 Salı

AF DİLEMENİN YALIN HALİ...


SULTAN

Seçkin
Bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim
Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme
Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim
Sana zorsa yanmaya razıyım
Kolaysa affı esirgeme
Hayat boş geçti
Geri kalan korkulu
Her adımım dolu olsa
İşe yaramaz katında
Biliyorum
Bağışlanmamı diliyorum

CAHİT ZARİFOĞLU

YİNE ZARİFOĞLU


EVET

Evet hatırladım
Küçük basit şeyler
Yetiyor kederlenmeye
Ya mutluluğa

CAHİT ZARİFOĞLU

Zarifoğlu günü...


ANILAR DEFTERİNDEN GÜL YAPRAĞI

Anılar defterinden gül yaprağı
Gibi unutuldum kurudum
Başıma düşmüş sevda ağı
Bir başıma tenhalarda kahroldum
Sen kimbilir, rüzgarlı eteklerinle
Kimbilir hangi iklimdesin, ben
Sensiz bu sessizlikle
Deli gibiyim sensiz
Bu sessizlikle

Ayrılıkla başım belada
Gözlerini çevir gözlerime
Yoksa sensiz bu sessizlikle
Deliler gibiyim
Sensiz bu sessizlikle

CAHİT ZARİFOĞLU

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin