İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan kişi misali taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer
Aşkı var gönlü yanar yumuşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp kah kışa benzer
Zar tutuyorsun ey hayat bu kaçıncı sevgili
Yanlış ata oynamışım gözlerim öyle dedi.
Pır pır diye ses çıkardı yürürken yüreğimden
Denizleri sulardım tozmasın diye deniz
Sporu çok severdim çiçeğe yem vermeyi
Kuşlara binerdim ve kaçardım basından
Bak buraya yazıyorum diye milyar kelimeyi
Ziyan eden de bendim hem de hiç sıkılmadan.
Güzeldim de galiba bunu nasıl söylesem:
Eline sağlık Tanrım leyla çok güzel olmuş
Tanrım eline sağlık dünya da çok güzel olmuş
keşke biraz ölmesem.
...
Beni güzel hatırla
Bunlar son satırlar
Farzet ki bir rüyaydım esip geçtim hayatından
Yada bir yağmr sel oldum sokağında
Sonra toprak çekti suyu kaybolup gittim
Belki de bir rüyaydım
Senin için..
Uyandın ve ben bittim
Beni güzel hatırla
Çünkü sevdim seni ben, her şeyini
Sana sırdaş oldum dost oldum koynumda ağladın
Yüzüne vurmadım hiçbir eksikliğini
Beni üzdün kınamadım
Alışıktım vefasızlığa el oldun, aldırmadım
Beni güzel hatırla
Sayfalarca mektup bıraktım sana
Şiirler yazdım her gece
Çoğunu okutmadım
Sakladım günahını sevabını içimde
Sessizce gittim senden öncekiler gibi sende anlamadın
Beni güzel hatırla
Sana unutulmaz geceler bıraktım
Sana en yorgun sabahlar
Gülüşümü gözlerimi sonra sesimi bıraktım
En güzel şiirleri okudum gözlerine baka baka
Söylenmemiş merhabalar sakladım her köşeye
Vedalar bıraktım duraklarda
Ne arasan bir sevdanın içinde
Fazlasıyla bıraktım ardımda
Beni güzel hatırla
Dizlerimde uyuduğunu düşün
Saçını okşadığımı üşüyen ellerini ısıttığımı
Mutlu olduğun anları getir gözünün önüne
Alnından öptüğüm dakikaları
Birazdan kapını çalan kişi olabileceğini düşün
Şaşırtmayı severim biliyorsun
Bu da sana son sürprizim olsun
Şimdi seninle yaşanan günleri ateşe veriyorum
Beni güzel hatırla
GİDİYORUM …
CANDAN ERÇETİN' den muhteşem bir yorum HAYRANIM SANA
İLGİLİSİNE DUYURULUR...
AÇIK DENİZ'e bu hafta Yürütme Kurulu üyesi Prof. Dr. Muhittin Şimşek katılıyor. Gaziantep'li olan Şimşek'le, Akademya, üniversiteler, yüksek öğrenim hayatı, uzmanlık alanı olan sanayileşme tarihimiz, iktisadi yaşamımız, Devrim otomobili, kağıtla kalemin aşkı, Gaziantep barak ve iskan havaları üzerine söyleşilecek. Pro...grama ayrıca Milli Eğitim eski Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik ile Yök başkanı Yusuf Ziya Özcan ve Gaziantep Belediye Başkanı Dr. Asım Güzelbey de telefon ile katılacaklar....Programda Barak havalarından seçmeler sunulacak...
(Bu yazı aynı zamanda KALEMŞAH' ta yayınlanmıştır.)
DOKUNMA
Kitaplar vazgeçilmez yaşam yoldaşlarımızdır. Onlar olmadan bir hayat tasavvur edemiyorum doğrusu. Referans yazarlarımızın eserleri, hakikate götüren ilahi nefesle yazılan ana kitapların dışında bir de destekleyici okumalarımız vardır benliğimizi inşa sürecinde.
Kişilik yapılarımız doğrultusunda ilgi alanlarımızı belirler ve o yönde geliştirici okumalar yaparız çoğu zaman.
Bir de benim şahsen karşılaşma kavramına olan inancımdan da kaynaklı olarak bir seçim türüm vardır: Kitabevlerine gittiğimde bir sürü reklam ve medya pohpohlamasından kurtulmama da yarayan bu yöntem sayesinde herkesin en çok okuduğu, en çok satan yalanı ile yanıltıldığı noktada sadece hislerime güvenirim. Aradığım esaslı kitaplar haricinde ihtiyacım olan kitap mutlaka bana rafından göz kırpacaktır, mutlaka çağıracaktır yanına. Ve ben o çağrı ile girdiğim dünyadan başkaca dünyalara açılacak, kim bilir ne zaman, yazarca benim için yazılmış ve bir şişe içinde okyanusa bırakılmış mektubumu alacak, kader yolunda ilerlerken ona tutunacağımdır.
Aslında sadece nesnelerle değil insanlarla da ilişkilerimizin böyle olduğunu düşünürüm. Hiçbir şeyin raslantı ile açıklanamayacağı bir dünyada yollarımız kesişir sürekli birileriyle.
Hayatlarımıza girenler bazen bizden bir şeyler götürürler giderken, bazen de güneş gibi doğarlar içimize, baharlar sunarlar kimi zaman varlıklarıyla. Sonuç ne olursa olsun yaşanması gerekmektedir ve olanda da olacak olan da da hayır vardır dediği gibi bilgelerin mutlaka bizi zenginleştirir ilişkilerimiz…Kitaplarımız…Filmlerimiz… Sonuca ulaşmak çoğu zaman irademizi aşan bir çok etkene bağlı iken önemli olan yolda olmaksa, bir yolcuysak bu dünyada, önümüze çıkan mektupları okumalıyız her fırsatta.
Ankara’da bir bahar akşamı film festivalinden çıkmış seyrettiğim Nar Ağaçları isimli enfes Filistin filminden sonra Konur Sokak’ta rastladım bu kitaba. Adı “Dokunma” idi. Filmde, işgalci yönetimin hukuksuz uygulamalarına maruz kalıp düğününden bir kaç gün sonra hapse atılan genç bir adam ve sevdiği kadının hikayeleri anlatılıyordu. “Yokluğunda her şey kokusunu kaybediyor”, dedi kadın, o unutulmaz sahnede ve ben orada o sahnede çakılı kaldım film boyunca. Sinemadan çıktığımda, “Yokluğunda her şey kokusunu kaybediyor” diye diye yürüyordum ağır ağır. Bir yandan da algılarımızı değiştiren kavramlar üzerine düşünmeye başlamıştım ki, karşıma bu kitap çıktı. Filmde “dokunamamak” imgeyken dokunma duyusu üzerine bir kitapla karşılaşmak biranda çok heyecanlandırmıştı beni.
Dokunma kitabının yanına birkaç psikanaliz-sinema ve araştırma kitabı daha alıp eve geldim. Yoğunluklarım sebebiyle epeydir kitaplığımdan göz kırpsa da bana, okuma fırsatına yeni kavuştum ve hemen burada yazarak sizlerle paylaşmak istedim.
Kitabın yazarı Gabriel Josipovici olup kendisi Oxford Üniversitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat dersleri de veren bir İngiliz Edebiyatı profesörüdür.
Ayrıntı Yayınları’ndan 1997 yılında çıkan kitabın çevirisi akıcı bir üslupla Kemal Atakay tarafından yapılmıştır.
Elimdeki kitap “Dolu olup olmadığını anlamak için her şişeye parmağını sok, en emin yol budur, çünkü hiçbir şey dokunmanın yerini tutamaz. J.Switft” şeklindeki sözle başlıyor. Gerçekten de dokunmak tüm duyularımızla farkındalığına eriştiğimiz nesnenin varlığının sağlaması gibi.
Dokunma denen kavramı, vücut yüzeylerinin dış ortamdaki çeşitli etkenlerle ilişkisini sağlayan duyarlılık diye tanımlıyor sözlükler.
Tabi diğer dört duyumuzu da kapsayan ve bir bütüne ulaşmamızı sağlayan bu duyumuz üzerine çok şey söylenebilir.
Kişisel ilişkilerde de fiziksel ya da duygusal temasın doğal sonucudur dokunmak.
Kitabın arka kapak yazısında şöyle denmiş:
“'Dokunma yoluyla kendi kişisel tarihimizden daha uzun ve daha geniş bir tarihte yer alıyor olduğumuz duygusunu yaşarız.' Dokunma, beden-dünya iletişimi sorgulamasında görme ve dokunma duyularını karşı karşıya koyar: Her ne kadar görme baktığımız şeylere sahip olduğumuz duygusunu veriyorsa da, yaşadığımız dünyanın bir parçası haline gelmemiz için uzaklıkları bedenimizle aşmamız, Yalnızca birer gözlemci değil, dokunan bireyler haline gelmemiz gerekir. Gerçekliğe egemen olduğumuz hissini veren görme duyusunu temel aldığımızda yaşamın belirsizlerinden ve acılarından kaçabiliriz, ama yaşamla bire bir etkileşimimizi de yitirmiş oluruz.
Seçkin bir edebiyat düşünürü olan Gabriel Josipovici, Charlie Chaplin'in Sahne Işıkları'ndan Proust'un Kayıp Zamanın İzinde'sine, spor dünyasından bağımlılık duygusuna, Sophokles'in bir oyunundan Ortaçağ hac yolculuklarına, büyükanne ve büyükbabasının düğün fotoğrafından Chardin'in gizemli resimlerine uzanan yolculukta dokunma duyusunun yaşamdaki yeri üzerine ilginç ve önemli yorumlar getiriyor. Josipovici kitaplardan, filmlerden, kültür tarihinden ve kendi deneyimlerinden hareket ederek ancak dokunma duyusunu öne çıkardığımızda ve uzaklığa saygı duyup gene de onu yenmeye çalıştığımızda dünyayla daha rahat iletişim kurabileceğimizi ortaya koyuyor.
Ona göre, bakmak hiçbir şeye mal olmaz, oysa dokunmak hem bir seçimi hem de bir bedeli içerir. Akıcı bir dille, geniş bir hayal gücüyle yazılmış olan Dokunma, farklı okumalara açık, beden-dünya ilişkisine yeni bir açıdan bakmamızı sağlayacak bir kitap... “
Kitaptan bazı alıntılar da aktarmak istiyorum:
“Şiir, duygunun gel-git’i hakkındadır, ben ile yerin karşılıklı ilişkisi hakkındadır. Bellek, imgelem ve insanın çevresindeki dünya şiire esin kaynağı olup şiir de buna karşılık imgelemi harekete geçirdiğinde ve imgelem ödüllendirilip ödüllendirdiğinde, duygunun dumura uğraması ile duygunun geri dönüşü hakkındadır.”
…
“Aynaların getirdiği zorluk çok fazla şey göstermeleridir. Normal yaşam akışı içinde bedenimi aynada gördüğüm gibi görmem. Bedenim aynada olduğu gibi bakışıma açık bir nesne değildir; bakan, hisseden, hareket edendir. Benim açımdan dünya, onu gördüğüm için değil, onun bir parçası olduğum için vardır…Aynaların kendilerine özgü dehşeti ve çekiciliği, bize dünyayı normalde yaşadığımız şekliyle değil, bakışımıza açık, buna karşın ulaşım alanımızın sonsuza dek ötesinde olarak sunmalarında yatar. Dünya ile olan günlük ilişkilerimizde, çerçevelere rastlamayız ve bakmayız. Bir arkadaşımla konuşurken, dikkatimi canlı tutan şey, onun yüzü ya da bedeni değil, yalnızca kendisidir. Birisiyle el sıkıştığımda, etten ve kemikten bir eli sıkmakla olduğumun değil, birisiyle karşılaşmış olduğumun bilincindeyimdir. Konuşmada da aynı şey olur. Ne söylediğini anlamak için arkadaşımın sözlerini tahlil etmem, yalnızca kastettiği şeyi kavrarım. Bir kitap okuduğumda, sözcükleri okumam, kitabı okurum…”
Kitapta ilginç bir bakış açısı da var: İnsanın bir başkasına dokunmakla azaltabileceği bir yoksunluk duygusu ile dolu olduğunu, bunun da asıl aleminden koparılarak bu dünyaya gönderilmesi ile oluşan özlemin giderilmesi amacını taşıdığını söylüyor yazar. Bu nedenle insan bir kadını arzularken bile kadının vereceği zevki düşünmez, çünkü insan kendini düşünmez, yalnızca kendinden kaçmayı düşünür diye ilave ediyor. Bu nedenle insanın çeşitli bağımlılıklar geliştirdiğini, sigaranın da bunlardan biri olduğunu, zararları arzulanmasa da yalnızlığın, koparılmışlığın getirdiği yoksunluğun yittiği hissini yüklediğimiz sürece asla sigaranın bırakılamayacağını ifade ediyor.
“Yunan tragedyasında seyirci kahramanın öldüğünü görmez, bir ulak gelip kendisinin tanıklık ettiği ölümü anlattığında onu dinler.” diyor bir başka konuda da.
Dokunmanın iyileştiriciliği ve Hz.İsa’nın bu konudaki mucizeleri ile Hristiyanların hac yolculuklarında yaşadıkları dokunma konusuna da değiniliyor. Bu konuda şu linkteki ikinci film olan MUCİZE’ye bakılabilir.
Alıntılara devam edersek ; “Neye hazırlanacaktır sanatçı? Elbette, geriye baktığımızda, büyük bir sanatçının kariyerinde genellikle bir örüntü görebiliriz. Proust’ un 1897 ile 1907 arasında birbirini izleyen bitmemiş yapıtlarının Kayıp Zamanın İzinde’ye doğru bir ilerleme olduğunu görebiliriz.”
Sadece bu alıntı bile bize, hayatta hiçbir şeyin anlamsız ve tesadüfi olmadığını hatta şu anda bu yazıyı okuyor olmanızın bile hayat döngünüzde anlamlı bir kilometre taşı olduğunu hatırlatmaya yeter. Ve bazen sadece bu gerçeği fark edebilmek için bile bir kitabı okumaya değer.
Orijinal adı TOUCH olan bu kitapta yazar bazı sessiz filmlerden ve dünyaca ünlü edebiyat klasikleri üzerinden ve tabi dininin referanslarını da kullanarak dokunma kavramını inceliyor. Tabi bir değerlendirme kitabı olması hasebiyle bahsedilen filmleri, kitapları, kahramanları bilmek alacağınız verimi artırıyor. Ama bunları bilmeyen için de durup düşünmeye sevk edecek güzel bir kitap olduğunu belirtmeliyim. Özellikle psikoloji-sinema ve edebiyatın ayrılmaz üçlü olduğunu düşünüyorsanız mutlaka okumalısınız.
Her gün kullandığımız kavramların üzerine kafa yormak, sözlük manaları dışında yaşamlarımıza düşen anlam gölgelerini keşfetmek hayatı anlamlandırma yolculuğunda kaptanımız olacaktır. Böylece içte derinleşme sağlanacak, okuduklarımız ve seyrettiklerimiz içindeki imgeler dünyasının anahtarı elde edilecektir.
O anahtarla ise herkes kendi birikimi ve tercihleri doğrultusunda kendine bir yol çizecektir. Aynı kapıdan geçse, aynı kitabı da okusa herkes farklı bir tad alacak, başka başka mecralara doğru akacaktır. Hani müzik için bilgelerin söylediği bir söz vardır: Müzik nötrdür, kişinin kalbinde ne varsa onu güçlendirir diye. Aynen öyle de her kitap düştüğü gönülde farklı izdüşümler bırakır.
Bizi iyiliğe ve güzelliğe taşıyacak, kişisel menkıbemizde önemli yapıtaşlarından olacak kitaplar ve insanlarla karşılaştırılmamız dileğiyle…Herkese iyi okumalar.
Gerçekten etkileyici bir anlatımla kaleme alınmış, iyi bir çevirmene rastlamış bu güzel eseri bir solukta okuduğumu ifade etmek isterim. Öyküdeki kişilik tahlilleri derin psikolojik çözümlemeler, canlı tasvirler öyle çarpıcı idi ki öykü severseniz mutlaka okuyun derim:)))
Tutku, yalnızlık, değerler üzerine bir şölen...Psikoloji ile edebiyatın mükemmel evliliğinin hala yaşayan meyvesi...Meraklısına...
Stefan Zweig’ın psikolojiye ve Sigmund Freud’un öğretisine duyduğu ilgiyi yansıtan Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü adlı yapıtlarını bir araya getirdiğimiz bu kitap, yazarın öykü sanatındaki olağanüstü becerisini gözler önüne seriyor. İnsan ruhunun en karmaşık duygularından biri olan tutkuyu olanca canlılığıyla dile getiren öyküler bunlar. Bir Kadının Yaşamından 24 Saat, duygularının peşinden korkusuzca giden bir kadının apansız yön değiştiren yaşamını konu ediniyor. Bir Yüreğin Ölümü ise, ruh ikizini Lev Tolstoy’un unutulmaz kahramanı İvan İlyiç’te bulduğumuz yaşlı bir adamın ailesinden ve yaşamdan uzaklaşmasını öykülüyor.
Düşsel ve tarihsel karakterler üzerine yazdığı biyografilerinde olduğu kadar öykülerinde de karakterlerini kendine özgü derin, incelikli ruh çözümlemeleriyle betimleyen Zweig’ın bu kitapta buluşturduğumuz iki uzun öyküsü, edebiyat tarihinde Freud’un çözümlediği yapıtlar arasında yer alıyor.
Öyküden bir kısım okumak için buraya bakabilirsiniz...
- pardon,'seni seviyorum' diyen bir ses buradan geçti
mi acaba?
- hayır bayan, görmedik
bir adam çıplak sesle şarkı söylüyor,
sesi üşeyecek diye çok korkuyorum
bir kadın limanda günah çıkartıyor,
günahları denizi kirletecek diye tedirgin oluyorum
tut(ma) beni gece
karanlığında şarkılara gebe kalıyorum
- pardon, 'seni özledim' diyen bir ses uğradı mı acaba
buraya?
- hayır bayan, uğramadı
tutkularım çiçek verdi, kokusunu saldı
satamadım biriktirdiğim dağ özlemlerini
İsmet Teyze yaşasaydı söylerdi, anılarla nasıl başa çıkılacağını
herkes ölüyor, sevdaların öldüğü gibi
- pardon, 'kadınım' diyen bir ses bir not bıraktı mı
acaba?
- hayır bayan, bırakmadı
cinayeti ellerim gördü
bir de yüreğim
gözlerim inanmaz yüze değmeyen bakışlara
beni rahmine al ve yeniden doğur anne
yanılgılarımın kapısını tekrar çalmayacağım
kuş tüyü vaatlerde kaybettim gerçeğimi
kandır(ıl) dığımı bırak unutayım
- pardon, 'sen benim elma şekerimsin' diyen bir ses
sizde kaldı mı acaba?
- hayır bayan, kalmadı
yorgun turuncu açtı gözlerini,
geceye tutundu
kıskanmasın canım mavi, onu da unutmadı
sır küpüdür şehvet bedenimde,
kapıma dayan(ma) dı
bacaklarım mecalsiz artık aşk
sana kapıları açamayacağım diye korkuyorum
- pardon, 'artık bensiz bir yaşamın olsun' diyen bir
ses ağladı mı acaba?
- hayır bayan, duymadık
kanım çekiliyor dostlar
ayrılıkların en dokunulmaz şahidiyim
bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider
bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir
solarken albümlerde çocuklar ve askerler
yüzün bir kır çeçeği gibi usulca söner
uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir
yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler
ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı!
bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı
geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler
bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider
ŞİİR...SADECE ŞİİR...BAŞKACA BİR ŞEY GİRMESİN İSTİYORUM BU ARA KALBİME...Kapak olacak mısralar Can Yücel'den...İki muhteşem şiir , muhteşem yorumuyla şairinden...Erdem Bayazıt'tan...Şairlere Rahmetle...
En uzak mesafene Afrika'dır, ne Çin, ne
Hindistan, ne seyyareler ,ne de yıldızlar geceleri ışıldayan...En
uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir birbirini anlamayan.....//Can YÜCEL//
Finallerden sonra özgürlüğüne kavuşmuş köleler gibi olur ya öğrenciler; ne yapacağını bilemez, işte öylesi bir halin içine düştüm ben de dün sınavlarım bitince. Aslında yapacak onlarca önemli işim, önemsiz ama acil gerekliliklerim hadi diye başımda beklese de önce yazmak dedim ve vurdum kendimi klavyeye. Sonunda ne çıkar bilmiyorum ama bu ara o kadar çok yazacak şey olurken ben gereklilik kiplerinin prangası boynumda tek satır yazamıyorum. Şimdi bilgisayar başında kalbim kadar temiz bir sayfada yakalamışken kendimi yükleneyim bakalım ne diyor içim:
Kalabalık bu aralar gönül ülkem, hani iğne atsan yere düşmeyecek cinsinden. Herkes kendini önemli sayıp öncelik istiyor, birini sustursam diğeri fırlıyor, o sussa öbürü başlıyor konuşmaya, beni yaz diyene sıranız gelecek diyorum, hayır beni yaz bırak onu diye atlıyor meydana diğeri, ama diyorum henüz vaktin değil, bırakmalıyım seni bir kenara şimdi, bırakırsın tabi, çünkü yazamazsın ki diye nanik yapıyor küstahça. Dikkatim dağılıyor sonunda, Offff sessiz olun, zaten uykusuz, yorgun, yalnızım diyorum, çekemem şimdi kaprislerinizi, başım da zonkluyor, yumuşak bir kahve içmeli, şöyle sütlü şekerli, eritmeli derdi kederi.
Bilmiş bilmiş şiir oku o zaman diyor içimdeki fırlamalardan biri: Sen hep öyle yaparsın ya, üzgün ya da neşeli olduğunda, yalnızken; kalabalıklarda ya da dört duvar arasında, mutsuzken gündüzde ya da gevşediğinde koynunda gecenin şiir okursun ya!
Susmak adasına düşünce, susturmak istediğinde çevrendeki ve içindeki gevezeleri şiir okursun ya!
Kimseler anlamadığında seni, nakite dönüşmeyen her şeyin değersizleştirildiği bir çağda gereksiz melankoliklikler diye yaftalandığında ruhunun sicili dağlara kaçıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istersin ya, dağlar, alıp başını gidemeyecek kadar uzaklarda… Taşıdığın kimlikleri, sırtlandığın rolleri bırakamayacak kadar sarmalanmışken hayatla. İşte tek sığınak yine şiir, gir mağarana oku bağıra bağıra. Üşüdüğünde üstüne ört, sarılmak istediğinde sarıl kelimelerin sıcak kollarına. İçindeki boşluğu doldur, hakikat arayışındaki sevdalarla. Bu fikir cazip gelince bana yine bıraktım kendimi şiirin, yaniyaşamın sularına. Aşka düştüm yine, bambaşka bir hal sarsın diye içimi dışımı. Renklerin birbirine geçişi kadar naif, karanlığı silecek, soğuğu ısıtacak kadar yakıcı... Karmakarışık, sarmaşık gibi bir düş, katışıksız, yatışmasız, tartışmasız bir hal olan yaşam biçimime, şiire verdim yüreğimi yine…
Tükenme dedi mesela şairin biri, tuttu elimden kaldırdı beni, baharı müjdeledi diğeri. Bismillah de başla, götürür seni götüreceği yere şiir bineği diye fısıldadı öteki,taş gibi ol, moleküllerini değiştiremesin kimse dedi taş gazeli. Kurşun gazeli ile hasret dile geldi, yine seni özlemek birikti, bir dağ gibi yürüyüp üstüme, altına aldı beni. Kimi sevsem sensin diye hatırlattı diğeri. Gam dağları kurup, kayaları kelimeler olan zirveye, çağırdı öteki.
Firar ettim seve seve içimin zindanlarından, bir gamzelik rüzgar yetecekken ha itti beni ha itecekken, bir dolmuşta yorgun şöförler için bestelenmiş bir şarkıdan bir kelime düşünce içlerine, karanlık sokaklarına dalarak şehirlerin, beton apartmanların, sağır duvarlarını yumruklayan, ya da melal denizi parkların ıssız yerlerinde gezinen gencecik aşıkların yürekleri gibi tutundum yine şiire.
Güçlendirsin istedim beni şiir, yaslandın mı çınar,sardın mı umut gibi olayım, isyan şiirleri okuyayım sonra, kelimeler ki tank gibi geçsin yüreğimden, harfler harp düzeni alsın mısralarda, varlık denizindeki bülbüle sesleneyim sitemvari,kıyametler koparmasına gönül koyayım yoklar bataklığında.
Derdiyle dertlenip şairin unutayım dertlerimi, bir bomba gibi taşıdığım yüreğimle savaşa gireyim, ne denli acı varsa arayıp bulan beni, en ağır yükün altına sokan buyruk gibi, kalbi sökülmüş çağı yeniden kurmak bize düşmüş gibi okuyayım istedim mısralarını şairlerin.
Kırgın kırgın bakmasın yüzüme Roza, henüz dinlememişken her saza uymayan türkülerimi, mektup mektup büyüyüen umutlarım düşmesin aşk uçurumuna. “Bilmesin kalabalıklar yağmura bakmayı cam arkasından, insandan insana şükür ki, fark var, birine cennetse, birine zindan gelen sözler” desin şairim. Hayatla doldursun boş yelkenimi o masum bakışlar, sonunun bir kaza kurşunu olduğunu hatırlatsın süvarisiz şaha kalkan atların o yakıcı satırlar.
Yine sarsın beni, içinden şiir geçen şarkılar, dudaklarıyla dudaklarımın arasında kalan. “Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara; ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara” desin şair, siyah gözlerine beni de götürsün, artık bu yerlere sığamadığım demlerde, kurtuluşun mu harabın mı gözlerin, gözlerinde mi serap, serabın mı gözlerin diye inlesin içimin uçsuz bucaksız çöllerinde.
Beni ırmağa karıştırsın yeniden, düşürüp düşürüp kaldırsın yeniden ve yeniden, yorgun kuraklığında ıslanmaya değer mi dedirtsin, güzelliğin beş para etmez bu bendeki aşk olmasa desin pervasız sözlerin.
Sigara külü kadar yalnızlık sardığında kızamayayım ona, gördüğü her dilbere tutulan yüreğine, Leyla’dan Mevla’ya geçme faslının bitmek bilmeyen gelgitlerine ben de katılayım mısralarında. Şairdir, ne yapsa yeridir, ne söylese doğrudur diye biat edeyim ona, şiirin bir yalan, bir büyü olduğunu bilen aklıma sen karışma deyip çıkışayım mesela. Yürek kredimi kefilsiz vereyim, kapıma gelen şair olduğunda. Acıdan acıya, sevdadan sancıya düşürseler de vize soramıyorum hala, elinde şiir pasaportu olana.
Düzenin, intizamın hakim olduğu lügatımda her şey serbest şairlerime, tabi gerçekten şiirleşmiş olanlara. Aşktan bahsederken, sevdadan, adanmaktan, yanmaktan, kalbimi eline alıp dilediği kadar acıtabilir şair mesela, varlığın da yokluğunda yetmediği bir menzile fırlatabilir beni. Kesse kanım akmaz, ağlatsa beni güldürmüşcesine severim yüreğini sergilediği şiirini.
“Bir yıldız kayıyor, bir dal uzuyor, bir gül kanıyor bir seher vaktinde, yanıyor bir ateş için için, içimde içimin de içinde, bir ezgi dönüyor dönüyor dönüyor
Bir ney eriyor dudaklarımda, aşkın bir adı da yorulmamaktır.” dediğinde şair kalkarım şevkle bir asker gibi girerim emrine. “Kendimi de koysam ayağımın altına yine de yetişemiyorum ey aşk, omuz hizana” diye seslenip sorgulamam kelimeyi kanatlandıran şiirin sağdan mı soldan mı estiğini mesela. Ruhuma deyip geçen, değmeyip delip geçen rüzgarlardır mısralar, nasılsa çıktığı yerden ulaşırlar gidecekleri noktaya.
Anlayacağınız eski bir hikaye bu. Hatta yürek kredimi sonuna kadar kullanabilecek şairlerle ve şiirlerle, tanıştığım zamanı hatırlamıyorum desem yeri var, belki anne karnından, belki ruhlar aleminden aşinayım yürek tınılarına, bilemiyorum. Bu tanışıklığı hatırlatan adamsa hala kalbimin sahibi, ilk aşkım, babam; sonraları en çok şiire düşmemden, şiirden düşmemden şikayet etse de kanıma bu zehri ilk şırıngalayan adam, babam. Okuma yazma bilmediğim zamanlarda şiirlerini ezberlediğim şairler vardı, mesela onun çabasıyla. Şiir okuyan ve okutan, kitaplığında Niyazi Mısri’ den, Yunus’a, bir çok divan bulunduran yufka yürekli bir realistti benim babam. Bir gün büyük bir üzüntü ile geldi yanıma, Necip Fazıl ölmüş dedi, beş-altı yaşlarında bir çocuktum o zaman. Dün gibi hatırlıyorum seyrettiğim cenaze törenini…Saatlerce ağlamıştım şairimin ardından…Okumuştum ezberlediğim şiirlerini hiç durmadan, yaşım anlamaya elvermese de, ruhum kabul etmişti demek ki haykırdığı hakikatleri. Yıllarca onun kelimelerine meftun oldum sonra, her gittiğim yerde okudum usanmadan…
O zamanlar daha bu kadar esiri değildi insanlar paranın…Genişti zamanlar, niyedir bilinmez: Yoksa şiir miydi vakti açan, bizi idealler etrafında tutan. Durun Kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak diye çığlık attığında şair dinlerdi onu kalabalıklar.
Bir genç arıyorum diye seslendiğinde umursamaz bir halde en hızlı mesaj atma, kontür kapma çılgınlığında değildi çocuk yaştaki sevdalılar.
Oğlunun, kızının kalbi olsun, davası olsun telaşındaydı anneler-babalar.
Edebiyat öğretmenlerinin bile şiir okumadığı, okutmadığı hapishaneler değildi okullar. Çile’nin kutsallığına inanmış son çocuklardık o zamanlar. Oysa şimdi bu kelimeyi izah etmek istesek ne deriz, bir dediğini iki etmediğimiz efendilerimize bilmiyorum. Sadık Yalsızuçanlar’ ın bir yazısını hatırlıyorum bu noktada. Yer, beş yıldızlı bir otelin yemek salonu, konu, tasavvuf, dervişler…Yanında liseye giden büyük oğlu var. Konuklar sıcak-soğuk-ara sıcak çeşit çeşit yiyeceklerden hangisini alsam diye düşünürken tabaklarına, dar zamanlarda geniş gönül sürebilmekten bahsediyorlar konuşmalarında. “Çilehane” diye yabancı olduğu bir terim geçince sohbet esnasında babasının kulağına eğilip soruyor, sekiz yaşında ezbere bildiği şiir sayısı bugün şairim diye gezen bir çok adamdan fazla olan,o nadide genç. Ve babası yemek masasına bakıp bu kavramı nasıl izah edeceğini bilemiyor o an.
Çilehane, çile, mukaddes, derviş, dava ne kadar da uzakşimdilerde hayatlarımızdan. Aynı adla anılan yalanlar ya da sahtecilerin çoğalttığı suretler dolaşıyor ellerimizde, okusak da hiçbir kelime inmiyor gözümüzden, dilimizden gönlümüze.
Vakit yok diyor spiker, duran düşer, durma devam et yola. Çıkmaz sokak yok, bas üstüne şairin, geç git, mutlaka çıkar yol bulunur bu zamanda. İstediğin kişiye sekiz dakikada nasıl evet dedirtirsinizi oku, beden dilinin öğren ki, maskele kendini, farket samimi halini gizleyemeyen safi gönülleri, kullan sonra bir kenara at beceriksizleri, hala kalp taşıyan çaresizleri.
NLP ile kontrol et kendini, CEO gibi düşün, yönet istediğini ya da yönettiğini zannet, sıradan bir şarkının klibine kadar inen bilinçdışı mesajlarla doldurulan zihnini.
Galiba çok öncelerde dilimizi aldıkları gibi şiirimizi de alınca devrildi içimizdeki hakikat kuleleri. Onları yeniden inşa edecek yine, yeni şairler olacaksa, şiirlerle yürünmeli yollar. Sahih kaynaklara dönmeli, ona göre çizilmeli projeler planlar. Tanımalı, tanıtmalı gerçek şairleri, şiirleri tüm çabalar.
Kendimizi yeniden bulmak için, yitirilmiş cennete giden yolu açmak için muhtacız yine şiire, eskimeyen sözden beslenen, besleyen söze.
Mesela, ARAMAK’ ta“Ey hep bir kelime arayan kalbim, Sonra arayan tekrar arayan kalbim” diyen şaire, Erdem Bayazıt’a tutunmalıyız yine, yeniden. BULMAK’ına kulak vermeliyiz gecikmeden.
Yaşamak sandığımız kaostan yaşayamadığımız günler için, dalımıza yaprağımıza aşk suyu yürüsün diye, bir gülüş içimizdeki lambaları yaksın, göz çeşmemiz suya ersin diye, çağrılan isimler kurtuluşumuz olsun diye, bir yol bulmak için öteye, düştüğümüz kuyulardan çıkıp, ansızın patlayan bahara pencere açmak için, gözden döküleni, gönülden geçeni, ah hep o kelimeyi bulmak çabasındaki gönüllerimize sıcacık şiiri ile yeniden düşmeli şair bize bırakıp gittiği şiirleriyle.
Hüngür hüngür ağlayarak dualar ederek uğurladığım ikinci şairimdir Erdem Bayazıt,gönlümün aşk sultanları geçidinin en gür seslisi, “cankuşum, umudum, canım sevgilim” diye diye yaşadığım hayatın bestecisi.
Orta okul yıllarımın içimdeki sesi, aşkın risalesini yazan edep abidesi bir fanidir bahsettiğim. Ne yazsam ne söylesem sönük kalacağını bilir onu tanıtmaktan haya edip bu işi şiirlerine bırakırken, mısralarını hala zihnime kazınan kendi sesinden, yorumundan dinlediğimi de ifade etmek isterim.
Çok az şair vardır, kendi şiirini güzel yorumlayan, onlardan biridir şairim, duyduğunu duyumsatan.
Onu hiç tanımadım, yıllarca ses kasetlerini dinlesem de, dergilerde kitaplarda buluşsam da gönlüyle, sezişin görselliğin önünde gittiği zamanlarda tanıdığımdan belki, tek resmini görmedim, merak da etmedim, kelimeleriydi ilgilendiğim. Yok sayılan güzel adamlardan olduğundan devlet televizyonunda seyretmedim o yıllarda, detaylı bir hayat hikayesini dinlemedim bir belgesel sunumundan. Ama onu ve arkadaşlarını, o yedi güzel adamı çok sevdim, mısralarında dolaşıp durdum, yüreğimi hangisine emanet edeyim bilemedim, en sonunda yıkıp içimin eskiyen yapılarını yer açtım hepsine. Ve itiraf ediyorum, en çok onların dostluklarına özendim, birbirine rakip olmak yerine yapbozun vazgeçilmez parçaları olmayı becerebilmelerine, muhabbetlerine imrendim. Birbirlerini bulmalarını kıskandım, hayatımın her durağında. Artık yalnızlığı içselleştirsem de, bırakın kırkı, yediyi, üçü, iki tane kalbimi anlayan adam yeterdi bana, tamam, bir de olur, dost gibi dost, adam gibi adam ya da kadın…Hiçbir şey acıtmadı gönlümü yüreğimden tutacak dost bulamadığım kadar. İnsan yalnız yaşar, yalnız ölür, konuştukça yalnızlaşır hakikatini bilsem de omzuna başını yaslayacağım, beraber ağlayacağım, sırtımı dönüp giderken yalnızlığıma dostluğuna dair en ufak kaygı taşımayacağım bir dosttur hasretiyle yandığım. Yorulsam da aramaktan, kırık dökük olsa da içim, yaşadığım sürece Sahibi’ mden ümit kesmeyeceğim. Gönül sultanlarımdan budur, devşirebildiğim. Sadakatle durma gayretime binaen belki açılacak bir gün kapılar, dostlarım olacak, sarılacak bir bir yaralar. Ama o güne kadar aşkım şiirdir, her daim şairlerdir beni anlayacaklar.
Şiirden şairden bahsedince sözün bitmeyeceği bir iklime giriyor insan. Hepsinden bahsetmek, tanıtmak, alıntılarla gönül çalmak istiyor şiire aşık olan. Böyle güzel bir amaç için toprağından şair fışkıran Maraş’ın güzide bir sivil toplum örgütü olan MARAŞDER’in vefa göstergesi bir çalışmasından söz etmek istiyorum. Çok şık, çok dolu dolu bir hatırat hazırlamışlar şairim dediğim ERDEM BAYAZIT anısına. Yazıları ile devlet adamlarından dostlarına, şairlerden, yazarlardan herkesin kişisel menkıbesine düşülmüş kısa notlar gibi sunduğu ERDEM BAYAZIT’ ın seçkileri ile tarihe not düşmüş bu armağan.
Sözünü ettiğim eser bana da sunulunca nazik bir davetin akabinde, ne kadar mutlu olduğumu ifade etmek istedim bu satırlar ile. Geçen hafta yazmayı istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım bu teşekkür yazısına verdim sırayı ve susturdum nihayet içimde konuşanları.
Bu armağana ulaşma hikayem ise daha da ilginç. Birkaç haftadır blogdaki eski yazılarımı okuyan ve yorum yazma zahmeti gösteren DİLSUHAN isimli bir blogun da yazarı olan hanımefendi öyle heyecanlandırdı ki beni, epeydir yazı ekleyemediğim blogumla her hal ve şartta tekrar ilgilenmem için güç verdi.
İstanbul’a gittiğim bir zamanda tanışıklığımızı gıyabiden vicahiye çevireceğimiz bir buluşma planladık aynı zamanda meslektaşım olan Şebnem Hanım’ la.
Sonunda buluşma gerçekleşti, yağmurun bile bereket ve sel arasında huyunun değiştiği bir günde, şehirlerin şahında, doyurucu bir Maraş kahvaltısı esnasında. Sadece internet vasıtasıyla tanışan iki edebiyat sevdalısı, zor bir mesleğin icrası değildik de, sanki yıllardır birbirini görmemiş ama çok özlemiş dostlar gibiydik verdiğimiz resimde. Uzun ve keyifli sohbetimizde neler konuşmadık ki, MARAŞDER’ in başkanı avukat ve şair olan eşi ile beraber yaptıkları dernek çalışmalarından başladık mesala söze. ŞAİRİME ağabey diye hitap eden, içi dışı çok güzel bir yürekti karşımda duran.
“Bizleri kardeş kılan Yüce Kudret’e hamd olsun” diye yazıp imzaladığı hatıratı okumaya onun yazısı ile başladım dün akşam. Ve öyle çok ağladım ki, tıpkı şairimin ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm diye diye Hakk’a yürüdüğü günkü gibi bendini aşmıştı, gözümde duran.
Bana bu armağanı sunan güzel insan, tabiî ki kişisel hikayemden habersizdi, henüz bilmiyordu şiire olan tutkumu, aşkın yaşam şeklim olduğunu…Yazılar ve sohbetimiz verse de ipuçlarını, aldığım bu güzel hediyenin manevi değerini bir nebze olsun ifade etmek istedim bu yazıyla. Yoksa ne şiir ne şairler konusunda yetkin değilim yazmaya.İyi ki, bir gün uğradığı bu blog vesilesiyle kaynaştı ruhlarımız, kesişti yollarımız.
Hepsini ayrı özenle seçip hazırladığım mektupları, başka başka şişeler içinde bırakıyorum bu blogdan açık denize…sahibine gideceğinden emin bir içsesle.
Ve bir gün o mektubun sahibi buluyor şişeyi açıp okuyor bahtına düşen kelimeleri ve dönüp cevaplıyor kalbimi.
İşte bu nedenle, vakit ve dolayısıyla nakit kaybettiğimi söyleyenlere inat, devam edeceğim mektuplarımı göndermeye, yüreğim açık yedi-yirmi dört, ben de buradayım diyene.
Sevgisini sunarken vesile ettiği kitap, kaderin bir cilvesiyle beni aşka düşüren şairimden gelmiş bir mektup oluyor DİLSUHAN’ın ellerinde, ben de o aşkla alıyorum mektubumu elime.
Şairimi görmüş bir gözle göz göze gelmek ise ayrı bir hediye. Ben de, bizleri kardeş kılan Yüce Kudret’e, şükürlerimi sunuyor, bizi, dostluğun zamanın ve mekanın bağlarından azad edeceği güne eriştirmesi dileğiyle son veriyorum söze.
Demek ki, “Erdem’li şairler çekilse de göğümüzden” birer birer başka alemlere, sesleri davudi bir şekilde hala yeryüzünde, birleştiriyor kalpleri en içten kelimelerle. Dua ve muhabbetle.
AÇIK DENİZ'DE SIRRA YOLCULUK....SAMİHA AYVERDİ öğrencisi CEMALNUR SARGUT hanımefendinin dilinden bu kitapta anlatılmış...Henüz aldığım kitap hakkındaki görüşlerimi okuyunca paylaşacağım Ama önce bu gece AÇIK DENİZ'de SADIK YALSIZUÇANLAR'ın konuğu olduğunu hatırlatmak istedim:))
Seviyordum sizi ve bu aşk belki İçimde sönmedi bütünüyle. Fakat üzmesin sizi artık bu sevgi İstemem üzülmenizi hiçbir şeyle..
Sessizce, umutsuzca seviyordum sizi.
Bazen çekingenlik, bazen kıskançlıkla üzgün.
Bu öyle içten, öyle candan bir sevgiydi ki
Dilerim bir başkasınca da böyle sevilin..
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Çeviren :Ataol Behramoğlu