25 Ağustos 2010 Çarşamba

BAŞLANGIÇ...LAR ZORDUR...AMA DENEMEYE DEĞER






  • Yapım:
    2010 ~ ABD,  Fransa,  İngiltere,  Japonya
                              Tür:Aksiyon,  Bilim Kurgu,  Dram,  Fantastik,  GerilimGizem,  Macera,  Suç
  • Yönetmen:
  • Senaryo:
  • Senaryo (Kitap):
  • Yapımcı:
  • Görüntü Yönetmeni:
  • Müzik:
  • Filmin Websitesi:
  • Süre:
    2 saat 22 dk
    Dom Cobb (Leonardo DiCaprio) çok yetenekli bir hırsızdır. Uzmanlık alanı, zihnin en savunmasız olduğu rüya görme anında, bilinçaltının derinliklerindeki değerli sırları çekip çıkarmak ve onları çalmaktır. Cobb’un bu ender mahareti, onu kurumsal casusluğun tehlikeli yeni dünyasında aranan bir oyuncu yapmıştır. Ancak, aynı zamanda bu durum onu uluslararası bir kaçak yapmış ve sevdiği herşeye malolmuştur. Cobb’a içinde bulunduğu durumdan kurtulmasını sağlayacak bir fırsat sunulur. Ona hayatını geri verebilecek son bir iş; tabi eğer imkansız “başlangıç”ı tamamlayabilirse. Mükemmel soygun yerine, Cobb ve takımındaki profesyoneller bu sefer tam tersini yapmak zorundadır; görevleri bir fikri çalmak değil onu yerleştirmektir. Eğer başarırlarsa, mükemmel suç bu olacaktır. Ama ne dikkatle yapılan planlamalar, ne de uzmanlıkları, onları, her hareketlerini önceden tahmin ettiği anlaşılan tehlikeli düşmanlarına karşı hazırlıklı kılabilir. Bu, gelişini sadece Cobb’un görebildiği bir düşmandır.




















    Kişisel Kanaatim: Muhteşem bir filmdi. Aksiyon filmlerini çok sevmememe rağmen sonuna kadar heyecanla, hayretle, muhteşem görüntüler diye diye seyrettim. Çok sağlam bir senaryosu da vardı. Teknik açıdan da oldukça başarılı idi. Dün okuduğum ve henüz yazısını yazamadığım Tombul Yürek adlı çocuk kitabını tamamlıyor olması da dünyada tesadüfün olmadığını bana bir kez daha hatırlattı. Vaktiniz varsa mutlaka gidin bu filme derim:))   

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Aceleye gelmez bir şehri gezmek; bir kadını sevmeye benzer. Telaşsız sohbetler ister, günü birlikte karşılayıp, birlikte uğurlamalar...


BU YAZIYI OKUYUN VE CAN DÜNDAR'IN SESİNDEN DİNLEYİN DERİM.


İŞTE ŞEHİR VE KADIN YAZISI...

Bu gece AÇIK DENİZ'de 

21 Ağustos 2010 Cumartesi gecesi, Saat 23.00’te, Bilgeler Bilgesi Ebu’l-Hasan Harakani konu ediliyor. Kars Evliya Camii İmam-Hatibi ve Harakan dergahının kılavuzu Yavuz Uzgur konuk oluyor. Mevlana’nın Mesnevi-i Şerif’inde menkıbeleri yer alan, Yolların Şeyhi olarak bilinen, yüzlerce öğrenci yetiştirmiş olan, Yesi bilgeliğini, Anadolu irfanını besleyen, Yesevi’nin de izinden gittiği Harakani’nin hayatı, eserleri ve irfanı konuşuluyor. Kars’ta etkinlik gösteren Harakani Vakfı’nın başkanlığını da yürüten Yavuz Uzgur, Kars’taki Külliye yapımını, etkinlikleri ve Harakani’nin irfan ve aşk dünyasını anlatıyor. Programda yine birbirinden güzel nefes ve nutuklara da yer verilecek…

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Ne çok acı var..."Anneler ve Kızları" filmi üzerine...


Yönetmen
Rodrigo García
Senaryo
Rodrigo García
Görüntü yönetmeni
Xavier Pérez Grobet
Müzik
Ed Shearmur
Kurgu
Steven Weisberg
Oyuncu yönetimi (kasting)
Heidi Levitt
Tür:
Dram
Yapım:
ABDİspanya 2010 125 dakika (Renkli)
Dil:
İngilizce
Internet adresi:
www.sonyclassics.com/motherandchild/
 Yıldız oyuncuların bir araya geldiği, üç kadının kesişen hayatlarını konu alan dokunaklı bir dram: Gabriel Garcia Marquez’in oglu Rodrigo Garcia’nin son filmi, kadınlık ve annelik kavramlarını mercek altına alıyor.

40 yıl kadar önce başlayan hikâyede 14 yaşındaki bir kız hamiledir ve bebeğini evlâtlık verir. Bugüne geldiğimizde üçü de hayatlarının kontrolünü ele almaya çalışan üç ayrı kadınla karşılaşırız.

Elizabeth (Naomi Watts), güzelliğinin farkında olan ve bunu yararına kullanan başarılı ve zeki bir avukattır. Ne zaman bir konuda galip gelemeyeceğini veya durumla başa çıkamayacağını anlasa, cazibesini kullanır; bu patronuyla (Samuel L. Jackson) romantik bir ilişkinin başlangıcına yol açacak olsa da ya da gereğinden fazla arkadaşça davranan komşusu ve kocasını (Carla Gallo ve Marc Blucas) kontrol etmek için de olsa cazibesini kullanmaktadır. Karen (Annette Bening) ise yürekli ama bunu asla göstermeyen bir sağlık uzmanıdır. 14 yaşındayken doğurduğu kızını evlâtlık vermiş ama bunu hiç atlatamamıştır - acısı onu etrafındaki herkese karşı acımasız ve sert bir hale getirmiştir, iş arkadaşı olan ve ona ilgisi açık olan Paco’ya bile (Jimmy Smits). Lucy (Kerry Washington) de kocasıyla çocuk sahibi olamamış ve hep hayal ettiği aileye sahip olmak için evlatlık almayı plânlayan bir 20 yaşında bir kadındır. 3 kadının hikâyesi annelik duygusu etrafında birleşir.
 

Kişisel kanaatim: Etkileyici bir filmdi. Epeydir sinemada film izlemeye fırsat bulamamıştım dün akşam gece 22.00 seansında seyrettim ve iyi geldi diyebilirim. Gerçek bir dramdı. Dramaları severim. Bazen bize sahip olduklarımızın fazlalığını anımsatır. Batının kemikleşmiş genel sorunlarının, güçlü devletin koruyucu tavırlarına rağmen mutsuzluğa sürüklediğinin güzel bir anlatımıydı film. Aile kavramından yoksunluğun acısı, anneliğin içgüdüsel dolayısıyla evrensel dili hemen sarıveriyordu izleyiciyi. Fıtrata ters düşen bir hayat, bireyselliğini sağlamış, kendi ayakları üzerinde duran, bugün toplumuzdaki kadınlara rol model olarak sunulan ve bir çok dizi ile gençlerin zihinlerine kazınmaya çalışılan hayatların hiç de mutluluk getirmediğini gösteriyordu. Meşru dairenin zevkine çağırıyordu, daire dışındaki acıların yakıcılığını muhteşem şekilde resmederek.Ama yine de ağır bir dram, insana Cahit Zarifoğlu'nun Yaşamak'ında dediği sözü tekrarlatacak kadar : "Ne çok acı var!"    

6 Ağustos 2010 Cuma

İşte ilk söyleşim: Tabi ki Sadık Yalsızuçanlar ile...



Herkese merhaba KALEM ŞAH için ilk söyleşimi yaptım buradan soruları paylaşıyorum:))
cevapları merak edenleri de KALEMŞAH'a bekliyorum:))

 KALEMŞAH’TAN MUHABBETLE…
Kalemşah, yayın hayatına yeni merhaba diyen bir oluşum. Yapıyı meydana getiren arkadaşlar isminiz etrafındaki haleye tutulmuş bir avuç sevdalı. Bu nedenle bu köşemizin ilk konuğu siz olun istedik.  Genç bir site olarak öncelikle bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyor, geleceği inşa sürecinde hepsi birer altın değerindeki eserlerinizin ve sözlerinizin şimdiden gönüllerde hak ettiği yere ulaşmasını diliyoruz.
1-Eser sayınızla yaşınızı oranladığımızda günleri 48 saate çıkarmış olduğunuz kanaati hasıl oluyor. 60’ı aşkın eser vermek herkesin harcı değil. Bir çok söyleşi serileri yapıyor, üniversitede derslere giriyorsunuz. Yeni bir sanat merkezinde kurmaca metin yazarlığı derslerine de başladığınızı biliyoruz. Neden bunca koşuşturma?
2- Genel olarak sizin eserlerinize baktığımızda asıl okur kitlesini gelecek zamanlarda bulacağını düşünüyoruz. Hep son kitap üzerinden konuşulur ama biz ilk kitabınıza gitmek istiyoruz. Bu günlerde yeniden yayınlanan ŞEHİRLERİ SÜSLEYEN YOLCU VE GERÇEĞİ İNCİTEN PAPAĞAN adlı ilk öykü kitaplarınızın gönlünüzdeki izdüşümü nedir? Bu soyut öykülerin çıkışı nasıl bir örüntü sonucudur? Ve o yıllarda okuyucusunu bulmuş mudur? Yeni okuyuculardan geri dönüşler alıyor musunuz?
3-Kemikleşmiş okur kitlenizin oluşmasında en etkin eserlerden olan YAKAZA’ dan bahsetmeden geçmek olmaz. İlk romanınız olan YAKAZA da okuyucuyu böylesine büyüleyen şey neydi? Bu gün sayısız kitaba imza atmış, bir çok ayrı alanda eser vermiş birisi olarak geriye dönüp bakınca ne görüyorsunuz YAKAZA’ da, sırrınızı bizimle paylaşır mısınız?
4-Bize biraz da yazma sürecinizden bahsedebilir misiniz? Yeni bir eserin geldiğini nasıl anlıyorsunuz? Fizyolojik ve  psikolojik açıdan ne tür değişimler yaşıyorsunuz? Eser bittikten sonra neler oluyor, yeni bir yazım sürecine nasıl geçiyorsunuz?
5-Yazmak ve okumak dışında kendinizi sağaltmak için ne tür çalışmalar yapıyorsunuz? Her sanatçıda olduğu gibi estetik yönünüzün çok kuvvetli olduğu eserlerinizdeki sinematografik anlatımlardan da belli oluyor.Fotograf çekmek, resim yapmak gibi girişimleriniz var mı yoksa sadece iyi bir takipçi misiniz?
6-Sinema kuramı ile ilgili çalışmalarınız ve TRT’de yaptığınız belgeseller gösteriyor ki, Türk sinemasının sizin gibi gözünü hakikate dikmiş kişilerin yepyeni soluklarına ihtiyacı var. Bu yönde çalışmalarınız var mı? Hatta bir okurunuz  Cinema Paradiso filmini çağrıştıran kendi çocukluğu ile ilgili bir senaryo çalışması yapmayı düşündü mü diye sormamı da istemişti. Sahi nasıl sinemayla aranız?
7-Yazdıklarınızı kronolojik bir sıraya koyup incelersek dilinizde bariz bir sadeleşme olduğunu söyleyebiliriz. Ama kelimeler renk değiştirse de kalbe dokunan hallerinden bir şey kaybetmiyorlar. Sizce bunun sebebi nedir?
8-Sizi çağdaşlarınızdan farklı kılan özelliklerden birisi de hem doğu hem batı kaynaklarına hakimiyetiniz. Tabi ki binlerce sayfa eser okuyarak geldiğiniz bu noktadan yazıya sevdalı genç okurlara ne tür tavsiyeleriniz olur? Mesela batı, doğu ve öz kaynaklarımıza dair mutlaka okumamız gereken üçer eser ismini istirham etsek bize neler söylersiniz? 
9- Sizi heyecanlandırdığını belirttiğiniz bir çalışmanız da yeni çıkan kitaplarınız arasında yer alan ANADOLU MAYASI. Uzun bir süre emek verilmiş olan bu çalışma, 13 bölümlük bir belgesel ile bir yıldır sürdürdüğünüz söyleşi dizisinin kıymetli bir armağanı gibi. Anadolu Mayası sözcük öbeğinin çekimi etrafında oluşturulan düşünce çemberinden beklenen nihai amaç nedir, bu mayanın tekrar tutması gelecek günler için neyi ifade etmektedir?
10-Gerçeği öznel deneyimler sonucu sahiplenebildiğimiz yargısını çok doğru buluyor ve metinlerinizin  ne kadar metaforik olsa da tecrübelerinizden doğduğunu ifade ediyorsunuz. Bu noktada şu soru aklıma geliyor, yazar yaşamadığı bir şeyi anlatamaz mı? Yani bir cinayeti anlatmak için katil, bir tecavüzün acıtıcılığını aktarabilmek için mağdur olmak mı gerekir?
11-Bir yazınızda, “Yakınlaştıkça birbirine karşı körleşiyor insanlar”  diyorsunuz. Kendimiz dışındaki herkes öteki iken nasıl bir yakınlık kurmalıyız ki ötekiyle körleşme yaşamayalım?
12-Aşk ve sevgi günümüzde içi boşaltılmış kavramlar haline geldi. Oysa siz “İnsanın kendi doğasının kuytularını görmesine neden olan, ona ruhunun farklı fotograflarını gösteren gerçek aşktır.” diyorsunuz. Acaba ölüm gibi habersiz çıkagelen aşkı nasıl tanıyacağız? Takılıp kaldığımız mecazlardan hakiki aşka nasıl kanatlanacağız?
13-“Sanat yapmaya başlayınca kaybolur, kedi için mırıltı neyse insan için şiir odur”  manasında bir aktarımda bulunuyorsunuz. Öyleyse hakiki şiir okuruna ne söyler?
14-İlk kez sizin eserlerinizde karşılaştığım ve çok etkilendiğim bir anekdotta şöyle diyor Ebu zer, “Yalnızlık zor değil mi?” diye soranlara. “İnsanlarla daha zor!”  Ne olacak yalnızlığımıza sığışamadıkça sahte beraberliklerde tükettiğimiz yaşamlarımız? İnsan nasıl kurtulur yalnızlıktan, modernite ile kirletilmiş mutsuz bir dünya fotografından, köleleştikçe özgür olduğu sanrısını yaşamaktan?
15-Şöhret zehirli bir baldır der büyükler. AÇIK DENİZ isimli bir programa başladınız .Televizyonun yadsınamaz gerçeği olarak programla  birlikte mutlaka okur-hayran kitlenizde bir değişim ve artış olmuştur. Egoların şişirildiği günümüzde herkes şöhretin yani zehrin peşinde. Bu konuda siz nasıl bir reçete uyguluyor, egonuzu nasıl kontrol altında tutuyorsunuz?
16-Son olarak okumayı ve yazmayı hayatlarının merkezine oturtmuş genç arkadaşlarımıza neler söylersiniz? Gündemi takip etmek, gazete okumak, sosyal paylaşım alanlarında yapılan sanal gezintiler birer vakit kaybı mıdır? Goethe’nin, “Allah’ım! Hayat ne kadar kısa, sanat ne kadar uzun” diye yakındığı söylenir. Milyonlarca kitabın yayınlandığı bir dünyada gönül ülkesinin sahilline ulaşmak isteyenler nasıl bir okuma süreci takip etmelidir?
Vakit ayırdığınız için teşekkür eder, daha nice güzel eserler sunacağınız hayırlı, sağlıklı bir ömür dileriz…
Kalemşah Ekibi Adına Handan Güler        








2 Ağustos 2010 Pazartesi

YANMAK İÇİN SIRASINI BEKLEYEN KURUMUŞ TÜTÜN YAPRAKLARI KADAR YALNIZSINIZ…

Bu yazı 01.08.2010 tarihinde  EDEBİSTAN'da yayınlanmıştır.


YANMAK İÇİN SIRASINI BEKLEYEN KURUMUŞ TÜTÜN YAPRAKLARI KADAR YALNIZSINIZ…                                                                                           
                                                                       “Ve anladı ki,yalnızdı... Ama yapayalnız da değil...
                                                                        Yaşıyordu beraberce, karşısındaki hiç kimseyle...”
                                                                                                                                          (Cemal Süreya)
Siz hiç aşık oldunuz mu?
Sabahın nasıl olduğunu anlamadığınız sancılı, uzun gecelerden geçtiniz mi?
Onu kısacık da olsa görebilmek için aylarca bekleyip hayaliyle yaşadınız mı?
Baktığınız her şeyde onu görüp, yediğiniz her lokmanın lezzetini ona da tattıramamanın burukluğu acılaştırdı mı aldığınız zevki?
Yalnızken bile iki kişilik attı mı kalbiniz? Endişelendiniz mi onun için, nerede şimdi, ne yapıyor acaba diye düşünüp dua ettiniz mi hiç, aşkın gücüyle?
O’nun sizin aşkınızın farkında olmadığı zamanlarda bile coşkunuzdan bir şey yitirmeden içinizde büyüttünüz mü hayalini?
En kalabalık yerlerden ya da yalnız gecelerden onun yanına kaçtınız mı? Günlerce gecelerce konuştunuz mu onunla içinizden, şahidi kıldınız mı hayatınızın ?
İçinizin ona ait vadilerinde dolaştırdınız mı ellerinden tutarak, uçurumlarınızı, rüzgarlarını, bulutlarını gösterdiniz mi?
Durmadan yeni görüntülerin saldırısına uğrayan algınız, değiştirip dönüştürürken sizi, unutma rüzgarı, zihinden kalbe uzanan o çileli yolda, bir onun adının olduğu semte uğrayamadan çekip gitti mi?
İçten dışa, dıştan içe kasırgalardan geçerken yaşamınız, bir tebessümüyle ateş büyürken içinizde, hiç tutmadığınız ellerine kenetlenip olduğunuz yerde durabildiniz mi?
Üzdüğünde sizi hayat, onun kucağına yatıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istediniz mi?
Sevindiğinizde, hani çıkarken bulutların üstüne, yanınızda bir onun olmasını dilediniz mi?   
Sayfalarca süren sayısız mektuplar yazdınız mı? Her mektupta  “hayallerinize giydirdiğiniz esvap” a tutkun akıp gitti mi kelimeleriniz? Oturduğunuz kalktığınız, gezdiğiniz gördüğünüz yerlerden büyük bir heyecanla bahsettiniz mi ona? Ama onsuz her resmin eksik olduğu notunu düştünüz mü her defasında?
Aşkınızdan başka her şeyin, herkesin görüntüsünü yitirdiği vakitlerin cenderesinden geçtiniz mi?
Ve bir gün kelimelerin bittiği o yere geldiniz mi?
Sözcükleri rahat bırakalım bu gece dediğinde size eşlik eden hayali,  tereddütsüz kabul edip teklifini, zihninizin gürültülerden arınmasına izin verdiniz mi?
Her şeyi örttüğü gibi, sizi de örtsün gece şefkatiyle diye dilediniz mi yıldızlara bakarken?
Evlerin ışıklarının tek tek kapandığı saatlerde, bir kaçışa sığındığında insanlar, siz ve flu suretli hayaliniz,  yani o ve kendiniz  sustunuz mu bütün gece?
Gömdünüz mü iki nokta üst üste binmiş hallerdeki köşeye sıkışmışlığı en derinlere…
Virgülün yükünü aldınız mı sırtından, birleştirmeye uğraştığı ama bir türlü beceremediği cümlelerden azade kılıp, üç gün kafa izni verdiniz mi…
Nokta, bakarken gözünüze… Hadi sen de git bakalım dediniz mi?
Üç nokta, ezile büzüle çıkınca huzurunuza, bakınca yalvaran gözlerle…Yok …Sen gidemezsin…Bu gece nöbetçisin dediniz mi?
Okulun bitiş zili çaldığında, mutlulukla koşan çocuklar gibi kelimeler, özgürlüğün rüzgarıyla savruldular mı evrene, konuşmadığınız o gece…
Ve farkına vardınız mı içinizdeki yalnızı susturmak için ne çok kelimeyi tutsak ediyormuşsunuz gündüzlerde…
Birden “Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik… Bir de ne görelim…Bir arpa boyu yol gittik” hakikatine tosladınız mı sessizlikte… Camdan kalbinizin içindeki hayal, paramparça olup kavuşma arzunuzu biranda alıp götürdü mü siz bakarken ardından hüzünle?
Bir kez daha çuvalladınız mı hatırladığınız hakikatler önünde…
İçinizde kurduğunuz şehirler enkaza çevrildi mi? Ve sonra moloz yığınlarının üzerine nerden geldiğini anlayamadığınız bir kara delik yerleşip sizi, onu, her türlü sanrıyı içine çekti mi?
Girdiğiniz anaforda tüm kelimeler, hayaller, arzular, yalanlar, doğrular her şey ama her şey anlamını yitirdi mi?
Günlerce bom boş baktınız mı eşyaya? İçinizde boşalan o koca yeri dolduracak hiçbir şey yokken etrafınızda, mecburi diyaloglara verdiğiniz kısa evet, hayırlar dışında ağzınızı bıçak açmadığı zamanlar yaşadınız mı?
Şiir okuyayım deyip sarıldığınızda kitaplara, saçma sapan geldi mi şairlerin kendilerine ait olmayan bir hayatı pervasızca sunuşları karşısında duran sevda adlı yalana?
Oysa bir arpa boyu dahi gidemediğinizi anladığınız günden kısa bir zaman önce her gece oturmuşsunuzdur  içinizdeki hayalin silueti ile, yıldız kümeleri sürekli yer değiştirirken gökyüzünde…
Onu izlemişsinizdir bütün gece… Belki bir sigara yakıp tutkuyla içmiştir gözleri gözlerinizde… Tutkuyu içselleştirmesini gördüğünüzde  bir an, sigara kağıdına sarılmış bir tütün olmak geçmiştir içinizden… Derin bir nefeste dış dünyadan sıyrılmak, onun içinde hızlıca yol alıp kalbine ulaşmak, gönül hanesinde bir iz bırakmak, bazen gelen bir öksürükle kendinizi hatırlatmak istemişsinizdir…
Her nefes alışverişte yeni bir heyecanla deveran etmek kanında, sizken, o olmak geçmiştir içinizden.
Ölesiye bir tutkuyla sevsin sizi istemişsinizdir. Gittiği yere kadar sürsün, o var oldukça içinde kalayım, sonra da onunla döngüsel dengeye karışayım demişsinizdir…    
Sigarasının küllerine bakıp nefesinin ateşinde yanınca nasıl da hafiflediklerini görmüşsünüzdür  tütün yapraklarının. Öyle ki, karışmak için toprağa hafif bir esinti yetiyordur havalanmalarına. Gri kelebekler gibi uçuyorlardır kısacık ömürlerine aşkı, yanmayı sığdırmışlığın hülyasıyla.
Hülya, rüya… Oyun, eğlence, şiir, şarkı,hikaye… Hepsi düşüyor üzerinizden arpa boyu gittiğinizi anladığınız,  duvara çarptığınız o dakika içinde… Ruhunuz enkaz altından çıkamıyor, moloz yığınlarıyla beraber çekiliyorsunuz bir kara deliğe… Sonra dua eli yakalayıp alıyor tekrar hayatın içine, O’nun aşk yörüngesine gözünüzü diktiğinizde… 
Ve oradan bakınca hayata; aşkınlaşmak bu olsa gerek, diye düşünüyor insan: Kokudan, korkudan, yakıcılıktan, yanmaktan sıyrılmak…
Geldiğin gibi toprağa karışmak için boyun eğmek kadere, güçlü bir kabullenişle.
Sarıldığınız ince bir sigara kağıdı gibi yaşam.
Ve siz, yanmak için sırasını bekleyen kurutulmuş tütün yaprakları kadar yalnızsınız aslında.
Kuruyup arzularınızdan arının diye kırdılar sizi bir sabah erkenden, görmeden güneşi daha.
Şişlediler sonra yüreğinizi, dizdiler hepinizi bir boyda… Bıraktılar sonra aşkın sıcağına.
 Renginizi kaybettiniz önce, kokunuzu, can damarınızdaki suyu emdiler sizi hazırlarken ölüme.
Ölürken öldürmeyi öğrettiler size… Oysa yaşarken ölmekti gaye, oyun bitmeden önce aşmak, aşkınlaşmak gerekmekte.
Siz hiç aşık oldunuz mu?
Geçtiniz mi aşkın duraklarını, merhale merhale?
Ve bir gün “aşkım” dediğiniz varlık da yitirdi mi anlamını, kavuşmak için gözünüzü diktiğinizde “O” yare?  
Tercihlerinizi zor olandan yana kullanıp “Dar kapı” dan geçerek girdiniz mi, kalbinizi tatmin edecek aşkın istikametine? 
Handan Güler





LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin