İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer Aşkı olmayan kişi misali taşa benzer Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer Aşkı var gönlü yanar yumuşanır muma döner Taş gönüller kararmış sarp kah kışa benzer
22 Ekim 2010 Cuma
Avuçiçi Kadar Mutluluk Yeter
“Avucunda biriktirdiklerin çok güzel” dedi bir seferinde.
Sabah uyandığımda hava bulutlu, içim yağmurluydu.
Sele dönüşmeden kalbime yağan, tedbirimi aldım, baraj kapaklarını açtım. Gözümden damlayan inciler göğe dönmüş avucuma düşünce birden ıssız geceme gelen bu sözü hatırladım: “Avucunda biriktirdiklerin çok güzel”
Avucumu açtım, biriktirdiklerime baktım…Acıların arasından gülümseyen yüzler gördüm, o günlerin geçtiğine sevinmiş, elemi eleyip huzuru duvara asmışlardı. Şarkılar vardı, hepsine denk düşen, yakan, yıkan aşka düşüren…
Mesela birinde;
“Fikrimin İnce Gülü
Kalbimin Şen Bülbülü
O Gün ki Gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..
Gördüğüm Günden Beri
Olmuşum İnan Deli
O gün ki gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..
Ateşli Dudakların
Gamzeli Yanakların
O gün ki Gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..” diye inliyor, sesi delip geçiyordu aşığın yüreğini.
Bir başkasından İstanbul göz kırpıyordu, masmavi… Özlemin de güzel olduğunu anlatıyordu, kavuştuğun günlerin resimleri. Musikinin hüzünlü nağmeleri bile serinletiyordu boğazın dalgalarına gizlenen hafif esintiler gibi.
Kırık bir kalbe söylenen teselli sözleri, yalnızlığın paylaşıldığı gecelerde yüze düşen bir tebessüm resmi, annesiz bir çocuğun bağra basılıp ısıtıldığı şiirler gibi nice güzel ses, görüntü, harf birikmiş avucumda meğer. Hepsi de öyle değerli ki…
Anıların kanatları alıp götürdüğünde bizi geçmişe, bugünkü sizi oluşturan her şeye teşekkür etmeli. Canınızı acıtanlar en çok merhameti istiyor belli ki, duyun onu, sevin, dokunun diye canhıraş bir halde acıtmış sizi. Sizinle gülen, sizi güldürenden daha çok gülümsemeyi öğretmiş belki. Sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak bundan gerekli. Sıkıca kapadım hafızamın avuçlarını, akıp gitmesin hiçbiri. Avucumda biriktirdiklerim hem çok güzel hem çok kıymetli.
Yine dosttan bir inci: “Matematiğin bittiği yerde hesabı, hesabın sahibine bırakmayı bilmeli…”
Bırakıyorum kendimi, merhametinin enginliğine…Beni zayi etmezsin değil mi?
handan güler
BU YAZI KALEMŞAH.COM' DA YAYINLANMIŞTIR
19 Ekim 2010 Salı
BİR DERSİN ANATOMİSİ 1
Heyecanla karışık bir hüzünle geç vakitte yatağa girmiş, birçok yorucu rüyanın kollarında hırpalanmıştım bütün gece.
Günün ilk ışıkları ile uyanıp herkesi uğurladıktan sonra ben de Hoca’nın dersine yetişmek için alelacele evden çıktım. Serin ama güneşli bir ekim günü daha yaşıyordu Ankara. Atatürk Orman Çiftliği'nin bulunduğu yolu tercih edince sonbaharın renk cümbüşünde, güzellikte birbiriyle yarışan sarının, yeşilin, kırmızının, kahvenin tonları arasında buldum kendimi.
Hızla akan trafik bir bir elimden alsa da zihnimin çektiği resimleri menzilime yaklaşmanın heyecanı kaplıyordu içimi. Çokluktan, zihin karmaşından, kalp yorgunluğundan arınmak istediğim bir dönemi yaşatıyordu Zamanın Sahibi. Mevsim geçişlerinin sancısı sarsarken bedeni, ruhu da örseliyordu saatin hiç durmadan işlemesi, yoruyordu "Gökyüzünden habersiz uçurtma uçuran" yüreği.Dersine geldiğim Hocam’ı görünce hele de elinden aldığım tek şekerli sabah çayım ve bir parça sıcak simidin kokusu eşliğinde geçen hal hatır sorma faslında daha, fazlalıklarından kurtulmaya başlayan ruhum hafiflemişti adeta.
Geniş merdivenlerini tırmanarak vardığımız sınıfta öğrencilerin meraklı bakışlarına aldırış etmeden geçip oturdum akçaağaç rengindeki sıralara. Öğrencilerin rehavete kapılmaması amacı güdülerek özel olarak hazırlanmış olduğunu düşündüğüm mavi kumaş kaplı rahatsız oturakların olduğu sınıfta parlak bir gri eşlik ediyordu beyaz duvarlara.
Dersin adı: Edebiyata Giriş. Türk Edebiyatı'nın önemli isimlerini tanımak bağlamında öğrencilerin hazırladığı sunumlar üzerinden yürütülen derste günün ilk yazarı Tomris Uyar. Hocasının yanına masaya sunum yapmak için geçen kız öğrenci heyecanlı olsa da Hoca'nın sakin ve destekleyici tavrı onu rahatlatmakta. Kısa biyografik bir sunumdan sonra, hoca devreye girerek yazarın hikayeciliği üzerine konuşmakta. Daha da çok sınıfa sorular sormakta. Soruları sorularla yanıtlayıp gençlerin akıllarına soru işaretleri bırakmakta. Bütün yazarları okurken eleştirel bakış açısını yitirmeyin uyarısını hal diliyle tekrarlayıp büyük yazarların bahçesinde de ayrık otları olabileceğini hatırlatmakta.
Tomris Uyar'dan Diz Boyu Papatyalar ve Gün dökümü' nü okumadan mezun olmayın bu okuldan diyerek iyi kitaplar listesini kabartmakta.
Sunum yapan öğrencinin alıntıladığı metinleri kelime bazında irdeleyince ders sıradan bir edebiyat dersinden çok daha derin anlamların vurup vurup kaçtığı bir kıyı oluyordu adeta. Hoca kelimelerin gerisindeki gizlere işaret ediyordu “Açık Deniz”edasıyla. "Sıradan insanlar" ibaresinden başlıyordu mesela, kimdir sıradan insanlar deyince ev hanımlarını örnek veriyordu sunum yapan kız. Gülüyordu hoca, ev hanımı dediğin üretime en çok katkısı olan, o rutine katlanırken güler yüzü de sunan o varlık nasıl sıradan olur, asıl odur özgün olan diyerek itiraz ediyordu söylenenlere.
"Dönemin rengi" kelimesini irdeliyordu sonra. Sahi dönem bir nesne midir ki rengi olsun, her devirde her çeşit insan var olduğuna göre nasıl tek bir renge hapsedilir ki zaman diyordu öğrencilerin zihnini eleştirel bakışa taşımak maksadıyla.
Laf olsun diye cümleler yazmayın yazılarda diyordu, "gözlemci edebiyatçı" ifadesinin yanlışlığını vurguladığı cümlenin sonunda. Doğru ya, gözlemci olmayan edebiyatçı yoktu sonuçta.
Kız öğrenci sunumuna devam ediyordu, gülen gözlerle anlatıyordu yazardan okuduğu iki kitabı sınıfa.
Sekizinci Günah'tı biri, akıcı dille yazılmış sekiz öyküden oluşuyordu kitap. En sevdiği öyküyü okudu öğrenci. Sınıfın yorumlarından sonra tekrar hoca girdi devreye ve başladı anlatmaya hayatı, yılların getirdiği bir bilgelikle.
Hayat dedi gözle görülür bir nesne midir, insanın kendi hayatı dışında bir hayat var mıdır? Bir insan öldüğünde, devam mı eder hayat denen olgu diye sordu sınıfa. O noktada bir sürü pencere açıldı zihnimin odalarında. Haklıydı hoca, her insanın aslında bir hayatı vardı ve bu hayat bir başkasınınkini yargılayacak, onunla oyalanacak kadar uzun değildi. İnsan tek sermayesi olan hayatı çar çur etmemeliydi. Kendi hayatının anlamı üzerine kafa yormalıydı ki, hayatını hayat kılabilsindi. İçe kapanmak gerek dedi. Patolojik bir kapanmadan bahsetmese de, büyük eserler veren yazar ve şairlerin hep böylesi bir içe kapanıklığın sonucunda o noktaya geldiklerini örneklerle izah etti.Sadece çevresinin yani başkalarının ilişkileri içinde yaşayan bir insan için nasıl "yaşıyor" denebilir ki diyerek bir aldanma, bir ilizyonun içinde yaşayıp gidiyor, kocaman laflar ediyoruz, niçin bunların hepsi, bir ölüye çıkmak için mi diye sordu sınıfa. Niye bunca sınavlar, işler, koşuşturmacalar, bir tabak yemekle yarım gün doyan bir mide için mi koşuşturuyor bunca insan dedi, ifadelerini güçlendirerek.
Her şeyi bildiğini sanmak, dışa dönük yaşamak kadar boş bir şey var mıydı gerçekten bu dünyada. Bütün büyük fikir adamları doğruyu içe kapanmakta bulmuşsa, hakikat dışarıda değildi demek ki. Acı çekmeden, hayatın anlamı üzerine düşünmeden yazmak hele ki zamana direnen kalıcı eserler bırakmak mümkün değildi. Oğuz Atay gibi büyük yazarlar içte derinleşerek, içe kapanarak yazmışlardı eserlerini. Her şey içten ibaretse içe kapanmak neden kötü olsundu ki!
Yunus Emre'nin, ruh bedende konuktur, yani, bu can bu tende konuktur, bir gün çıkar gider, kafesten kuş uçmuş gibi diye anlattığı hakikat, bize, hayat denen şeyin ruhta gizli olduğunu anlatır diyerek ekledi hoca sözü söze. Problem içe kapanmak da değil, içe kapanamamaktadır. Hayatta fark etmemiz gereken tek gerçek insanın kendisine ve bir başkasına acı vermeden yaşamasıysa bunun için içsel bir yolculuk yapmak gerekmiyor muydu?
Hocayı dinlerken içimde dalgalanan deniz beni kah sahiline atıyordu emniyetin, kah azgın suların soğunda bırakıyordu. Bu arada sunum yapan öğrenci Tomris Uyar'ın Yürekte Bukağı adlı eserinden paylaşımlar yapmaya başlamıştı. Yalın bir dili vardı yazarın.
Ders arasının geldiğini haber veren öğrencinin sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp hava almak için balkona çıktık beraber. Güneş cazibedar ışığını üzerimizde gezdirse de uzun ve sıcak yazın bittiği gün gibi aşikardı. Hatta kış biran önce sahneye atılma telaşındaydı. Ama savrulduğum düşüncelerin yakıcılığı soğuğu algılayışımı bile devre dışı bırakmıştı. Bir sigara içimi durduğumuz balkonda dumanı izledim hüzün dolu bakışlarla. Sanki kaybolup giden ömrümüzün resmini çiziyordu sigara.
İkinci derse öykücü Tomris Uyar'ın eşi Turgut Uyar'dan şiirler okuyarak başladı Hoca. İlk şiir buydu:HİÇSİZLİĞE
Tanrım sen ne kadar güzelsin
Bir hiç olarak
Ormansın belki bilmiyorum
Belki ormanda bir ağaçsın şuncacık
Bir pazartesi günüsün
İnsanları dupduru edemeyen
Bütün karayollarında ve demiryollarında
Gider gelirim bütün dünyada
Ama biliyorum Kırşehir'de mezarsın
Bir kilisesin Kapadokya'da
Sözgelimi yumurtada zarsın
Ustasın sabahları yapmada
En katı yoklukları koyarak insanın içine
Akşam üstlerinde biraz gaddarsın
Sular ve zamanlar kararırken
Ne yapalım
Bari bağışlayalım birbirimizi.
Hiç; Allah demektir, bütün aşkınları aşan, hiçbir idrakin kavrayamayacağı mutlak belirsizliktir. Büyük şair Turgut Uyar bu şiirde o kuşatıcılığı anlatır diyerek kısa bir yorum yaptıktan sonra bu şiiri anlam bakımından da desteklen bir başka şiirdeydi sıra :
ÇOKLUK SENİNDİR
Özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir
özenle ne yapıyorsam bilirsin artık senindir
suya giden bir adam mesela omuzunu eğri tutsa
güneş su ve adamın omzundaki eğrilik senindir
ayağa kalkarsın, adına uygunsun ve haklısın
kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir
kararan dünya, yeni bir güle bir ateş parçasıdır
bir ateş parçasından arta kalan soylu karanlık senindir
bir deneyli geçmişi aldın geldin yeniyi güzel boyadın
ben bilirim sen de bil ilk aydınlık senindir
benim sevdiğim su senin suyunun öz kardeşidir
senin soyunun bıraktığı güçler artık senindir
çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi
her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir
senindir ey sonsuz veren ne varsa hayat gibi
tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir
ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın
aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir.
Turgut Uyar'ın Divan'ını mutlaka okuyorsunuz hatırlatmasından sonra en ünlü ve çok çağrışımlı olan bir başka şiire uğradı yolumuz. Bu şiirin daha ilk mısrası hayatı tanımlardı bana ve dağıtırdı her okuduğumda. Hocadan şiiri dinlerken beni başka dünyalara götüren uzun koridorlar açıldı her vurguda:
GEYİKLİ GECE
Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk
Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak
Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık
Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden
"Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli
Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor
Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır'da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında
Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mi diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı
Ama ne varsa geyikli gecede idiBir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk
"Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ay ışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben"
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
"Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum"
Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.
"Afiyet olsun" dilekleri ile çıktık öğle arasına. Hocanın elinde yine sert bir kahve, sigara... Öğrencilerle birlikte okulun kafeteryasında yemeğimizi yedik, başarısız bu yemekler dedi, bir kaç lokma aldıktan sonra. Çaylarımızı aldık, açık havaya çıktık.
Bugün “Bir güzel susmak geliyordu içimden” ve Hocayı dinliyordum pür dikkat; gerek yok dedi bunca dağılmaya, okumak lazım, daha da çok yaşamak, bak nasıl akıyor zaman, ömür kısa diyerek daldı uzaklara.
handan güler
BU YAZI AYNI ZAMANDA KALEMŞAH.COM'DA YAYINLANMIŞTIR.
18 Ekim 2010 Pazartesi
Yenilen biz miyiz yoksa aşklar mı ...
SAVRULAN KÜLLERİ ÖMRÜMÜZÜN
Bir kızın kocaman gözlerinde gördüm
bulutların dağlara sessizce çöküşünü
Çocuksu susuşları gördüm, kırılan sevinci
Ve kalbimi puslu yamaçlardaki pusulara saldım
çobanlar çoktan inmişlerdi ovaya
bense yapayalnız bir ağaçtım doruklarda
Harelenen sularda bir yanık kokusu
ve uzun boyunlu bir kızın gülümseyişi
Işık zamana bağlı zamansa onun
kocaman gözleridir artık
Anladım tarih de yazılmaz
bir aşkın sayfalarına düşmüyorsa gün
Yalnızdım, yapraklarım dökülmüştü bir bir
deryalara savrulup çöllere düşmüştü
Bir duman tütüyor yine hangi kent yandı
hangi sokakta vuruldu sevgilim
Bir demet menekşe bir avuç toprak
burkulan bir yürek miyim hep
Sesimde bir yanma bir kekrelik
uzayıp giden bir çöl yalnızlığı
Gazeteleri okumuyorum başım dönüyor
sulanmamış çiçekler gibi kuruyor her şey
her şey bir yolculuğun hüznünü taşıyor
gidip de gelmemek üzere bütün yüzler
Puslu yamaçlarda bir çakal gölgesi
bir dağ suskunluğu yürüyor kentlere
yenilen biz miyiz yoksa aşklar mı
bir kızın kocaman gözlerinde görüyorum
savrulan küllerini ömrümüzün
Bu kenti ayrılıklar yıkacak birgün biliyorum
Ölümden şikâyeti yok ölüp gidenlerin
ama bir kızın kocaman gözlerinde yangınlar çıkıyor
Acılar dehşetli kinlendiriyor beni
Kabarıp duruyor içimde, kabarıp duran bir okyanus
yurdumu arıyorum batık bir tekne değilim
yurdumu arıyorum kızgın küller ortasında
AHMET TELLİ
Bir kızın kocaman gözlerinde gördüm
bulutların dağlara sessizce çöküşünü
Çocuksu susuşları gördüm, kırılan sevinci
Ve kalbimi puslu yamaçlardaki pusulara saldım
çobanlar çoktan inmişlerdi ovaya
bense yapayalnız bir ağaçtım doruklarda
Harelenen sularda bir yanık kokusu
ve uzun boyunlu bir kızın gülümseyişi
Işık zamana bağlı zamansa onun
kocaman gözleridir artık
Anladım tarih de yazılmaz
bir aşkın sayfalarına düşmüyorsa gün
Yalnızdım, yapraklarım dökülmüştü bir bir
deryalara savrulup çöllere düşmüştü
Bir duman tütüyor yine hangi kent yandı
hangi sokakta vuruldu sevgilim
Bir demet menekşe bir avuç toprak
burkulan bir yürek miyim hep
Sesimde bir yanma bir kekrelik
uzayıp giden bir çöl yalnızlığı
Gazeteleri okumuyorum başım dönüyor
sulanmamış çiçekler gibi kuruyor her şey
her şey bir yolculuğun hüznünü taşıyor
gidip de gelmemek üzere bütün yüzler
Puslu yamaçlarda bir çakal gölgesi
bir dağ suskunluğu yürüyor kentlere
yenilen biz miyiz yoksa aşklar mı
bir kızın kocaman gözlerinde görüyorum
savrulan küllerini ömrümüzün
Bu kenti ayrılıklar yıkacak birgün biliyorum
Ölümden şikâyeti yok ölüp gidenlerin
ama bir kızın kocaman gözlerinde yangınlar çıkıyor
Acılar dehşetli kinlendiriyor beni
Kabarıp duruyor içimde, kabarıp duran bir okyanus
yurdumu arıyorum batık bir tekne değilim
yurdumu arıyorum kızgın küller ortasında
AHMET TELLİ
17 Ekim 2010 Pazar
sen varsın dünyada birde ben varım ...Necip Fazıl'dan...BEKLEYEN...
Sen kaçan ürkek bir ceylansın dağda
ben peşine düşmüş bir canavarım.
istersen dünyayı çağır imdada
sen varsın dünyada birde ben varım
seni korkutacak geçtiğin yollar
arkandan gelecek hep ayak sesim
sarıp vücudunu belirsiz kollar
enseni yakacak ateş nefesim
kimsesiz odanda kış geceleri
için ürperdiği demler beni an
deki odur sarsan pencereleri;
deki rüzgar değil odur haykıran
göğsümden havaya kattığım zehir
solduracak bir gül gibi ömrünü
kaçıp dolaşsan da sen şehir şehir
bana kalacaksın yine son günü
ölürsün kapanır yollar geriye
ben mezarla sırdaş olur beklerim
varılmaz hayale işaret diye
toprağında bir taş olur beklerim
Necip Fazıl Kısakürek
10 Ekim 2010 Pazar
Aşkın ve acının vadilerinden geçerek yürümeyi öğrendi kalbim ...
Unutuyorum Sensizliğe Alıştığımı
Aşkın ve acının vadilerinden
Geçerek yürümeyi öğrendi kalbim
Gözlerin var mıydı senin
Görebilir miydin duygularımın
Maverada açan çiçeklerini
Ellerin var mıydı senin
Tutabilir miydin uzatsaydım ellerimi
Nefesin zor fırtına dağıttı bedenimi
Parmaklar arasında duman duman her akşam
Ölümle randevumu hatırlayıp yeniden
Mezarıma yürürken
Unutuyorum sensizliğe alıştığımı
İçimin kan rengi okyanusunda
Zıpkın yemiş balık gibi yüreğim.
Nurullah Genç
8 Ekim 2010 Cuma
"Korunaklı şiirler yaz bana, sevgilim olmayan sevgili "
Dilimde ay tutuldu.../...dilsizim
korunaklı şiirler yaz bana, sevgilim olmayan sevgili
sağanak yağışlı günlerimde sığınacağım bir yer bulunsun
bari, şiirlerde bir ev'cağızım olsun
üç oda bir salon yalnızlığımı kiraya vereceğim
heveslenme, senin için düşlerim başka
aklını başından alıp, gezmeye götüreceğim
ne güzel gülüyorsun, dudaklarında eski İstanbul resimleri
öyle kal lütfen, yüzüme baktığın anın resmini çekeceğim
sana söz veriyorum, sen de bana umut ver
sonra her şeyi unutup, ülkeme geri döneceğim
bende bir hoşum, şarkıların belalı güzelliğine vuruldum
o uzak ay'da kaldı onayladığım gülüşler
raks eden sevişmelerin çingene zamanındayım,
'gel' desen, gidemeyecek kadar sarhoştur özlemler
anlayışımı kaybettim, beni anla
karşılığında gözlerimin kahvesinden içireceğim
düşe kalka düşledim, son baharım kaldı
beni şimdi tutmazsan, dudaklarına devrileceğim
oturaklı şiirler yaz bana, sevgilim olmayan sevgili
yorgun günlerimde dinleneceğim bir yer bulunsun
şiirlerde bari, bir nefeslik yerim olsun
'05-izmir havası
Pelin Onay
göksel gülmek için yaratılmıÅ� 2009
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)