22 Ekim 2010 Cuma

Avuçiçi Kadar Mutluluk Yeter

                                                 


“Avucunda biriktirdiklerin çok güzel” dedi bir seferinde.
Sabah uyandığımda hava bulutlu, içim yağmurluydu.
Sele dönüşmeden kalbime yağan, tedbirimi aldım, baraj kapaklarını açtım. Gözümden damlayan inciler göğe dönmüş avucuma düşünce birden ıssız geceme gelen bu sözü hatırladım: “Avucunda biriktirdiklerin çok güzel”
Avucumu açtım, biriktirdiklerime baktım…Acıların arasından gülümseyen yüzler gördüm, o günlerin geçtiğine sevinmiş, elemi eleyip huzuru duvara asmışlardı. Şarkılar vardı, hepsine denk düşen, yakan, yıkan aşka düşüren…

Mesela birinde;
“Fikrimin İnce Gülü
Kalbimin Şen Bülbülü
O Gün ki Gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..
Gördüğüm Günden Beri

Olmuşum İnan Deli
O gün ki gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..
Ateşli Dudakların
Gamzeli Yanakların
O gün ki Gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..” diye inliyor, sesi delip geçiyordu aşığın yüreğini.
Bir başkasından İstanbul göz kırpıyordu, masmavi… Özlemin de güzel olduğunu anlatıyordu, kavuştuğun günlerin resimleri. Musikinin hüzünlü nağmeleri bile serinletiyordu boğazın dalgalarına gizlenen hafif esintiler gibi.

Kırık bir kalbe söylenen teselli sözleri, yalnızlığın paylaşıldığı gecelerde yüze düşen bir tebessüm resmi, annesiz bir çocuğun bağra basılıp ısıtıldığı şiirler gibi nice güzel ses, görüntü, harf birikmiş avucumda meğer. Hepsi de öyle değerli ki…

Anıların kanatları alıp götürdüğünde bizi geçmişe, bugünkü sizi oluşturan her şeye teşekkür etmeli. Canınızı acıtanlar en çok merhameti istiyor belli ki, duyun onu, sevin, dokunun diye canhıraş bir halde acıtmış sizi. Sizinle gülen, sizi güldürenden daha çok gülümsemeyi öğretmiş belki. Sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak bundan gerekli. Sıkıca kapadım hafızamın avuçlarını, akıp gitmesin hiçbiri. Avucumda biriktirdiklerim hem çok güzel hem çok kıymetli.

Yine dosttan bir inci: “Matematiğin bittiği yerde hesabı, hesabın sahibine bırakmayı bilmeli…”

Bırakıyorum kendimi, merhametinin enginliğine…Beni zayi etmezsin değil mi?

handan güler

BU YAZI KALEMŞAH.COM' DA YAYINLANMIŞTIR

19 Ekim 2010 Salı

BİR DERSİN ANATOMİSİ 1


Heyecanla karışık bir hüzünle geç vakitte yatağa girmiş, birçok yorucu rüyanın kollarında hırpalanmıştım bütün gece.


Günün ilk ışıkları ile uyanıp herkesi uğurladıktan sonra ben de Hoca’nın dersine yetişmek için alelacele evden çıktım. Serin ama güneşli bir ekim günü daha yaşıyordu Ankara. Atatürk Orman Çiftliği'nin bulunduğu yolu tercih edince sonbaharın renk cümbüşünde, güzellikte birbiriyle yarışan sarının, yeşilin, kırmızının, kahvenin tonları arasında buldum kendimi.

Hızla akan trafik bir bir elimden alsa da zihnimin çektiği resimleri menzilime yaklaşmanın heyecanı kaplıyordu içimi. Çokluktan, zihin karmaşından, kalp yorgunluğundan arınmak istediğim bir dönemi yaşatıyordu Zamanın Sahibi. Mevsim geçişlerinin sancısı sarsarken bedeni, ruhu da örseliyordu saatin hiç durmadan işlemesi, yoruyordu "Gökyüzünden habersiz uçurtma uçuran" yüreği.Dersine geldiğim Hocam’ı görünce hele de elinden aldığım tek şekerli sabah çayım ve bir parça sıcak simidin kokusu eşliğinde geçen hal hatır sorma faslında daha, fazlalıklarından kurtulmaya başlayan ruhum hafiflemişti adeta.

Geniş merdivenlerini tırmanarak vardığımız sınıfta öğrencilerin meraklı bakışlarına aldırış etmeden geçip oturdum akçaağaç rengindeki sıralara. Öğrencilerin rehavete kapılmaması amacı güdülerek özel olarak hazırlanmış olduğunu düşündüğüm mavi kumaş kaplı rahatsız oturakların olduğu sınıfta parlak bir gri eşlik ediyordu beyaz duvarlara.

Dersin adı: Edebiyata Giriş. Türk Edebiyatı'nın önemli isimlerini tanımak bağlamında öğrencilerin hazırladığı sunumlar üzerinden yürütülen derste günün ilk yazarı Tomris Uyar. Hocasının yanına masaya sunum yapmak için geçen kız öğrenci heyecanlı olsa da Hoca'nın sakin ve destekleyici tavrı onu rahatlatmakta. Kısa biyografik bir sunumdan sonra, hoca devreye girerek yazarın hikayeciliği üzerine konuşmakta. Daha da çok sınıfa sorular sormakta. Soruları sorularla yanıtlayıp gençlerin akıllarına soru işaretleri bırakmakta. Bütün yazarları okurken eleştirel bakış açısını yitirmeyin uyarısını hal diliyle tekrarlayıp büyük yazarların bahçesinde de ayrık otları olabileceğini hatırlatmakta.

Tomris Uyar'dan Diz Boyu Papatyalar ve Gün dökümü' nü okumadan mezun olmayın bu okuldan diyerek iyi kitaplar listesini kabartmakta.

Sunum yapan öğrencinin alıntıladığı metinleri kelime bazında irdeleyince ders sıradan bir edebiyat dersinden çok daha derin anlamların vurup vurup kaçtığı bir kıyı oluyordu adeta. Hoca kelimelerin gerisindeki gizlere işaret ediyordu “Açık Deniz”edasıyla. "Sıradan insanlar" ibaresinden başlıyordu mesela, kimdir sıradan insanlar deyince ev hanımlarını örnek veriyordu sunum yapan kız. Gülüyordu hoca, ev hanımı dediğin üretime en çok katkısı olan, o rutine katlanırken güler yüzü de sunan o varlık nasıl sıradan olur, asıl odur özgün olan diyerek itiraz ediyordu söylenenlere.

"Dönemin rengi" kelimesini irdeliyordu sonra. Sahi dönem bir nesne midir ki rengi olsun, her devirde her çeşit insan var olduğuna göre nasıl tek bir renge hapsedilir ki zaman diyordu öğrencilerin zihnini eleştirel bakışa taşımak maksadıyla.

Laf olsun diye cümleler yazmayın yazılarda diyordu, "gözlemci edebiyatçı" ifadesinin yanlışlığını vurguladığı cümlenin sonunda. Doğru ya, gözlemci olmayan edebiyatçı yoktu sonuçta.

Kız öğrenci sunumuna devam ediyordu, gülen gözlerle anlatıyordu yazardan okuduğu iki kitabı sınıfa.

Sekizinci Günah'tı biri, akıcı dille yazılmış sekiz öyküden oluşuyordu kitap. En sevdiği öyküyü okudu öğrenci. Sınıfın yorumlarından sonra tekrar hoca girdi devreye ve başladı anlatmaya hayatı, yılların getirdiği bir bilgelikle.

Hayat dedi gözle görülür bir nesne midir, insanın kendi hayatı dışında bir hayat var mıdır? Bir insan öldüğünde, devam mı eder hayat denen olgu diye sordu sınıfa. O noktada bir sürü pencere açıldı zihnimin odalarında. Haklıydı hoca, her insanın aslında bir hayatı vardı ve bu hayat bir başkasınınkini yargılayacak, onunla oyalanacak kadar uzun değildi. İnsan tek sermayesi olan hayatı çar çur etmemeliydi. Kendi hayatının anlamı üzerine kafa yormalıydı ki, hayatını hayat kılabilsindi. İçe kapanmak gerek dedi. Patolojik bir kapanmadan bahsetmese de, büyük eserler veren yazar ve şairlerin hep böylesi bir içe kapanıklığın sonucunda o noktaya geldiklerini örneklerle izah etti.Sadece çevresinin yani başkalarının ilişkileri içinde yaşayan bir insan için nasıl "yaşıyor" denebilir ki diyerek bir aldanma, bir ilizyonun içinde yaşayıp gidiyor, kocaman laflar ediyoruz, niçin bunların hepsi, bir ölüye çıkmak için mi diye sordu sınıfa. Niye bunca sınavlar, işler, koşuşturmacalar, bir tabak yemekle yarım gün doyan bir mide için mi koşuşturuyor bunca insan dedi, ifadelerini güçlendirerek.

Her şeyi bildiğini sanmak, dışa dönük yaşamak kadar boş bir şey var mıydı gerçekten bu dünyada. Bütün büyük fikir adamları doğruyu içe kapanmakta bulmuşsa, hakikat dışarıda değildi demek ki. Acı çekmeden, hayatın anlamı üzerine düşünmeden yazmak hele ki zamana direnen kalıcı eserler bırakmak mümkün değildi. Oğuz Atay gibi büyük yazarlar içte derinleşerek, içe kapanarak yazmışlardı eserlerini. Her şey içten ibaretse içe kapanmak neden kötü olsundu ki!

Yunus Emre'nin, ruh bedende konuktur, yani, bu can bu tende konuktur, bir gün çıkar gider, kafesten kuş uçmuş gibi diye anlattığı hakikat, bize, hayat denen şeyin ruhta gizli olduğunu anlatır diyerek ekledi hoca sözü söze. Problem içe kapanmak da değil, içe kapanamamaktadır. Hayatta fark etmemiz gereken tek gerçek insanın kendisine ve bir başkasına acı vermeden yaşamasıysa bunun için içsel bir yolculuk yapmak gerekmiyor muydu?

Hocayı dinlerken içimde dalgalanan deniz beni kah sahiline atıyordu emniyetin, kah azgın suların soğunda bırakıyordu. Bu arada sunum yapan öğrenci Tomris Uyar'ın Yürekte Bukağı adlı eserinden paylaşımlar yapmaya başlamıştı. Yalın bir dili vardı yazarın.

Ders arasının geldiğini haber veren öğrencinin sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp hava almak için balkona çıktık beraber. Güneş cazibedar ışığını üzerimizde gezdirse de uzun ve sıcak yazın bittiği gün gibi aşikardı. Hatta kış biran önce sahneye atılma telaşındaydı. Ama savrulduğum düşüncelerin yakıcılığı soğuğu algılayışımı bile devre dışı bırakmıştı. Bir sigara içimi durduğumuz balkonda dumanı izledim hüzün dolu bakışlarla. Sanki kaybolup giden ömrümüzün resmini çiziyordu sigara.

İkinci derse öykücü Tomris Uyar'ın eşi Turgut Uyar'dan şiirler okuyarak başladı Hoca. İlk şiir buydu:HİÇSİZLİĞE

Tanrım sen ne kadar güzelsin

Bir hiç olarak

Ormansın belki bilmiyorum

Belki ormanda bir ağaçsın şuncacık

Bir pazartesi günüsün

İnsanları dupduru edemeyen

Bütün karayollarında ve demiryollarında

Gider gelirim bütün dünyada

Ama biliyorum Kırşehir'de mezarsın

Bir kilisesin Kapadokya'da

Sözgelimi yumurtada zarsın

Ustasın sabahları yapmada

En katı yoklukları koyarak insanın içine

Akşam üstlerinde biraz gaddarsın

Sular ve zamanlar kararırken

Ne yapalım

Bari bağışlayalım birbirimizi.



Hiç; Allah demektir, bütün aşkınları aşan, hiçbir idrakin kavrayamayacağı mutlak belirsizliktir. Büyük şair Turgut Uyar bu şiirde o kuşatıcılığı anlatır diyerek kısa bir yorum yaptıktan sonra bu şiiri anlam bakımından da desteklen bir başka şiirdeydi sıra :



ÇOKLUK SENİNDİR



Özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir

özenle ne yapıyorsam bilirsin artık senindir

suya giden bir adam mesela omuzunu eğri tutsa

güneş su ve adamın omzundaki eğrilik senindir

ayağa kalkarsın, adına uygunsun ve haklısın

kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir

kararan dünya, yeni bir güle bir ateş parçasıdır

bir ateş parçasından arta kalan soylu karanlık senindir

bir deneyli geçmişi aldın geldin yeniyi güzel boyadın

ben bilirim sen de bil ilk aydınlık senindir

benim sevdiğim su senin suyunun öz kardeşidir

senin soyunun bıraktığı güçler artık senindir

çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi

her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir

senindir ey sonsuz veren ne varsa hayat gibi

tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir

ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın

aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir.



Turgut Uyar'ın Divan'ını mutlaka okuyorsunuz hatırlatmasından sonra en ünlü ve çok çağrışımlı olan bir başka şiire uğradı yolumuz. Bu şiirin daha ilk mısrası hayatı tanımlardı bana ve dağıtırdı her okuduğumda. Hocadan şiiri dinlerken beni başka dünyalara götüren uzun koridorlar açıldı her vurguda:



GEYİKLİ GECE



Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta

Her şey naylondandı o kadar

Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.

Ama geyikli geceyi bulmadan önce

Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk

Geyikli geceyi hep bilmelisiniz

Yeşil ve yabani uzak ormanlarda

Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan

Hepimizi vakitten kurtaracak

Bir yandan toprağı sürdük

Bir yandan kaybolduk

Gladyatörlerden ve dişlilerden

Ve büyük şehirlerden

Gizleyerek yahut döğüşerek

Geyikli geceyi kurtardık

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı

Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk

Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza

Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları

Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk

Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz

Bilir bilmez geyikli gece yüzünden

"Geyikli gecenin arkası ağaç

Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü

Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"

İster istemez aşkları hatırlatır

Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş

Şimdi de var biliyorum

Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz

Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli

Hiçbir şey umurumda değil diyorum

Aşktan ve umuttan başka

Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı

Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor

Biliyorum gemiler götüremez

Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini

Örneğin Manastır'da oturur içerdik iki kişi

Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek

Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı

Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi

Geyikli gecenin karanlığında

Aldatıldığımız önemli değildi yoksa

Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak

Gümüş semaverleri ve eski şeyleri

Salt yadsımak için sevmiyorduk

Kötüydük de ondan mi diyeceksiniz

Ne iyiydik ne kötüydük

Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa

Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı

Ama ne varsa geyikli gecede idiBir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan

Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda

Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında

Büyük otellerin önünde garipsiyorduk

Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte

Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız

Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk

Yahut bir adam bıçaklasak

Yahut sokaklara tükürsek

Ama en iyisi çeker giderdik

Gider geyikli gecede uyurduk

"Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede

İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı

Sultan hançerleri gibi ay ışığında

Bir yanında üstüste üstüste kayalar

Öbür yanında ben"

Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım

Eskimiş şeylerle avunamıyoruz

Domino taşları ve soğuk ikindiler

Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık

Gölgemiz tortop ayakucumuzda

Sevinsek de sonunu biliyoruz

Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum

İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada

Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum

Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum

İyice kurulamıyorum saçlarını

Bir bardak şarabı kendim için içiyorum

"Halbuki geyikli gece ormanda

Keskin mavi ve hışırtılı

Geyikli geceye geçiyorum"

Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.



"Afiyet olsun" dilekleri ile çıktık öğle arasına. Hocanın elinde yine sert bir kahve, sigara... Öğrencilerle birlikte okulun kafeteryasında yemeğimizi yedik, başarısız bu yemekler dedi, bir kaç lokma aldıktan sonra. Çaylarımızı aldık, açık havaya çıktık.



Bugün “Bir güzel susmak geliyordu içimden” ve Hocayı dinliyordum pür dikkat; gerek yok dedi bunca dağılmaya, okumak lazım, daha da çok yaşamak, bak nasıl akıyor zaman, ömür kısa diyerek daldı uzaklara.

handan güler

BU YAZI AYNI ZAMANDA KALEMŞAH.COM'DA YAYINLANMIŞTIR.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Yenilen biz miyiz yoksa aşklar mı ...

SAVRULAN KÜLLERİ ÖMRÜMÜZÜN


Bir kızın kocaman gözlerinde gördüm

bulutların dağlara sessizce çöküşünü

Çocuksu susuşları gördüm, kırılan sevinci

Ve kalbimi puslu yamaçlardaki pusulara saldım

çobanlar çoktan inmişlerdi ovaya

bense yapayalnız bir ağaçtım doruklarda



Harelenen sularda bir yanık kokusu

ve uzun boyunlu bir kızın gülümseyişi

Işık zamana bağlı zamansa onun

kocaman gözleridir artık

Anladım tarih de yazılmaz

bir aşkın sayfalarına düşmüyorsa gün



Yalnızdım, yapraklarım dökülmüştü bir bir

deryalara savrulup çöllere düşmüştü

Bir duman tütüyor yine hangi kent yandı

hangi sokakta vuruldu sevgilim

Bir demet menekşe bir avuç toprak

burkulan bir yürek miyim hep



Sesimde bir yanma bir kekrelik

uzayıp giden bir çöl yalnızlığı

Gazeteleri okumuyorum başım dönüyor

sulanmamış çiçekler gibi kuruyor her şey

her şey bir yolculuğun hüznünü taşıyor

gidip de gelmemek üzere bütün yüzler



Puslu yamaçlarda bir çakal gölgesi

bir dağ suskunluğu yürüyor kentlere

yenilen biz miyiz yoksa aşklar mı

bir kızın kocaman gözlerinde görüyorum

savrulan küllerini ömrümüzün

Bu kenti ayrılıklar yıkacak birgün biliyorum



Ölümden şikâyeti yok ölüp gidenlerin

ama bir kızın kocaman gözlerinde yangınlar çıkıyor

Acılar dehşetli kinlendiriyor beni

Kabarıp duruyor içimde, kabarıp duran bir okyanus

yurdumu arıyorum batık bir tekne değilim

yurdumu arıyorum kızgın küller ortasında





AHMET TELLİ

17 Ekim 2010 Pazar

sen varsın dünyada birde ben varım ...Necip Fazıl'dan...BEKLEYEN...



Sen kaçan ürkek bir ceylansın dağda


ben peşine düşmüş bir canavarım.


istersen dünyayı çağır imdada


sen varsın dünyada birde ben varım


seni korkutacak geçtiğin yollar


arkandan gelecek hep ayak sesim


sarıp vücudunu belirsiz kollar


enseni yakacak ateş nefesim


kimsesiz odanda kış geceleri


için ürperdiği demler beni an


deki odur sarsan pencereleri;


deki rüzgar değil odur haykıran


göğsümden havaya kattığım zehir


solduracak bir gül gibi ömrünü


kaçıp dolaşsan da sen şehir şehir


bana kalacaksın yine son günü


ölürsün kapanır yollar geriye


ben mezarla sırdaş olur beklerim


varılmaz hayale işaret diye


toprağında bir taş olur beklerim






Necip Fazıl Kısakürek






10 Ekim 2010 Pazar

Aşkın ve acının vadilerinden geçerek yürümeyi öğrendi kalbim ...


Unutuyorum Sensizliğe Alıştığımı



Aşkın ve acının vadilerinden


Geçerek yürümeyi öğrendi kalbim


Gözlerin var mıydı senin


Görebilir miydin duygularımın


Maverada açan çiçeklerini


Ellerin var mıydı senin


Tutabilir miydin uzatsaydım ellerimi


Nefesin zor fırtına dağıttı bedenimi


Parmaklar arasında duman duman her akşam


Ölümle randevumu hatırlayıp yeniden


Mezarıma yürürken


Unutuyorum sensizliğe alıştığımı


İçimin kan rengi okyanusunda


Zıpkın yemiş balık gibi yüreğim.






Nurullah Genç

8 Ekim 2010 Cuma

"Korunaklı şiirler yaz bana, sevgilim olmayan sevgili "


Dilimde ay tutuldu.../...dilsizim




korunaklı şiirler yaz bana, sevgilim olmayan sevgili




sağanak yağışlı günlerimde sığınacağım bir yer bulunsun


bari, şiirlerde bir ev'cağızım olsun


üç oda bir salon yalnızlığımı kiraya vereceğim


heveslenme, senin için düşlerim başka


aklını başından alıp, gezmeye götüreceğim


ne güzel gülüyorsun, dudaklarında eski İstanbul resimleri


öyle kal lütfen, yüzüme baktığın anın resmini çekeceğim


sana söz veriyorum, sen de bana umut ver


sonra her şeyi unutup, ülkeme geri döneceğim


bende bir hoşum, şarkıların belalı güzelliğine vuruldum


o uzak ay'da kaldı onayladığım gülüşler


raks eden sevişmelerin çingene zamanındayım,


'gel' desen, gidemeyecek kadar sarhoştur özlemler


anlayışımı kaybettim, beni anla


karşılığında gözlerimin kahvesinden içireceğim


düşe kalka düşledim, son baharım kaldı


beni şimdi tutmazsan, dudaklarına devrileceğim


oturaklı şiirler yaz bana, sevgilim olmayan sevgili


yorgun günlerimde dinleneceğim bir yer bulunsun


şiirlerde bari, bir nefeslik yerim olsun


'05-izmir havası


Pelin Onay



göksel gülmek için yaratılmıÅ� 2009

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin