16 Aralık 2011 Cuma

DEDEMİN İNSANLARI’NIN İÇİMDE ÇAĞ(LAY)AN IRMAĞI…


Epeydir süren mesleki sınav telaşlarım sebebiyle, yazmaya, seyretmeye, yaşamaya verdiğim aradan sonra dün sabah sınavdan çıkar çıkmaz sinemaya koştum. Vizyondakilerden bile bihaber gittiğim sinemada tesadüfen bazı tanıtımlarını gördüğüm ama üzerine kesilmiş ahkamlara dair tek yazı okumadan sadece Çağan Irmak ismine güvenle DEDEMİN İNSANLARI ‘na girdim. Filmden çıktığımda epey ağlamıştım. Buna rağmen bir o kadar da gülmüş olmanın keyfiyle doluydum.  Toprak çekiyor olmalı ki, Çağan Irmak’ı, filmlerini, insancıl bakışını kaybetmeden basit ve güzel hikayeler anlatışını seviyorum.  Basit ve kolay yazmanın, böylesi filmler çekmenin, hele de herşeyin görmek, görülmek, kısacası gösteriş üzerine kurulu olduğu zamanları yaşarken basit olmanın zorluğunun farkındayım. Bu cümleyi basitçe söyleyemediğimden bahisle, “Basit”liğin ustalığın zirvesi olduğunu kabul ediyorum.   
İyi sinema filmlerini domino taşlarına benzetirim… Dış dünyadan kopup karanlıklar içinde salona girdiğimizde önce reklamlarla kirlenen hafızamız, ışıkların tamamen sönüp filmin başlaması ile alır götürür bizi zihnimizin arka odalarında biriken anılardaki bize. Binlerce resmin arka arkaya aktığı filmde her karenin zihnimizde bir başka kareyi harekete geçirerek domino taşlarının devrilişleri ile büyüleyici bir başka resmi ortaya çıkarması gibi iyi bir filmden çıkarken de yeni bir resmin parçası oluruz. Bu resim ne kadar gerçekçi ise kalbimize ne kadar değdiyse filmi de o ölçüde severiz.
Bu filmde memleketimi, egenin sıcak insanlarını, sonlarına yetiştiğim seksenleri, annelerin çocukları rahatça yalnız başına evden gönderebildiği, yürüyerek okula gidildiği, dükkanların kapısına kilit vurulmadan yemek yemeğe gidilebildiği güven dolu çocukluk günlerimi yani hayatın saflığını gördüğüm  için olsa gerek beğenerek izledim.

Ve film boyunca domino taşları devrildi içimde beni kendimle, babaannemle yüzleşmenin eşiğine getirdi. Rahmetli babaannem 1917 de İzmir’de doğmuş, babasını, amcasını, hasılı kelam ailenin erkeklerini Çanakkale Savaşı’nda yitirdiğinden etrafında pek fazla erkek figürü görmeden büyümüş. Babaannemin annesi de 1908’li yıllarda 9 yaşında iken mübadele ile Girit’ten İzmir’e göçmüş bir ailenin kızı. Erken yaşta evlenip kız çocuklar doğurmuş ancak kocası savaşta şehit olunca çeşitli işlerde çalışarak çocuklarını büyütmüş yalnız ve güçlü bir kadın. Ve babaannem bu zorunlu olarak anaerkil olan ailede güçlü olmak zorunda kalan bir kadının güçlü(yü oynamak zorunda kalan) kızı…

Ben doğduğumda 60 yaşında olan babaannemle 18 yaşına kadar birlikte olabildim. Bu sürede iki ev değiştirdik ve babaannem her daim alt katımızda oturdu. Doğduğum, çocukluğumun geçtiği bu bahçeli evler Bornova’da olup babaanneme aitti. Dedemse bu evlere, annesinin kaderini yaşayarak  genç yaşta dul kalan babaannemin ikinci kocası olarak sonradan gelmiş, babaannemden sekiz yaş genç ve ona aşık bir adamdı. Aynı zamanda babaannemin teyzesinin torunu olduğu için Girit’ten gelmiş bir ailenin en küçük-haşarı bir oğluydu. Babaannem hem yaşının hem annesinden gördüğü zorunlu aile yapısı nedeniyle hem de mal varlığının gücüyle evde baskın bir karakter olmayı başarmıştı.
Buraya kadar göç dışında filme paralel giden bir durum olmasa da anlattıkça anlayacağınız durum için bu ayrıntıları verme gereği duydum.

Güçlü insanların yaralarının çok derin olduğunu düşünürüm. Sınana sınana çelikleşen bir iradeleri ve olaylara bakışları olur. Hele yeri doldurulmaz kayıplar yaşamış olmak hayata bilgece bakabilmeyi getirir çoğu zaman. Ama yine de insanın içinde kalan bir çocuk vardır ve o çocuk ara ara yüzünü göstererek huysuzluklar yapar, kanayan yaralarını hatırlatır insana. Bu nedenle ne kadar olgun, görmüş geçirmiş olsa da çocuksu halleri vardır bütün insanların.
Babannem çevresinin sevdiği, akıl aldığı ve iktisatlı olmayı yaşam biçimi haline getirdiğinden her daim dolu olan cüzdanı sebebiyle herkesin sık sık borç istediği, sohbetine doyulmaz, güler yüzlü bir kadındı. Dışarıdan bakan, içten kahkahalarını gören hiçbir derdi yok zannedebilirdi. Zaten şimdilerde dert edindiğimiz bir çok şey o ve onun zamanını yaşayan insanlar için dert değildi. Filmde Çağan Irmak’ın dediği gibi “şimdiler olsa travma derlerdi biz yaşamamız gereken ne varsa hepsini yaşadık, toslamamız gereken her şeye tosladık.”diyebilecek cinsten bir yaşamdı babaanneminki.

Babasını doğduğunda, aşık olduğu kocasını evliliğinin baharında henüz 24 yaşındayken, kocasından yadigar bir kızını kocasını gömdükten kısa süre sonra kaybeden, sık sık hasta olan nazenin diğer kızı ve karnında taşıdığı oğlu ile hayata tutunmayı başaran, dışarı dikiş dikerek evini geçindiren, çocuklarını okutan bir kadın. Dul olmanın ayıp olduğu zamanlarda yaşadığından ikinci bir evlilik yapan, o evlilikten doğan babamı diğer çocukları ile beraber büyüten ve ona çok aşık olsa da içtiği zaman dellenen, iyi kalpliği yüzünden sürekli kurduğu işleri batıran bir adamla tek tokat yemeden 45 sene geçinebilmek başarısını gösteren zeki bir kadın bahsettiğim.

Ama bir yandan da adını koymayacaklar diye babama uzun süre küsen en sonunda ilk kız torun olan bana adı verilince üst kata çıkıp annemi ziyaret eden bir kadın babaannem. Dolayısıyla benim babaannemle ilişkim bir inatlaşma üzerinden başladığından olsa gerek hep böyle sürdü. Herkesin sohbetini sevdiği bu kadınla bir ben bir de babamın geçinemiyor olması nedendi diye düşününce aynı ona benzediğimiz ve benim dediğim olacak noktasında hiçbirimiz taviz vermediğimiz için olduğunu yeni yeni anlıyorum.
Ve aslında onu ne kadar çok sevdiğimi öldüğünü uzak bir diyarda öğrendiğimde anladığımı anımsıyorum. Bir kurban bayramı arefesinde İzmir’e geldiğimde 27 gün olmuştu öleli ve sınavlarım var diye bana söylememişti ailem. 18 sene beraber olduğunuz biri daha ayrılalı bir sene olmuşken döndüğünüzde oturduğu köşede olmayınca çok dokunuyor insana. O geceyi hatırlıyorum; dedem onu kaybetmenin perişanlığı ile babaannemin adını taşımama  gurbette olmam da eklenince öyle sıkı sarılmış ve yerine sen kaldın kızım diye diye ağlamıştı. Uykusuz bir geceden sonra öğlene doğru Konak’a gitmek için çıktığımda annem bayram temizliği için alt katta olduğundan anahtarı oraya bıraktığımda kapıyı dedem açmış ve gülümsemişti. Annem çok oyalanma, çabuk dön, çok iş var dediği o gün biraz geç kalınca anneme görünmeden yukarı çıkmıştım. Ben apartmana girerken kapının önüne gelen cenaze arabasından inenler bizim binaya girince ne çok ölen var bu ara diye içimden geçirmişken hemen arkamdan ağlayarak gelen annem deden öldü demişti. Daha babaannemin yokluğu fikrine alışamamış, onun yasını tutamamışken dedemi de kaybetmiştim. Dalga geçme birkaç saat önce gayet iyi idi diye tepki vermiş, inanamamıştım anneme. Öğlen sapa sağlam olan dedemin cenazesini herkes bir koldan koşup ikindi namazına yetiştirmişler, çok sevdiği karısının yanına defnetmişlerdi. Herkes, ne büyük aşkmış, onsuz yaşayamadı, ne çok seviyormuşlar birbirlerini, Allah toprakta da ayırmadı demişti. Babam bir anda garip olmuş, anne babasını 28 gün ara ile defnetmenin acısı ile bu dünyada gurbete düşmüştü. O günden sonra da babam epeyce değişti, bir başka olgunluk, sakinlik geldi üzerine. Artık kafası attığında çekip gideceği, orda da rahat durmayıp çekişeceği birileri yoktu alt katında. Ve hayat huzursuzlukla, kavgayla geçirilemeyecek kadar kısaydı. Ahiret hayatı bir nefes kadar yakındı, her an hazır olmalıydı. Bu hazırlık belki de en çok dışarıda ahkam kesmeyi bırakıp daha fazla içe dönmekle sağlanacaktı,birçoğumuzun sözde söylerken özde ıskaladığı bu gerçeği idrak eden babam sosyal yaşamdan da kopmadan halkın içinde Hakk’la beraber olmanın yollarını arşınlamaya başladı.

Yokluğunu ölümünden sonra çokça hissettiğimiz babaannem, o neşeli, olgun, görmüş geçirmiş kadın sık sık benimle ve dünya görüşü farkından dolayı babamla uğraşırdı. Ben de babasına aşık her kız çocuğu gibi babamı ve kendimi savunmak için sürekli teyakkuz halinde bulunur, hazırcevaplığı ile tanınan babaanneme laf yetiştirme telaşına düşerdim. O ise sözünün üstüne söz söylenmesinden hoşlanmadığından kızar otoritesini sarsan bu iki figüre babama ve bana daha fazla yüklenirdi.  Babaannemin en kızdığım sözlerinden biri “İsmimi senden geri alacağım, sen bize hiç benzemedin, onlara benzedin, göçmenlere” demesiydi. “Kardeşin aynı biz, keşke ona verseymişim ismimi, o bizden, Girit’li o.” diyerek beni kışkırtır, lafımın altında kaldığında bu şekilde üste çıkardı. Eeee, bütün ömrü zeytinyağ yiyerek geçmiş biri olarak ben de altta kalmaz cevap verirdim ona. Sırf babanneme inattan yemediğim otlardan hareketle, damak tadımın anneannemin yemeklerine yatkınlığını baz alarak bu ithamda bulunurdu çoğunlukla. Tabi bir de renkli gözlü olmam da göçmenliğime kanıttı. Biz yerlisiyiz İzmir’in der, bana nispet olsun diye aslında huyu anneme benzediği için anlaştığı kardeşimi bağrına basardı.
Gerçekten de İzmir’in insanın büyük kısmı mübadele ile gelen Girit Osmanlılarıydı. Şehirde epey de Rum yaşardı. Kaynaşmış bir kültürdü İzmir’de Rum’lar ve Türkler. Müslüman olmasalar da çok hassas ve insancıldılar diye anlatırdı babaannem komşularını. Mahallede bir cenaze olsa bir hafta radyo açmazlar, bayramda bizle bayram yapar, bizim gibi yani Müslüman -Türk gibi yaşarlardı diye anlatır, bahsettiği kişilerden ölenler için ah çekip içli içli toprağı bol olsun derdi.

Bugün buradan bakınca Osmanlı’nın çökme sürecinde bile çok kültürlü coğrafyasındaki yönetim başarısını görmek gerek. Kimseyi kendi etnik kimliğinden koparmadan, kendisi olmaktan vazgeçmeden beraber yaşamanın mümkünlüğünü gösteren bu fotoğrafı iyi okumalıyız. Bugün belki de en çok ihtiyacımız olan empati gücünü, insan olmayı, güvenmeyi yeniden öğretecek kodlar o fotoğrafta saklı.

Ama işte filmde de gördüğümüz gibi ötekileştirme, oralara yeni geleni kabul etmeme, içten içe eleştirerek öz yurdunda garip hissettirme durumu imparatorluktan devlete geçişte öne çıkarılan milliyetçilik fikri sayesinde bocalayan halkın birbirine reva gördüğü bir hal olunca yavaş yavaş kardeşlik duygusu da zedelenerek bugünlere gelindi.
Babaannem çocuk yaşta evlenen göçmen bir annenin çocuğu iken, ilkokula kadar Türkçe’yi çok da bilmezken, aksanı onun göçmen olduğunu ele verirken muhtemelen itilip kakılmalara maruz kalmış ve filmdeki çocuk gibi içinde kin büyütüp yaralanmıştı. Ve hayatında onu karşısına alıp bu kızgınlığına bilgelikle karşılık verecek “Onlar da bizim insanımız” diyecek, onu üzenlerin karşına çıkıp onu koruyup kollayacak güçlü bir erkek figürü olmadığından hep bunun ezikliğini hissetmişti.

Yıllar sonra nesiller değişip kendisini İzmir’in yerlisi gibi hissetmeye başladığı zamanlarda hem çalışkan ve hem de güzel oluyorlar diye Bulgaristan göçmenleri içinden annemi gelin alsa da, babaannemin her kafası attığında onlar göçmen vurgusu yaparak bununla çevresindeki göçmenlere karşı şefkatsiz söylemlerde bulunduğu da bir gerçek. Bu filmi seyrederken şunu hissettim; aslında göçmen kelimesinin içinde oluşturduğu sızının bastırılma çabasından başka bir şey değildi kendisi de göçmüş birinin kendinden epey sonra göçen kişilere olan bu tavrı. Filmde çok az verilen bu bölüm sayesinde kalbimde böylesi bir sayfa açılırken, babaannemin aslında bana değil de içindeki çocuğa kızdığını fark ettim. Öyleyse ben yanlış bir şeyler yaptığım için kızıyor değildi babaannem, belki de beni kendisine en çok benzettiğinden sıkıştırıyordu. Demek benim bir hatam yokmuş duygusu kapladı içimi. Keşke daha detaylı işlenseydi mübadele kavramı ve göçmenlerin acıları diye düşünürken babaanneme olan kızgınlığım birden merhamete dönüştü. Keşke dedim birkaç Çağan Irmak daha olsa ve binlerce sessiz hikayeyi o muhteşem bakışı ile perdeye aktarsa. 

Aslında beni babaannemden ziyade anneanneme yaklaştıran göçmen mutfağına olan yakınlıktan çok anneannemin merhameti, ilgisi, her şeyi sevgi ile karşılaması idi. Anneannemin de hayatı çok zor geçmişti ama işte insanlar yazılan kaderlerine verdikleri farklı tepkilerle karakterlerini de meydana getiriyordu.
Anneanneannem 1928’de doğmuş ancak doğduktan bir sene sonra annesini kaybetmiş, ailenin en küçüğü olarak babasının gözbebeği olmuş bir çocuk. Bu nedenle üvey annesi tarafından da çokça ezilmeyen hatta onu çok da seven bir çocukmuş. Ama işte ne kadar da olsa “analık” ana gibi olmadığından eksikliğini çektiği şeyi, kendisi fedakarane bir tavırla etrafına vermiş, tüm çevresine karşı şefkat dolu bir insan olmayı huy edinmişti. Hiçbir şeyden korkmayan, yılmayan, ağabeylerini pısırık bulan bu kadının ardında güçlü ve sevgi dolu bir baba figurünün olması da karakterinde en önemli etken olsa gerek.

 Anneannemin babası, kardeşleri ile beraber Bulgaristan’dan Çanakkale’ye gelip savaşan Türkler’den. Bulgaristan’a da Osmanlı’nın hassasiyetle uyguladığı ve bunun sonucunda fethettiği yerlerde ayakta kaldığı iskan politikası ile Karaman civarından getirilmiş Türklerden imişler. Çananakkale den sağ olarak kurtulan annemin dedesi İzmir’den düşmanın denize dökülmesinin ardından 4 yıl sonra döndüğü Bulgaristan’da her daim İzmir’i anlatmış ve bir gün mutlaka Türkiye’ye , İzmir’e gidin diye evlatlarına vasiyet etmiş. Anneannem Çanakkale ‘den dönünce dünyaya gelmiş ve babasının destansı savaş hikayeleri ile büyümüş. Korkusuzluğu ve atılganlığını da bunlardan almış olmalı diye düşünüyorum.
Yıllar sonra komünist  rejim Türkler’e eziyet etmeye başlayınca varlarını yoklarını orada bırakıp sadece kocası ve 4 çocuğu beraberinde bir bavulla turist vizesi alarak Türkiye’ye girmiş ve babasının vasiyeti üzerine İzmir’e yerleşmişler. Rahmetli dedem 40 yaşında imiş. Nasıl bir cesaret ki, kurulu düzenini, işini, malını mülkünü bırakıp sadece dinini daha rahat yaşamak için göç etmek… Dürüst olana, çalışana her yerde ekmek var deyip canla başla ailecek çalışarak kısa bir sürede İzmir’in yerlisinden daha hali vakti yerinde bir duruma gelmek… İnancın, azmin, uğruna yoluna çıkılan değerlerin hayata yansıyan zaferi olmalı bu. Ve hiçbir zaman göçmenliğinden utanç duymadan Peygamberimiz ‘de hicret etti, o da göçü, zorluğu yaşadı diyerek bundan kıvanç duyan bir duygu durumu taşımak ancak içindeki inancın duruluğu ile alakalı olmalı.

Ama işte geldiğin yerde Türk, göçtüğün yerde göçmen diye yaftalanmak, huzursuz edilmek, ötekileştirilmek belki de tüm göçenlerin kaderi. Bunları umursamadan ayakta durmak ise güçlü bir alt yapının eseri. Filmdeki dede gibi benim de annemin babası olan dedem dürüstlüğü, çalışkanlığı, insanlara verdiği tavsiyeleri, kurduğu sağlam dostlukları ile kendini topluma kabul ettirmiş biri. Bunu da onu bu hasletlerle yetiştirenlere, her zorluktan sonra bir kolaylık olacağını öğreten büyüklerine borçlu olmalı. Ümitsizliğin, çaresizliğin lügatında yer almadığı insanlardandı dedem ve anneannem. Tıpkı filmdeki dede gibi.  
Filmde  Girit’ten göçen Mehmet, helal süt emmiş bir çocuk. Mübadele esnasında günlerce gelecek gemiyi beklerken zor şartlarda bile namazlarını kılan insanların içinden gelmiş temiz bir toplumun, değerleri sağlam bir ailenin evladı. Bu terbiye ile büyüdüğünden dürüst, sevecen, çalışkan, yardımsever bir insan. Müslümanlığın şekilden ziyade karakterde yaşandığı, inancı zayıf olanların bile aileden çevreden öyle gördükleri için hakka riayet etmeyi adet haline getirdikleri zamanlar anlatılmış filimde. Ama sonrasında yıkılan bir imparatorluk ve yeni bir ulus oluşturmanın getirdiği zorluklar ile değişen şartlar, zamanla ülkesi zenginleşse de ruhunu yitirmenin fakirliği ile hak yiyen, çalan çırpan ve ahlakının menşei dininin öğretilerinden kopmuş bireylerin çoğalması ile içten içe çürüyerek bugünkü güvensiz ortama sebebiyet veren ülke tablosu hepimizin içinde bir yerlere dokunuyor. Acıtıyor, kanatıyor, o yılları, o eski, sağlam inançlı toplumu özletiyor.
Filmin senaristi ve yönetmeni dedemin hikayesi dediği filmde bizi bu sonuca götüren ayrıntıları o kadar iyi yakalıyor ve gösteriyor ki, filmi beğenmemek elde değil. Ancak Karanlıktakiler filminde yaptığını tekrar ediyor ve çıkış noktasında tıkanıyor. Özünde taşıdığı iyiliği ona kazandıran değerleri ilerleyen yıllarda toplumun genel yapısından da kaynaklı olarak hayatına hayat kılmayan dede de çıkmaza sürükleniyor. Dedesini özlüyor ama öyle çocuklar yetiştiren bir ailenin karakteri haline gelmiş dinamiklerini göz ardı ediyor. Geçmişi ile bağları koparılarak dinamitlenmiş bir toplumdan yine dürüst, sevecen, tatminkar, kadere isyan etmeyen insanlar çıksın istiyor. Ama artık günümüzde o sağlam nesillerin yetiştirdikleri evlatlar bile toprak olmuşken, başarılı olmak için her yol mübah kabul edilip şeytanın aklına gelmeyecek oyunlarla insanlar birbirinin ayağını kaydırırken hele de günümüzde görünürde muhafazakarlaşan halkın özünde ahlakı giyinememiş olmasından ötürü, (belki de bu tablonun verdiği psikoloji ile) böyle bir toplumun gelemeyeceğini ıskalıyor.

 Ama tersten tuttuğu feneri ile bize aslında hangi hasletleri kazanırsak huzurlu ve herkesin birbirini olduğu gibi kabul ettiği bir toplumu tekrar oluşturabileceğimizin izleklerini sunuyor. Bu nedenle Çağan Irmak’a çok teşekkür ediyorum. Bizi nice samimi hikayelerle buluşturup kendini gerçekleştirme çalışmalarında başarılar diliyorum. Bir röportajında “ Kendimi de, film çekmeyi de fazlaca ciddiye almadığım zamanlarda çektim bu filmi” diyen başarılı senarist-yönetmenin usta işi filmlerinde bundan sonra benliğini taşa çalan bilgeler gibi daha farklı işler ortaya koyacağını umuyorum.

Doğru soruları sormak öyle önemlidir ki, bir gün bir de bakarsınız aradığınız cevaplar sizi yormadan önünüze çıkmış, kalbinizi sarıp sarmalamış, oradaki yaralara bir bir merhem olmuş.
Bir film beni bunca sorgulamanın içine attı, Çağan Irmak dedesine ithaf ettiği filmi ile babaannemle çatışan taraflarımın fazlalıklarını aldı, derinlerde bir yerde ayrı bir huzurun kapısını araladı. İçindeki ezik çocuğun sesini bastırmak için çocukça bir tavır sergileyerek bana her kızdığında bu yolla üzen, sen onlara benzedin, kardeşine vermeliydim ismimi diyen bir babaannem vardı. İçimden “Hayır, benTürk’üm, göçmen değilim” diye bağırsam da dışımdan sadece babaannem sinir olsun diye “Evet, ben onlardanım” diyen, kendince zayıfın, hor görülenin yanında yer alan bir torun. Bu adaş iki çocuğun inatları yüzünden o güzelim Girit otlarından yapılan salataları, radikayı, turp otunu yıllarca yemedim, şevketi bostandan, arapsaçından uzak durdum. Neler kaçırdığımı yıllar sonra fark ettim ve bütün otların tadına bakıp müdavimi oldum ama bunları görmeye babaannemin ömrü vefa etmedi. Yıllarca içimde taşıdığım ismimi değiştirme sevdasından da zamanla vazgeçtim.
Şimdi, içimdeki o kızgınlık yerini şefkate bırakınca zihnime babaannemle geçen güzel günlerden de hatıralar gelmeye başladı. Mesela üniversite okumak için başka bir şehre giderken babaannemle vedalaşma sahnem dün gibi taze hafızamda. Babam, bizde kızlar evden bir kere çıkar dediğinde onu susturup o şimdi okumaya gidiyor bu laf gelin olduğunda söylenir, bu ev onun, hem gelin de olsa her zaman döneceği tek yer burası diyerek bana sarılışının verdiği güven hala içimde. Yıllar geçmesine rağmen kaderin çizdiği yolum İzmir’e uğramadığından bir daha dönemesem de biliyorum ki her zaman sığınabileceğim bir evim var İzmir’de. Babaannemin, hatta babaannemin annesinin emeği, teri ile yapılmış, önünde babamın annesinin diktiği çam ağacının olduğu, babamın, benim doğduğum ev, bir evim var İzmir’de. Ve bir de aslında beni çok sevdiğini sonradan fark ettiğim babaannemin anıları, birkaç parça eşyası, fotoğrafları var İzmir’de. Belki daha fazlası zihnimin her köşesinde. 
Bana kendimle yüzleşme fırsatı verdiği, şanslarımı hatırlamama vesile olduğu, ülkeye, insanımıza dair  sorular sordurttuğu için bir kez daha Varolsun Çağan Irmak. 
Herkese doğru soruları kurma şansı verilmesini, cevapların da fazlaca beklemeden ikram edileceği hayatların başrolunde olmalarını dilerim.

Oyuncuların her birinin muhteşem ve yöre insanının doğal halini yansıtan oyunculuklarını da belirterek DEDEMİN İNSANLARI filmini görmenizi salık veririm.

Bu arada merak edenler için bu canlı Ege filminin konusu yapımcıların kaleminden şöyle anlatılmış:  
Ozan, Ege'de küçük bir sahil kasabasında yaşayan 10 yaşında bir çocuktur. Girit göçmeni dedesi Mehmet Bey nedeniyle arkadaşları onunla "gavur" diye alay etmektedir. Yalnız kalmaktan korkan Ozan, başta dedesi olmak üzere ailesine kızar "Biz Türküz." diyerek onlara kafa tutar.
Ozan'ın dedesi Mehmet Bey, kasaba eşrafından, saygın bir adamdır. Kasaba halkına kol kanat gerer, sorunlarıyla ilgilenip, onlara yardım eder. Hoşgörürsüyle bilinen Mehmet Bey torununun bu durumundan dolayı üzülmekte ve endişe duymaktadır. Mehmet Bey daha yedi yaşındayken, ailesi zorla topraklarından kopartılmış, mübadeleyle Girit'ten göçmüşlerdir. Mehmet Bey'in en büyük arzusu ölmeden evvel doğduğu toprakları görebilmektir. Bu özlemle sık sık içinde mektuplar olan şişeleri Ege'nin mavi sularına bırakmaktadır.
DEDEMİN İNSANLARI, küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin geçirdiği büyük değişimi anlatıyor. Kalabalık ve sıcak Ege insanlarının hikâyesini izlerken, mübadeleye, öteki olmaya, nereye gidersen git bir yere ait olamamaya, iki yakaya, çok sayıdaki azınlığa, ihtilallere, bir defa daha ama bu kez farklı bir yerden bakacaksınız.”

HANDAN GÜLER

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin