7 Mart 2010 Pazar

AVATAR ÜZERİNE...

AVATAR
Yazan: Sadık Yalsızuçanlar


Titanik, Aliens ve Terminator gibi büyük yapımlara imza atmış olan James Cameron’un yazıp yönettiği Avatar’a ilişkin yorumlarda eksik olan bir şey var. Filmin temel izleğini oluşturan gönderme alanı yeterince göz önüne alınmıyor. Kadim Hind bilgeliğinin ve buna kaynaklık eden göksel öğretinin imgeleri bilinmeksizin bu ıskalama kaçınılmazlaşıyor.


Filmi yüceltenlerle eleştirenlerin bu ortak zaafına dokunduktan sonra özellikle vurgulamak isterim : Avatar, bir kutsal yağması değil. ‘Muhalefet iktidarın parçasıdır’ diyen Michel Foucault’ya da bir haklılık payı çıkmamalı filmden. Düpedüz bir titizlik anıtı karşısındayız. Sıkı bir imge taraması yapıldığı açık.

Cameron öyküyü seçerken ve kurarken belli ki son derece duyarlı ve dikkatli davranmış. Avatara’nın kökenindeki anlam dünyasına, o dünyanın imajlarına doğru adeta arkeolojik bir kazı yapmış. Kendi içinde son derece güçlü ve tutarlı bir hikaye çatmış.

Gösterime girdiği 18 Aralık 2009’dan bu yana tüm zamanların en çok iş yapan filmi ünvanını kazanan Avatar’ın yapım sürecine de bakmak gerek.

On yılı aşkın bir süre, animasyon imkanlarını yeniden üreten ve yenileyen hummalı bir hazırlık çalışması gerçekleştirilmiş. Üç boyutlu animasyon tekniklerini uç noktalara götüren bu çabalar, film çevresinde yapılan tartışmaların da bir boyutunu oluşturuyor.

Avatar’ı aynı zamanda tüm zamanların üzerinde en çok konuşulan –ülkemiz bu açıdan oldukça çorak denilebilir- filmi kılan nedenlerden biri de bu.

Farklı kesimlerden pek çok kişi Avatar’a ilişkin ortaklaşan eleştirilerde bulundu. Filmin siyasal/toplumsal eleştiri boyutu fazlasıyla öne çıkarıldı. Sömürgeciliğe, anamalcılığa, emperyalizme yönelik köktenci bir eleştiri olarak okundu. Egemen sistemin nosyonlarını, yine sistem içinde kalarak, dolayısıyla ona tersinden destek vererek eleştiren bir kurnazlık olarak nitelendi. Hakikat karşısında, mitolojik bir çöpyığını inşa etme girişimi olarak yorumlandı…vs..vs.

Bütün bu okuma ve eleştirileri bi yana bırakarak, sinemada teknolojinin abartılmasına ve Amerikan sinemasına ilişkin çekincelerimi de saklı tutarak belirmem gerekirse; ben, Avatar’ı çok sevdim. Son yıllarda seyrettiğim en etkileyici ve büyüleyici görsel şölendi, diyebilirim.

Avatar adını duyar duymaz, Guenon’un İnisyasyona Toplu Bakışlar’ı ile Vedanta’nın Halleri’ni yeniden okudum. Her şey bir yana, bu değerli kaynaklara yeniden dönmemi sağladığı için bile ona minnettarım.

Filmin öyküsünü anlatıp sizi sıkmak istemem.

Zaten bu satırlar filmi izleyenlere seslenmeyi amaçlıyor.

Mavi derili, zeki canlılar’ın ilkel, geri kalmış, modern burjuva uygarlığına yenilmiş, o sürecin ayırdında olmayan çaresizler olduğu kanısında değilim.

Aksine, onların insanlığa ilişkin umutlarımızı diri tutan, bizim çoktan yitirdiğimiz pür insan olduklarını düşünüyorum.

Yaşadıkları doğal ve kültürel çevre içinde inisiye olmayı başarmış hakiki insanlar…

Saldırgan ve sömürgeci Amerika gerçeğini imleyen komutanın ve onun sivil amirinin yerle yeksan ettiği devasa ağaç, kadim Hind bilgeliğindeki ifadesiyle, ‘arz/yeryüzü/hayat ağacı’dır. Başka bir deyişle birlik (vahdet) imgesidir. Duyular alemindeki birliktir.

Doğrudan göksel olanla temas kurulan diğer ışıklı ağaç ise, teklik (ehadiyyet) imgesidir. Yine Hind öğretisinde ‘Zat’ı temsil eden ve Guenon’un sözcükleriyle söylersek, ‘ikinci doğum’ için tek imkandır. İkinci doğum ruhun başka bir bedene geçişi değil, insanın kendisini gerçekleştirmesidir.

Birlik ve teklik ağaçlarının merkezde olduğu doğa, saldırganların sandığı gibi denetlenebilir, çıkar eksenli ilişki kurulabilir ve gerektiğinde yok edilebilir hiç değildir. Böyle olduğunda doğanın intikamı şiddetli olur. Bu duyarlık ile çevreciliği de karıştırmamak gerekir.

Avatar’a ‘kalp sembolizmi’ ile onun eşdeğeri olan ‘dünyanın yumurtası’ sembolizmi içinden baktığımızda şunlar görünür :

Varoluşun merkezinde manevi bir ilke işler. Bu ilkenin gerçekleşmesi daima bir Avatar’a gereksinim duyar. Avatar bu anlamda, yetkin insanı (insan-ı kamil) temsil eder. Bunun için inisiye olması, arınması, yetkinleşmesi gerekir. Naviler, kendi çevrelerinde ve duyarlıkları içinde, doğal bir biçimde bu süreci yaşarlar. Doğanın her parçasını, bitkileri, hayvanları, taşı-toprağı kardeş olarak görürler. Çıkar temelli bir ilişki kurmazlar. Zihin dünyasında böyle bir veri zaten yoktur. Bu saflığı sağlayan ilke doğada vardır. Önemli olan onu açığa çıkarmaktır.

Burada tam da Cameron’un kurduğu türden bir karşıtlığa ihtiyaç duyulur. Navilerin yani yetkinleşmiş, inisiye olmuş insanların yıkıcı bir saldırı anında Avatar’a gereksinim duymaları da bu yüzdendir. Yani işin doğasında bu vardır.

Avatar, farklı dillerde farklı sözcüklerle ifade edilir.

İslam düşünce geleneğinde, Guenon’un deyişiyle, bu, ‘ruh-ı Muhammedi’dir.

Tanrı’nın duyular alemindeki açılması, Avatar üzerinden gerçekleşir. Avatar, ‘ruhsuz, acımasız ve istilacı’ bir dünyada savaşçı niteliğiyle belirecektir. Zoe Saldana’nın oynadığı Neytiri karakterinin karşısına Sam Worthington’un canlandırdığı Jake Sully’nin çıkması da bu nedenledir. Sakatlanmış bir savaşçıdır. O ‘ruhsuz dünya’dandır ama ‘güçlü bir kalbi’ vardır. Kalbinin güçlü oluşuna ilişkin işaret ise teklik ağacının kutsal tohumlarından gelecektir.

Böylece kimilerinin Son Mohikan veya Kurtlarla Dans benzerliği kurduğu, gerçekte onlardan tümüyle farklı olan bu özgün öykü için gerekli düzenek kurulmuş olacaktır.

Cameron, Neytiri’nin dilinden, teklik ağacının yani Tanrının eşiğinde galibiyet için yakaran Jake Sully’e, O’nun temel niteliklerinden birini söyletir : ‘O, taraf tutmaz…Sadece kosmozun dengesini korur.’ Filmin belki de en heyecan verici iletisi budur. O, mutlak adildir, biz ise O’nun gibi olmalı, O’na benzemeye çalışmalıyız.

Yani her şeyi ve herkesi kardeş bilmeli, sevmeli ve saymalıyız. Yunus gibi söylersek, ‘yetmişiki millete birlik ile bakmayan/şer’ile evliya ise de hakikatte asidir…’

Jake Sully’ye ormanda saldıran sırtlan gibi canlılar, benliğin (nefs) ilk katmanındaki tehditlerdir. Onlar aşıldıkça yani insan yetkinleştikçe saldırganlar büyür, daha da güçlü hale gelir. İnsan bu engelleri aşa aşa, Attar’ın Kuşların Dili’nde söz ettiği vadilerden, çöllerden ve dağlardan geçerek Anka’ya ulaşır. Sully’nin büyük savaşı başlatırken en büyük ‘kuş’a binmesi bu nedenledir.

Kutsal ağacın tohumları, gerçekte meleklerdir ve insandaki meleksi niteliklerdir. ‘Meleke kazanmak’, zaten, insanda merhamet ve adaleti koruma isteği uyanmasıdır. Bir anlamda, insandaki meleklerin hareketlenmesidir.

Navileri Kızılderilerle, Amishlerle veya Amazonlarla da özdeşleştirmemek gerekir. Modernliğin tümüyle dışında kalmış, dolayısıyla duyarlıklarını korumuş olan insanlardır onlar.

Amaç, Yüce Özdeşlik’e ulaşmaktır. Yani insan olmaktır. Yine Yunus diliyle söylersek, ‘kendin bilmek’tir. Kendini bilmeksizin Tanrı bilinemez.

Guenon’a dönecek olursak, burada farklı çevrimsel dönemler boyunca zuhur eden özel Avatara’lar söz konusu değildir. Ama gerçekte ve başlangıçtan itibaren bütün Avatara’ların bizzat ilkesiolan bir şey söz konusudur. Aynı şekilde İslâm geleneği bakış açısından da, Rûh-ı Muhammedi, peygamberlerle ilgili bütün zuhurların prensibidir. Bu, yaratılışın bizzat kaynağında bulunan ilkedir. Bu arada şunu hatırlayalım ki Avatâra kelimesi, tam olarak bir ilkenin zuhurun alanı içine “inişi” ifade eder ve diğer yandan, “tohum” ismi ise de, Kitab-ı Mukaddes’in pek çok metinlerinde Mesih’e uygulanır.

Cameron, filmi ile “Irak savaşını ve mekanize savaşın insanlıkdışı doğasını eleştirdiğini” söylüyor. Yürekten katılıyorum. Avatar bu eleştiriyi, kadim Hind bilgeliğinin imge evreni içinden yapıyor.


Avatar
Sadık Yalsızuçanlar - 07.03.2010 20:30




Hiç yorum yok:

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin