26 Aralık 2010 Pazar

YORGUNUM DOSTLARIM…YORGUNUM ARTIK…




Yine zamanın döngü vakti geldi, bir yaş daha eskiyor dünya ve bizi de katıyor önüne. Her yıl düşerken takvimin son yaprakları bir hüzün sarar insanı. Birkaç çizgi daha belirir yüzünde.
Eskiden “yeni bir başlangıç” tarafını görürdüm, yeni yılı öne çıkarır, bir sürü umudu yüklerdim bu döngüye. Ama artık yenisindense eskisinin muhasebesini yaptığım, hayallerimden biraz daha uzaklaştığımı fark ettiğim, umudu rafa kaldırdığım zamanları yaşıyorum her sene sonunda.
Bu belki bu ara daha fazla hissettiğim bir duygu. Aslında çok hastayım. Hasta olunca insanın gözünden siliniyor her şey. Göremediğimiz bir mikrop gördüğümüz, sevdiğimiz her şeyin önüne geçiyor. “Canımı veririm” ler siliniyor, “can”ın ne kadar da önemli olduğu anlaşılıyor.
Günlerdir hiçbir şey gözümde yok, uykum sık sık, uzun ve derin öksürük nöbetleri ile kesiliyor. İlaç içmemekte ısrar ediyordum ta ki bu sabaha kadar. Bugün artık dayanacak gücüm kalmayınca antibiyotiğe başladım. Biraz gözüm açıldı da kalkıp iki satır yazayım dedim.
Bir haftadır gecem gündüzüm karıştı. İşin kötü yanı, mutlaka tarafımdan yapılması gereken resmi işlemler vardı. Bu nedenle her gün dışarı çıktım ve dinlenemediğim için bir türlü iyileşemedim. Akşamları erkenden yatıp sabahları erken uyanamadım. Oysa rutinim geç yatıp erken uyanmak, sabah yazısında rüyalarımı yazmaktı. Bu hafta öyle çok rüya gördüm ki çoğunu da hatırlamıyorum ama genel olarak kaos hakimdi gece sinemama.
Büroyu resmen kapattım. Maliyede, defterdarlıkta, muhasebecide, sigortada orada burada derken yanlış yapılan hesaplamaları düzeltme telaşındaydım gündüzleri. Tabi gecelere de bunların yansıması düşmüş olmalıydı ki hep bir mücadele söz konusu idi.
Yine kısa çöpü ben çekmiştim, yine bir sürü yanlışlık bana rastlamıştı.
Neden mi? Sorgulamayı bıraktım artık.
Demek ki öyle gerekiyor ki bunları yaşıyorum.
Eskiden yanlış bir sokağa bile sapınca tüh ya zaman kaybediyorum diye canım sıkılırdı, söylenir dururdum.
Artık acaba burada görmem gereken ne var da buraya yolum düştü diye bakıyorum. Olayları, çevreyi, yaşadıklarımı daha sakin karşılayıp daha yalın bir okuma yapmak istiyorum.
Belki de bu kaçan trenlerden umudunu kesen bir yolcunun istasyonu sevmeğe mecbur kalışıdır. Gidemediği bir yerlere olan özlem yerine kaldığı bu yeri sevme gayreti.
Geçen her yıl kaçan bir tren gibi aslında. Ve bir eşik var, bir yaş eşiği, bu herkeste değişir sanırım ama otuzla başlıyorsa yaşınız biraz biraz istasyonu sevmeniz gerektiğini kabullenmeye başlamışsınızdır.
Olanla yetinmeyi, kalanların kıymetini bilmeyi ve yeni bir şeyler yapılacaksa artık bu ülkede olması gerektiğini kabul ederseniz.
İstasyon artık gidenlere el sallanan, gelenlere hoş geldin denilen bir yerdir. Bazen istasyonun bahçesinde oturmuş çay içerken yanınıza sokulanlar olur. Amaçları bekledikleri tren gelene kadar vakit geçirmektir. Hal hatır sorma faslından sonra telaşla bir şeyler sorarlar, dilin döndüğünce anlatırsın. Buradan, gideceği yerden, yolculuktan bahseder, kendi hikayen üzerinden paylaşımlar yaparsın. Tam en heyecanlı yerinde trenin düdüğü duyulur. Sevinçten senin sözlerini duyamaz olur yanındaki. Ve susarsın, buruk bir gülümsemenin kenarına sıkıştırılmış birkaç kelam eder, iyi yolculuklar dilersin.
“Çemberimde gül oya, gülmedim doya doya” diye her satırında ayrı bir “ah”ın gizlendiği türkü çalarken istasyonun salonunda “Hoşça kal 2010” yazan ışıklı tabela ilişince gözüne “Hoşça kal” diyerek  bakarsın yılların ardından. Yürürsün karanlığın içine, trenin ters istikametinde, cebinde biriktirdiğin hayalleri tek tek bırakırsın rayların arasındaki taşların üzerine…
Yolculuk sürmekte, bazen durduğun yerde yapacağın bir yolculuk seni götürür daha ilerilere… İyi yolculuklar herkese…      blogspot visitor counter

19 Aralık 2010 Pazar

DÜNYADAN CENNETE AÇILAN KAPI: OSMANLI ŞEHRİ




Bu yazı bugün DÜNYABİZİM.COM adresinde yayınlanmıştır.


DÜNYADAN CENNETE AÇILAN KAPI: OSMANLI ŞEHRİ
             Moderniteye kurban verilen güzellikler bir bir çekiliyor hayatlarımızdan. Gördüğümüz ve bizatihi içinde yaşayarak biçimsizliğinden rahatsızlık duyduğumuz kentleşme karşısında umutsuzluğumuz giderek artıyor. Hele de metropol diye adlandıran büyük şehirlerden birinde isek bu vahim durum günlük yaşamlarımızı felç eden trafik, güvenlik vb. bir çok soruna da kaynaklık ediyor. Bu tablo karşısında acil olarak ciddi tedbirlerin alınması gerekiyor.
                İşte bu amaçla kaleme alınan makalelerden bir seçki Timaş Yayınları tarafından 2010 yılı ortalarında okuyucuya sunuldu.“Osmanlı Şehri” adlı kitap bu yıl içinde kaybettiğimiz yazarın ölümünden önce çeşitli dergilerde yayınlanan makalelerinden derlenerek hazırlanmış olup bizi ümitsizliğe düşüren çarpık kentleşme konusunda reçeteler sunuyor. Kitabın yazarı, uluslararası düzeyde ödülleri bulunan bilge mimar Turgut Cansever.
                Yazara göre;“İnsanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürün ve insan hayatını çevreleyen yapı” olan şehrin imajı “İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır” ve dünyayı güzelleştirmek için meydana getirilmiştir. İnanç sahibi her insanın ulaşmayı ümit ettiği cennet kavramı İslam toplumlarının hayatlarına dair çerçeveleri belirler. Dolayısıyla başta mimarlık olmak üzere tümü sanatla ilgili olan yazılar “OSMANLI ŞEHRİ” diğer bir deyişle “OSMANLI CENNETİ” başlığı altında derlenmiştir.
                Kitap üç bölümden oluşuyor; ilk bölümde şehir- sanat- mimari, ikinci bölümde osmanlı şehri, son bölümde de sorunlar ve çözümleri içeren makaleler  yer alıyor.
                Tarihten edebiyata, divan şiirinden tasavvufa, yaşamdan mimariye bir çok konuya değinilen kitapta yazarın ufkunun genişliği gözden kaçmıyor. Akıcı üslubu ve mimariye bütüncül bir yaklaşımla bakması, insandan ve vazifelerinden ayırmaması da kitabı mimari üzerine yazılmış diğer eserlerden ayırıyor.
                Eğitim sistemimizdeki aksaklıklar sebebiyle tarihi ve kültürel açıdan köklerinden uzak yetişen nesillere de kaynaklık edecek bu kitaptan bir çok yeni bilgi edinme şansınız da var: Mesela Osmanlı şehir mimarisinin çıkış noktalarını, uygulanışını ve günümüze bakan yönünü öğrenmek mümkün.
                 Tabi şu noktaya da vurgu yapmakta fayda var: Kitapta bir araya getirilen makaleler edebiyat ve mimari dergileri için yazıldığından teknik kavramlara da sıkça yer verilmiş olması hasebiyle uzmanlığınız bu alanlarda ise istifade şansınız daha yüksek olacaktır. Bir de yazarın bundan önceki kitaplarını okumuş olmanın da faydası görülecektir.
                 Ama yine de genç nesillere alanında en iyi ödüllere layık görülmüş bir mimarın aslında bütüncül yaklaşımı yakalayarak tek kanatla uçulmayacağını göstermesi, günümüz şartlarında da modern bir derviş, bir bilge olunabileceğini ispat etmesi, böyle bir insanı kendi satırlarından tanıma şansı sunması açısından mutlaka okunması gereken bir kitap olduğunu belirtmek isterim.
                Kitabı tek bir cümle ile özetleyecek olsak sanırım şu denebilir: İnsan kainata bir emanetçi olarak gelmiş olup emaneti koruma ve güzelleştirme yükü omuzlarındadır. Bu nedenle bilinçli olmalı, israfa girmeyecek yöntemler kullanarak geleceğini kurmalı, şehirlerini yaşayan, yaşanan bir hale getirmelidir. Bu noktada her ferde ortak sorumluluk düşmektedir.
                 Kitaptan birkaç alıntı yaparak devam etmek istiyorum:  Modern şehirde, insan hayatını sürekli birbirine benzer duvarlar arasına hapseden, dünyaya sırtını dönen, ona karşı duyarsız olan, hatta duyarsız olması da önemsiz sayılan bir insan telakkisi görüyoruz. Buna karşılık Osmanlı Şehri, sakin, hareketli yol şeması üzerinde, yol boyunca yeri, biçimi, şahsiyeti değişen evlerin arasında büyük abidelerin bulunduğu yerleri, büyük abidevi ağaçların bulunduğu meydanları, alçak duvarlardan sarkan çiçekleri yahut meyve ağaçlarının sarkan dallarını görerek ve parlak, farklı renklere sahip evlerin arasından geçerek, her an yeni bir güzellikle karşılaşarak yaşayan bir insan için vücuda getirilmiş oluyor.
                 Osmanlı şehri insanlık tarihinde benzeri az olan müstesna bir kültür ürünüdür. Eflatun, “İnsanın en büyük erdemi şehir kurmak erdemidir” diyor. Osmanlı şehirlerinde çok seslilik, polifoni vardır. Evler, insan hayatının değişkenliği ve geçiciliğine uygundur. Mahallelerde her türlü insan vardır, hepsi özel bir renk olup ahenkli tablolar gibidir. Oysa Avrupa’da tek tiplilik esastır, kimse evinin dışında istediğini yapamaz. Yönetici iradeye boyun eyer.
                Kitapta bahsedilen ve günümüze yönelik çözüm önerilerinden biri de, galaksi biçimli şehirler kurulmasıdır. İş sahaları, sanayi siteleri limanlar şehrin dışına taşınmalı ve o civarda yerleşim yapılmalıdır ki, yolda zaman ve para kaybı yaşanmasın. Bu sistem bu gün Almanya ve İtalya’da kullanılıyor.  Böylece bizdeki gibi şehirler yağ lekesi gibi büyümüyor.
             Yazar gözünü ötelere dikmiş umutlu tavrıyla gönüllerimize bir meşale yakıyor ve her şey niyettedir, eğer Osmanlı evi baz alınıp 17.YY’ın Osmanlı şehirleri kurulabilirse yaşamımız cennet bahçelerine benzer bir hale çevrilebilir müjdesini veriyor.
              Osmanlı Devleti’nin (Üçüncü selim devrinde) bütüncül görüşü kaybettiğinde yavaş yavaş dünyaya saadet dolu şehirler kuran sistemin çökme sürecine girdiğini hatırlatırken, batının standartları yerine kendi standartlar ruhumuzu geliştirmemiz gerektiğini, tevazuu, çekingenliği, dürüstlüğü, azla yetinmeyi, dinimizden, inançlarımızdan, tasavvufi eğitimimizden edindiğimiz davranış standartlarını tekrar kurma zorunluluğumuzu şu sözlerle ifade ediyor: “İçerisinde bulunduğumuz çağın meselelerini çözmek ve kültürünü ve çevresini inşa etmek için “Bak, her şeye bak” şeklindeki İslami emri yerine getirmek ve yaradılışın yapısında mevcut ilahi iradeye kayıtsız şartsız uyarak, karanlık gecede yalçın kaya üzerinde karıncanın ayak izinden daha gizli olan putlaştırma yanılgısına düşmeden, tarihi tecrübeyi bu yaklaşım ile değerlendirerek çözüm aramak, çağın gereğini gerçekleştirmeye yönelmek gerçek çağdaşlığa, gerçek modernliğe ulaşmaya imkan verecektir. Temel inanç sistemimizin bütün davranış ve ruh hallerimizi nasıl şekillendirdiğinin bilgisini tekrar tesis etmek asli meselemizdir”
                  Bilge Mimar Turgut Cansever’in bir çok mimari eser yanında ardında bıraktığı kıymetli mirastan bir kesit olan “Osmanlı Şehri” bize sanata dair yepyeni bir dünyanın kapılarını aralama fırsatı sunuyor. Ne mutlu o kapıdan geçip bütüncül bakışı yakalayabilenlere…
HANDAN GÜLER 

12 Aralık 2010 Pazar

Necip Fazıl Kısakürek üzerine...Bir dersin anatomisi 2


BİR DERSİN ANATOMİSİ 2 (NECİP FAZIL KISAKÜREK)




Eski bir öğrencisi geçerken yanımızdan dalgınlığını fark edince hatırını sordu Hoca şefkatli tavrıyla. Derse gelebilir miyim dedi kız, ardından biz de çıktık sınıfa.



Öğle arasından sonraki konumuz yine şiir, konukluğumuz Necip Fazıl'a olunca iyi ki gelmişim bu gün bu derse diyerek dinlemeye başladım Hoca'yı heyecanla.



Doğumundan başlayarak anlattığı kısa biyografiden sonra, romantik Fransız şiirinden etkilenen şairin o zamana kadar "Bir ben vardır bende, benden içeru" diyen geleneksel şiirimizde yer almayan şekliyle "ben" kavramını şiir dilimize sokarak egosantrik şiirin ilk örneklerini oluşturduğunu belirtti. Şairin bohem hayatından sonra yazdığı şiirlerde ise gelenekselliği de kuşatan modern zamanlar şairi olduğu görülmektedir, diye ilave etti.



"Tam otuz üç yıl saatim işlemiş ben durmuşum

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" mısra ile belirttiği gibi hayatında intisapla beraber yeni bir sayfa açıldıktan sonra da şiirindeki o sesin değişmediğini, dehasını kelimelere hakimiyetini polemiklerinde de gösterdiğini ifade eden Hoca şöyle devam etti dersini anlatmaya:



Şiirinde bir mizaç vardır Necip Fazıl’ın, tarzından dolayı altında adı yazmasa da o yazının/şiirin Necip Fazıl'a ait olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bu durum dahi şair ve yazarlara özgü bir haldir. "Mizaç sahibi" sıfatını hak eden bir kaç örnek daha sunmak gerekirse: Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazım Hikmet Ran bunlardandı dedi sınıfa.



Bu noktada Hoca'nın 24 Mart 2009 tarihinde Atılım Üniversitesinde yapılan Necip Fazıl'ı Anma Etkinliklerindeki konuşması geldi hatırıma ve işte o enfes tahlilerden bazıları:



"Necip Fazıl, aslında çocuk saflığında bir insandı. Bizim geleneğimizde bilgelerin üç temel özelliğinden birisi, saf olmalarıdır. Hani meşhur bir söz var ya, “içimizdeki çocuk”… Ona aslında insan-ı kadim de deniliyor. İnsan-ı kadim, insanın çocukluk hali üzerine yaşamasıdır…Safiyyun olmasından. Bu, yetkin insanlara mahsus bir haldir. Onların ilgi ve dikkatleri daima bir merkeze odaklandığı için, dünyayla ilişkileri yaralıdır.

DAĞLARDA ŞARKI SÖYLE

Al eline bir değnek,

Tırman dağlara, şöyle!

Şehir farksız olsun tek,

Mukavvadan bir köyle.



Uzasan, göğe ersen,

Cücesin şehirde sen;

Bir dev olmak istersen,

Dağlarda şarkı söyle!



Bu, Necip Fazıl’ın safiyyun niteliğini en çok yansıtan şiirdir. Heidegger’in dediği gibi, “bizler, yeryüzünde, arzda yaşarız ama göklerle çevriliyiz.” Bu anlamda şiir, insanın göklerle temasını kuran bir şeydir. Bu anlamda Necip Fazıl modern zamanlarda, Türk şiirinde bunu gerçekleştiren bir şairdir diye düşünüyorum. Bu da onun o saflığının getirdiği bir şey.

İkincisi, Necip Fazıl bizim aslında Türkçe kelam dediğimiz şeyi, yani normalde insanı mayalayan, iklimi mayalayan şeyi yapar. İnsan kelam ve nazarla, yani göz ve sözle mayalanır. Anadolu’yu, bu toprakları, -ki Anadolu biliyorsunuz güneşin doğduğu yer demektir- Türkistan’dan Türkçe gelen Kelam mayalamıştır. Yesi’den gelen… Bu kelamın Türkçe şiirini Yunus Emre kurar. Necip Fazıl’ın Yunus Emre’ye büyük sevgisi, muhabbeti vardır, şiirlerinde, konuşmalarında atıfları vardır. Necip Fazıl o gelenektendir. Necip Fazıl modern zamanlar şairidir. Ama bir yönüyle de gelenekseldir.

Bizim büyük bilgelerimizden Eşrefoğlu Rumî’nin dediği gibi, şiirlerinde kendi derdini söyleyen bir adamdır. Siyasal ve toplumsal hicivlerinde, eleştirilerinde bile doğrudan kendi hikâyesini, kendi menkıbesini, kendi derdini anlatan bir adamdır. Bu anlamda Necip Fazıl, Anadoluyu ilk Türkçe kelamla mayalan Yunus Emre’nin izinde bir insan, o geleneğin içinden gelen bir insan, o geleneğe göre konuşan bir insandır.

Edebiyat araştırmacıları, Yunus Emre’den bugüne kadar yaklaşık dört bine yakın Türkçe kelam söyleyen şair olduğunu söylüyorlar. Necip Fazıl, modern zamanlarda bunların en değerli halkalarından biridir.

Tabii modernleşme dediğimiz süreç, kitlesel ve küresel bir şeydir. Tırnak içinde bir bela diyelim. Bu süreç, Seyyid Hüseyin Nasr’ın belirlemesiyle, tepeden bırakılan kartopu gibi gittikçe büyüyen, cesameti ve hızı artan bir süreçtir.

Osmanlı, bu süreç karşısında kendi pozisyonunu yeniden almak zorunda kalmıştır. Bu süreçte kendi modernleşme program ve projelerini üretmiş, yürürlüğe koymaya çalışmıştır. Cumhuriyet modernleşmesi ise, Osmanlı modernleşmesine göre daha patolojik tarafları olan, kendi kendini sömürgeleştirme niteliği baskın, daha çok Batılılaşma biçiminde algılanan, Batılı olma, Avrupalı olma ilkesi üzerinde yürüyen bir şeydir. Dolayısıyla, gelenekten daha köktenci kopuşlar olmuştur. Normalde gelenekte bir zayıflama ve yırtılma vardı. O semavi sofra, bilgelik sofrası 20.yüzyılın başlarında kalkmaya başlamıştır.

Pir Sultan Abdal yüzyıllar önce söylüyor bunu. O sadece kendi zamanına ilişkin bir şey değil, gidişata ilişkin bir şeydir.

“Bozuldu yolcular yollarda kaldı

Edep erkan gitti dillerde kaldı

Bendelerin zayıf hallerde kaldı

Beklerim yolların gel efendim gel”



Necip Fazıl böyle bir nidacı, bir çağrıcıdır. Bizim, bu patolojik tarafları yoğun olan modernleşme maceramızın insanda nasıl huzursuzluk, tedirginlik yarattığını, toplumda nasıl yaralar açtığını çok samimi bir şekilde ortaya koyarken, bunu bizatihi kendinde yaşayan bir insandır.



Çile, aslında Necip Fazıl’ın bütün hikâyesini tek başına anlatan bir şiirdir. Çile, insanın yetkinleşmesinin ve kemale erme yolculuğunun hikâyesidir. Eşrefoğlu Rumî’nin dediği, kendi ruhunu söyleyen, hakikatle ilişkisinin öyküsüdür.

Necip Fazıl’ın bütün şiirleri böyledir. Necip Fazıl’ın hikâyesini biz en güzel onun şiirlerinden okuyabiliriz.

1934 yılında, yani 30 yaşındayken, Yahya Düzenli beyin bahsettiği, o büyük bilgeyle karşılaşıyor. O bilge, Necip Fazıl’ın yaşamında bir milattır.

Hiç tanımadığı, adeta Hızır kılığında bir adam Necip Fazıl’ı bir gün vapurda uyarıyor. Ona bir adres veriyor ve “oraya git, senin aradığın orada’ diyor. O da gidiyor. Orada, bir modern zamanlar bilgesiyle, Abdulhakim Arvasi’yle karşılaşıyor. Adeta denize düşer gibi oluyor. Necip Fazıl, hakikaten deha sahibi, çok yetenekli, bizim yüz yıllık edebiyat tarihimizde çok önemli bir şahsiyet, mizacı çok güçlü, şahsiyeti çok güçlü bir adamdır. Böyle mizaca ve şahsiyete sahip kişiler bizim edebiyatımızda azdır. Yahya Kemal vesaire. Yani üç dört kişi ancak çıkar.

Necip Fazıl’ın ilgileri çok enteresandır. Şiir, roman, öykü, sinema, hemen her konuda yazmış çizmiş bir adamdır. Doymak bilmez bir yapısı var. En temel özelliği, hani bu Batılı tragedya yazarlarında, modern dönemin yazar ve şairlerinde gördüğümüz önemli bir özellik Necip Fazıl’da da var, bizim sufi şairlerde de var bu özellik, bir meseleyi, bir konuyu hayatında en ileri noktalara, en cüretkâr, en aşırı uçlara götürme konusunda son derece açık, ona elverişli bir şahsiyeti var.

Dolayısıyla yüksek şiirsel bir ruhu var. Hani Hegel diyor ya, Her ruh sanatçıdır, her ruh şairdir. Bizatihi kendi acısını taşıyıcısı olarak sanatkardır. Ama Necip Fazıl’da bunu da aşan bir taraf var. Onda yüksek bir söz kulesi var, bir şiir var. Türkçeyi kullanma tarzı hakikaten çok çok güzel. Gerçekten göz kamaştırıyor. Türkçeye çok hâkim. Necip Fazıl, o mizacının ve kişiliğinin damgasını vurur nesirlerine ve şiirlerine. Mesela, burada kaba duran bir kelime, şiirin içerisinde o kadar güzel duruyor ki, onu dönüştürüyor, şiir bir simya ilmi aslında.

Tabii biliyorsunuz, şiirin şuurla da ilişkisi var, semantik bir ilişkisi var. Ama aynı zamanda şiirin şuuru aşan bir tarafı da var. Zaten Çile’de biz bunu görüyoruz.

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.



Mesela gölge, binlerce yıllık bir metafordur aslında. Yani varlık, ışık ile karanlık arasındadır. Onu bir gölge olarak görür.

Şimdi Çile şiirine bir girsek çıkamayız içinden. Çile şiirinde biz, sadece Necip Fazıl’ın kemale erme, kendi manevi yolculuğunun hikâyesini, menkıbesini ve özetini bulmayız. Bizim yüzlerce yıllık imgelerimizi buluruz. Çünkü her şair, yeniden hem kendi hikâyesini ve hem de insanlığın büyük hikâyesini yazmıştır. Bu toprakların meta hikâyesi de böyle oluşmuştur. Necip Fazıl da Çile’de kendi öyküsünü anlatır. O bakımdan Çile şiiri de bu zincirin bir halkasını oluşturmaktadır.

Çile, 1939 yılında söylenmiş bir şiirdir. Demek ki Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştıktan beş yıl sonra. Burada baktığımız zaman o süreç içerisinde yaşadığı dönüşümü anlatmıştır, zaten bu kitaba Çile diyor. Bildiğiniz gibi çile, doğrudan geleneksel bir kavramdır. Tabii bu sadece bizim bilgelik geleneğimizdeki gibi bir şeye bağlı değil. Mesela şiirde geçen menzil kavramı, İbn Arabi’nin eserlerinde gördüğümüz, ondan da gerilere uzayan bir kıdeme sahiptir, bir ıstılah, bir kavramdır, bir buluşma, inzal olma, nüzul etme, bir yarıyol karşılaşması, yani menzile girmek için yapılması gereken şeyler vardır. İnsanın içe kapanması var. İşte Yunus Peygamberi balığın yutması gibi doğrudan dış âlemden soyutlanarak içe kapanması, iki metrekarelik bir odaya girerek, kendine kapanması…

Necip Fazıl bunu toplumsal ve kamusal alanın içerisinde yapıyor. Bu arada bir kavgayı da yürütüyor, siyasal bir kavgayı da yürütüyor. Fırtınalı bir hayatı var.

Mesela Babıali’nin girişinde söyler. Aslında Yahya Ağabey ona bir dokundu ve geçti. İşte orada der ki, Bu kitabımı okuyan birçok dindar insan bana tepki gösterdiler. Bizim geleneğimizde yoktur, insan hiç kendi günahlarını anlatır mı? Merak ediyor Necip Fazıl da bu var mı yok mu diye.

Necip Fazıl dönemindeki kalıpları kırmış, bunları yenilemiştir. Aslında o da ilginçtir. Bu yetkinleşme hikâyesi, aslında insanın kendini de motive etmesinin hikâyesidir.



Biz niye okuyoruz? Okuma, öteki benlikleri dinlemekten başka nedir ki? Ötekinin hikâyesi… Bizim açımızdan son derece dikkate değer ve kendi yolculuğumuz için çok ciddi bir anlam ifade ederse ve bizi bir anlamda kaynağa, kökene götürürse başkasının hikayesi önemlidir.

Bizim bütün şairlerimizi, geleneksel şairlerimizin yaptığı budur; evvele götürmek. Evvel, köken, başlangıç demektir. Biz bu şiiri okuduğumuzda da bir anda kendi ruhumuza doğru, kalbimize doğru, gönlümüze doğru gidiyoruz.

Hayatın kalbine doğru sızıyoruz. Çile’nin ikinci bölümünde şöyle deniliyor:

Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;

Atlas sedirinde mavera dede.

Yandı sırça saray, ilahi yapı,

Binbir avizeyle uçsuz maddede.



Burada Atlas kelimesine dikkatinizi çekerim. Buradan biz doğrudan hayatın kalbine, yeni bir hayata, mikro âleme doğru gidiyoruz. Aslında mikro âlem ile makro âlem iç içedir. Varlık daireseldir.

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

Içiçe mimari, içiçe benlik;

Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!



Bir düzen var. Necip Fazıl hayatın bizatihi özünde bunu görüyor. Zaten hayatın içindeki şiirsel mantığı da biz bu şiirde çok rahat okuyabiliyoruz.

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;

Nizam köpürüyor, ta çenemde su.

Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;

Suda ezel fikri, ebed duygusu.



Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye, onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.



Hayatın özü, esası, cevheri budur, birlik…bütün hikâye birlemek, bir olmak, birliğe ulaşmak üzere var. Çünkü varlık birdir.

Bu bir gelenektir. Yunus Emre gibi şairlerin vardığı noktayı ima eden bir şey. Ona duyduğu özlem. Gözü orada. Son bende geliyoruz:



Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.



Hegel’in de bahsettiği gibi, bütün örtüler kaldırıldığında bilginin doğrudan kaynağı olan birliğe ulaşılır.

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem, Sonsuza varmak...



Bunu biz büyük sanatkârların hepsinde görüyoruz. Aslında Necip Fazılın hikâyesinin merkezinde de böyle bir şey var. Ama onun hayat hikâyesi, kavgası, şiirleri, yazıları, hitabeleri, romanları ve tiyatroları aynı zamanda bizim yüz yüzelli yıllık hikâyemizin, yani toplumsal ve siyasal hikayemizin, kamusal hikayemizin, medeniyet geleneğimizde yaşanan kırılmanın, değişimin, dönüşümün, onun getirdiği sancıların ve acıların hikayesidir."(*)



Tekrar derse dönersek; paraya önem vermeyen, karizmatik kişiliği uslubunda hissedilen ve yüz civarı eser veren Necip Fazıl'ın mutlaka okunması gereken eserlerinden şunları saydı Hoca:

Babıali, Abdülhamid Han, Hac, Benim Gözümden Menderes, Son Devrin Din Mazlumları...



Ardından şiirlere geçti ve 1931 yılında yazılmış, yukarıda da bahsi geçen dağlarda şarkı söyle isimli şiiri okudu:

“Bir dev olmak istersen,

Dağlarda şarkı söyle!”



İnsanın içine dönmesi, içinden kainat kitabına yönelmesi içiçe geçmiş çokluk perdelerinden arınıp her şey olan varlığa, hiç'e ulaşması gerektiğini anlatırcasına sesi gürdü bu şiirin ve ilk derste vurgu yapılan içte derinleşme mevzuunu hatırlatıyordu.



Aynalar yolumuzu kesti ders ilerledikçe, önce Anneme Mektup" şiiri gurbet acısına düşürürken, yüzüme dik dik bakan aynalarda kayboldu yüreğim:



Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;

İşte yakalandık, kelepçelendik!

Çıktınız umulmaz anda karşıma,

Başımın tokmağı indi başıma.

Suratımda her suç bir ayrı imza,

Benmişim kendime en büyük ceza!

Ey dipsiz berraklık, ulvi mahkeme!

Acı, hapsettiğin sefil gölgeme!

Nur topu günlerin kanına girdim.

Kutsi emaneti yedim, bitirdim.

Doğmaz güneşlere bağlandı vade;

Dişlerinde, köpek nefsin, irade.

Günah, günah, hasad yerinde demet;

Merhamet, suçumdan aşkın merhamet!

Olur mu, dünyaya indirsem kepenk:

Gözyaşı döksem, Nuh tufanına denk?

Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.

Bakamam, aynada, aynada vicdan;

Beni beklemeyin, o bir hevesti;

Gelemem, aynalar yolumu kesti.

Bir İstanbul'lu olarak en güzel İstanbul şiirlerinden birine imza atan Necip Fazıl'ın en sevdiğim mısraları arka arkaya düşünce gönlüme, içim doluyor "Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar” şehrin özlemiyle, süzülüyor yaşlar gözümden sessizce.

Otel Odası şiirinden sonra Necip Fazı'ın kişisel iç yolculuğunun hikayesini sunan, adeta seyr-i sulukunu resmettiği şiiri çileye geliyor sıra...Bir kaç mısra tattırıyor Hoca...devamını siz okuyun diyerek son veriyor bir şiir şöleni edasında geçen derse.

Sonra bahçeye çıkıyoruz, hocayla halleşmek, feyzinden istifade etmek arınmak arzusundayım. Pek bir şey söylememe gerek kalmadan anlıyor gözlerimden... ömür geçiyor bak aklı başında okumalar yapmaya başlayalı nice sene geçmiş... Çok da başka başka şeyler okumamalı...İç yolculunu tamamlamalı insan... Bu yolda üç şey var sabredeceğin: Açlık, yalnızlık, ve O'nu anmak... Ve bu üçüne aynı anda sabretmek... Bu sabırlara günaha karşı sabrı da ekleyip içinin çıkmazlarından ışığı görmek... Hayatta başkaca bir hakikat yok, ben, sen yok, sedece O var...

Minnet dolu gözlerle teşekkür edip ayrılıyorum huzurundan. İki yanımdan akan sarının, kırmızının, yeşilin tonlarını sunan ağaçlar hafif rüzgarın da etkisiyle el sallıyorlar sanki dışarıdan içeriye dönmesi gereken kalbime. Baştan ayağa aşk kesilmiş bir hal insanının güzelliğinden bulaşmışken üzerime huzur dolu bir hüzünle eve geliyorum.

Hemen kitaplığıma uzanıp Çile kitabını alıp elime, okumaya başlıyorum:

Çile

Gâiblerden bir ses geldi: Bu adam,

Gezdirsin boşluğu ense kökünde!

Ve uçtu tepemden birdenbire dam;

Gök devrildi, künde üstüne künde...



Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!

Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!

Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,

Ok çekti yukardan, üstüme avcı.



Ateşten zehrini tattım bu okun.

Bir anda kül etti can elmasımı.

Sanki burnum, değdi burnuna (yok) un,

Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.



Bir bardak su gibi çalkandı dünya;

Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.

Al sana hakikat, al sana rüya!

İşte akıllılık, işte sarhoşluk!



Ensemin örsünde bir demir balyoz,

Kapandım yatağa son çare diye.

Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,

Yepyeni bir dünya etti hediye.



Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;

Mekânı bir satıh, zamanı vehim.

Bütün bir kâinat muşamba dekor,

Bütün bir insanlık yalana teslim.



Nesin sen, hakikat olsan da çekil!

Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!

Otursun yerine bende her şekil;

Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!



Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,

Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.

Deliler köyünden bir menzil aşkın,

Her fikir içimde bir çift kelepçe.



Niçin küçülüyor eşya uzakta?

Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?

Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?

Sonum varmış, onu öğrensem asıl?



Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!

Ey yedinci kat gök, esrarını aç!

Annemin duası, düş de perde ol!

Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!

Uyku, kaatillerin bile çeşmesi;

Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.

Teselli pınarı, sabır memesi;

Size şerbet, bana kum dolu çanak.



Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,

Sırrını ararken patlayan gülle?

Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;

Karınca sarayı, kupkuru kelle...



Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,

Mevsimden mevsime girdim böylece.

Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,

Fikir çilesinden büyük işkence.



Evet, her şey bende bir gizli düğüm;

Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!

Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,

Yetişir çektiğim mesafelerden!



Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;

Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık.

Her gece rüyamı yazan sihirbaz,

Tutuyor önümde bir mavi ışık.



Büyücü, büyücü ne bana hıncın?

Bu kükürtlü duman, nedir inimde?

Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,

Bir zehirli kıymık gibi, beynimde.



Lûgat, bir isim ver bana halimden;

Herkesin bildiği dilden bir isim!

Eski esvaplarım, tutun elimden;

Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?



Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,

Arzı boynuzunda taşıyan öküz?

Belâ mimarının seçtiği arsa;

Hayattan muhacir, eşyadan öksüz?



Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,

Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,

Bir zerreciğim ki, Arş'a gebeyim,

Dev sancılarımın budur kaynağı!



Ne yalanlarda var, ne hakikatta,

Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.

Boşuna gezmişim, yok tabiatta,

İçimdeki kadar iniş ve çıkış.



Gece bir hendeğe düşercesine,

Birden kucağına düştüm gerçeğin.

Sanki erdim çetin bilmecesine,

Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin.



Açıl susam açıl! Açıldı kapı;

Atlas sedirinde mâverâ dede.

Yandı sırça saray, ilâhî yapı,

Binbir âvizeyle uçsuz maddede.



Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

İçiçe mimarî, içiçe benlik;

Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!



Nizam köpürüyor, med vakti deniz;

Nizam köpürüyor, ta çenemde su.

Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;

Suda ezel fikri, ebed duygusu.



Kaçır beni âhenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye, onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.



Öteler öteler, gayemin malı;

Mesafe ekinim, zaman madenim.

Gökte saman yolu benim olmalı;

Dipsizlik gölünde, inciler benim.



Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem, Sonsuza varmak...



Necip Fazıl Kısakürek

(*) http://www.sadikyalsizucanlar.net/ne-dedi-/bir-dev-olmak-istersen-daglarda-sarki-soyle.html

(**) Bu yazı Sayın Hocam Sadık Yalsızuçanlar’ ın 11.10.2010 ‘daki edebiyat dersinin anısına kaleme alınmıştır.

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin