31 Temmuz 2010 Cumartesi

Yaban gülü gibisin...Ve gülün bittiği yerde...Bir de AÇIK DENİZ bu gece:))

Bu aşkı söyleyemem senden bir başkasına, seni sormam imkansız rüyalarım olmasa...

Yıldızlara baktırdım fallarda çıkmıyorsun
seni görmem imkansız rüyalarım olmasa

pencereden bakmıyor yollara çıkmıyorsun
seni görmem imkansız rüyalarım olmasa

yalvarırım mektup yaz beş dakika ayır da
su serp yanan bagrima sağlığını duyur da

yaban gülü gibisin dağda kırda bayırda
seni dermem imkansız rüyalarım olmasa

seviyor özlüyorum seni can pahasına
bir fırsat ver n’olursun beni bir daha sına

bu aşkı söyleyemem senden bir başkasına
seni sormam imkansız rüyalarım olmasa

yalvarırım mektup yaz beş dakika ayır da
su serp yanan bagrima sağlığını duyur da

yaban gülü gibisin dağda kırda bayırda
seni dermem imkansız rüyalarım olmasa
rüyalarim olmasa…
CEMAL SAFİ
--------------------------
12 Eylül döneminin sorgulandığı ÖNEMLİ BİR FİLM VE ŞARKISI VAR SIRADA: GÜLÜN BİTTİĞİ YER
 
Haluk Levent - Gülün BittiÄ�i Yer
Yükleyen musicplay. - 


Yönetmen:İsmail Güneş

Senaryo:Ömer Lütfi Mete

Oyuncular:Cüneyt Arkın,Yağmur Kaşifoğlu,Tolga Tibet,

Mümtaz Sevinç,Bülent Bilginç,Haldun Boysan,Gani Şavata

Müzik & Solist:Haluk Levent __ Söz:Ömer Lütfi Mete

Hakkında:
12 Eylül döneminin sorgulandığı film, çekildiği dönem Kültür 

Bakanlığı 

tarafından yasaklandı.

Vizyon Tarihi: 22.10.1999
--------------------------
İlgilisine Not:

AÇIK DENİZ'e bu hafta, 31 Temmuz 2010 Cumartesi saat 23.00'te, Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Ferhat Kentel ile Taraf gazetesi yazarı Yıldıray Oğur katılıyor. Demokratikleşme, referandum, anayasa, açılım, hak ve özgürlükler, vb. sorunlara ilişkin Türkiye'nin mevcut durumu tartışılacak, geleceğe dönük bir projeksiyon yapılacak. Programda ayrıca çeşitli etnik müziklerden örneklere yer verilecek...İyi seyirler:))



28 Temmuz 2010 Çarşamba

Gözüm göz menziline girsin yeter...





"Tenine dokunabilmek mi ? Haşa !...
Gözüm göz menziline girsin yeter !... 
Hadi düş düşlerime,
Tutmayana ''Aşk'' olsun... "
Sunay Akın



27 Temmuz 2010 Salı

KELİMELER CILIZ...CAN DÜNDAR'DAN...



KELİMELER CILIZ
Kelimeler eksik, kelimeler yaralı.
Kelimeler cılız.
Taşımıyor, anlatmıyor, tanımlamıyor bu duyguyu.
Ben de...
Çok başka bir şey.
Sevginin ortasında, derin acılar hisseder mi insan?
Aydınlık gülümsemelerin içine, hüznü yerleştirir mi durup dururken?
Gözlerine buğu, diline sitem, yüreğine burukluk, çöreklenir kalır mı asırlarca?
Gelmeyeceğini bildiği mektup için, posta kutusunu hep aynı heyecanla açar mı?
Dedim ya, başka bir şey bu.
Ne kadar yalnızsam, o kadar seninleyim şu günlerde.
Belki de en basta, tutup seni en derinlere koydum diye oldu bunlar.
Kimseler ulaşmasın diye, kimselerin bilmediği, bulamayacağı yollara götürdüm seni.
En derinlerde tuttum.
Bana sakladım.
Derine, hep daha derine...
Seni yapayalnız, bir tek bana bıraktım.
Paylaşamadım
Yanlış yaptım.
Sana ulasan yolları kaybettim diye bütün bu şaşkınlıklar.
Kendimi oradan oraya vurmam.
Sağımda, solumda, ne zaman dikildiğini bilmediğim duvarlara çarpmam, hiç görmediğim çukurlarla boğuşmam.
Denizlerin, gürültüyle gelip vurduğu dehlizlerin, acılı duvarları gibiyim.
Duvarlarım yosunlu, duvarlarım kaygan, duvarlarımdan hiç tükenmeyen sular sızıyor.
Tutunamıyorum.
Renklerim, gün içinde değişiyor.
Soluyorum, soğuyorum.
Güneş ulaşmıyor içerilerime.
Küfleniyorum,yaşlanıyorum.
Yalnızlıklar peşimde.
Dokunduğum her ıslak duvardan, pis kokulu bir yalnızlık bulaşıyor üstüme.
Yapış yapış, vıcık vıcık bir yalnızlık bu.
Biliyorum, bütün bunlar, hep benim suçum.
Seni sakladığım yere ulaşamaz oldum.
Yollar, gitgide uzadı ve karıştı.
Ümidimi ısıtacak, parlatacak, kımıldatacak bir şeylere ihtiyacım var.
Ah onun ne olduğunu biliyorum.
Sonu sana geliyor her cümlenin.
Her şeyin başında, içinde ve sonundasın.
Bu değişmiyor öyle içimsin ki.
Birden aklıma geldi, tuttum sana bir mektup yazdım dün. Çok mutluydum...
Gün içinde neler yaptığımı, nelere kızıp, nelerle mutlu olduğumu, tek tek anlattım.
Mevsimlerin ve insanların nasıl karışık ve beklenmedik olduklarını yazdım
'Yine zamansız yağmurlar' dedim,
'Daha önce, hiç bu kadar zayıf değildi güneş ışınları' dedim,
'Gerçekten buradaki şarkıları hiç öğrenmeyecek, bilmeyecek, söylemeyecek misin?' dedim.
Çok uzun bir mektup oldu..
Başından sonuna kadar okudum da.
Neler yazmışım diye merakımdan.
Sonra çekmecemden bir zarf çıkarıp,
Adını yazdım.
Büyük harflerle, yalnızca adını.

Adresini bilsem gönderir miydim, bilmiyorum.
Mektup cebimde.
Cebim yüreğime yakın.
Yüreğim sende.
Sen yüreğime yakın.
Öyleyse mektup sende.
Bu kadar içimdesin iste.
Can Dündar


25 Temmuz 2010 Pazar

BİRAZ DA FELSEFE YAPALIM: SPİNOZA ÜZERİNE ONBİR DERS


SPİNOZA ÜZERİNE ONBİR DERS
“Felsefeyi bir kelime ile tanımlamak gerekseydi, “…ölçüde” sanatıdır felsefe diyebilirdik. Tesadüfen “…ölçüde” diyen birini görürseniz, evet, düşünce doğuyor diyebilirsiniz. Düşünen ilk insan ”…ölçüde” diyendir. Niçin? “…ölçüde” kavram sanatıdır. “
Elimizde felsefeye giriş açısından önemli bir kitap var:20.yy. kıta felsefesinin önemli figürlerinden olan çağdaş Fransız düşünürü Gilles Deleuze (1925-1995) çalışmalarını daha çok batı felsefe tarihinin önemli düşünürlerine dair hazırladığı monografiler üzerinden geliştirmiştir. Vincenns’ de verdiği derslerin bant çözümlemeleri olan bu üç kitaplık seri (Leibniz-Kant-Spinoza) felsefenin üç temel noktasını teşkil eden bir çalışmadır. Derslerin tarih sırası değil içerikleri gözetilerek Ulus Baker tarafından çevrilmiş, Aliye Kovanlıkaya tarafından yayına hazırlanmış, Şubat 2008’de Kabalcı Yayınevi tarafından basılmıştır.
Bu kitabı okumaktan zevk aldığımı belirtmek isterim. Ara ara yorucu olsa da serinin diğer iki kitabını da okumayı düşünüyorum. Burada Etik isimli büyük bir külliyattan seçilmiş konular Deleuze’ nın perspektifinden verilmiş. Dolayısıyla iki tür okuma yapmak faydalı olacaktır. Birincisi, filozofu bir başka filozofun anlatımından okumak, Spinoza’ nın fiili bir imkan olarak sunduğu özgürleşme imkanını bu anlatımın içinden yakalamak, ikincisi; Deleuze’ nin Spinoza’ yla aramıza koymadığı mesafeyi metinle aramıza koyarak nispeten dışsal bir okumak yapmak.
Elbette eserin tamamına vakıf olmak daha iyi anlaşılmasına sebep olacaktır. Ama yine de akıcı bir uslupla Spinoza’yı hiç bilmeyen birinin de temel kavramları anlamasına vesile olacak bir kitap var elimizde, Deleuza’ nın arzusu felsefeyi sokaktaki insanın da anlayacağı bir pencereden sunmak olduğundan izahlar geniş tutulmuştur. Bu hususları kitaba bırakarak birkaç temel kavram üzerinden kitabı anlatmak istiyorum.  

Şunu da ifade edelim: Felsefe tarihi üzerine çalışan Deleuze Spinoza’ya içten içe bir hayranlık besler ve ona filozofların en filozofu, en katıksızı, filozofların prensidir, der. Hatta filozofların İsa’sı ve en büyük filozoflar da ancak ve yalnızca bu gizeme yaklaşan veya uzaklaşan havarileridir Deleuze için. Bu nedenle kitabı okurken yazarın hayranlığı ve hayranlığının sonucu olan  mesafesizlik hep akılda tutulmalıdır, der çevirmen.
Kısaca özetlemek gerekirse şu aktarımı yapmak faydalı olacaktır:
Aslında iyi ile kötünün, faydalının ve zararlının, yani tattığımız neşe ve kederin dışında Hayr ve Şer yoktur. Ama keder, şeyler hakkındaki ”uygun olmayan” bir bilgiden ayrılmaz. Şeylerin zorunluluğunu bilip tanıyan biri asla kederlenmez; yetkin olmak için dünyanın kendi keyiflerine uygun olması gerektiğini düşünenlerin yaptığı gibi gerçeğe kızmanın yeri yoktur. Gerçeği zorunluluğu ile tanıyan biri, görünüşte en korkunç bir gerçek söz konusu olsa bile, böylece bundan bir doyuma erişir.Hiç değilse ne olup bittiğinin biraz farkına varır. Özgür, yani aklın kılavuzluğunda yaşayan biri demek ki, hiçbir keder duymayacak ve hiçbir Hayr ve Şer kavramı oluşturmayacaktır. Ama bu elbette imkansızdır ve yalnızca ideal bir durumdur: Biz hayal gücümüze bağımlı kalırız ve varoluşumuzun bir kısmını gözler açık rüya görerek geçiririz.-SPİNOZA-
Bir filozof nihayetinde yalnızca mefhumlar icat eden biri olmakla kalmaz; belki algılama tarzları icat eder, diyerek başlıyor dersine Deleuze. Onu okumamış bile olsanız merak etmeyin, hikayeyi ben anlatacağım diyerek dinleyiciyi rahatlatıyor .
İdea: Temsil Edici Düşünme Tarzı
Duygu: Temsil Edici Olmayan Düşünme Tarzı

İdeanın bir biçimsel gerçekliği vardır; yani idea kendi başına bir şeydir. Bu biçimsel gerçeklik onun içsel karakteridir ve bu da onun kendinde kuşattığı gerçeklik veya yetkinlik derecesidir.
Duygu: Varolma Kuvveti veya Eyleme Kudretinin Sürekli Varyasyonu
Bir idea başka bir ideayı kovalar, bir idea başka bir ideanın yerini bir anda alır, bir süreklilik vardır ve bu Spinoza’ ya göre var olmak bu demektir.
Sahip olduğu idealara bağlı olarak herkeste eyleme kudretinin veya var olma kuvvetinin artması-azalması şeklinde bir sürekli varyasyon vardır.
Spinoza, duyguyla oluşan bu melodik sürekli varyasyon çizgisi üzerinde iki kutup tayin edecektir: Sevinç-üzüntü. Bunlar onun için temel tutkular olacaktır: Eyleme kudretinin azalışını içeren her tutku, her ne olursa olsun üzüntü, eyleme kudretimdeki artışı kuşatan her tutkuysa sevinç adını alacaktır.
Üç Tür İdea: Duygulanış, Mefhum, Öz
Duygulanış; bir cismin başka bir cismin eylemine maruz kaldığı durumdur.
Eğer bedenim böyle yapılmışsa, eğer bedenim bir parçalar sonsuzluğunu içeren belli bir hareket ve sükunet bağıntısıysa ne olur? İki şey olabilir: Sevdiğim bir şeyi yerim, ya da başka bir örnek, bir şeyi yerim ve zehirlenip yere yığılırım. Kelimesi kelimesine söylersek birinci durumda iyi bir karşılaşma, ötekindeyse kötü bir karşılaşma yapmışımdır. Kötü karşılaşmada bedenimin bağıntısını bozan bir bağıntı ile karşılaşmışımdır.
Spinoza diyordu ki, kötülüğün ne olduğunu söylemek, anlamak hiç de zor değil, kötülük kötü bir karşılaşmadır.  Bedeninizle kötü bir şekilde karışan bir cisimle karşılaşmadır. Kötü bir şekilde karışmak ise tali bağıntılarımızdan ya da bileşen bağıntılarımızdan birinin tehdit edildiği, tehlikeye atıldığı ya da bozulduğu şartlarda ortaya çıkan karışmadır
Kötülük, kötü bir karşılaşmadır der. Bu bağlamda tanrıbilimin temel noktalarından olan “Ademi Yetkinlik Kuramı”na karşı çıkar ve Adem var olmuşsa, mutlak bir yetkinsizlik ve mutlak bir upuygunsuzluk tarzında var olmuştur. Oysa Hristiyan öğretiye göre, Adem günah işlemeden önce, olabildiğince yetkin yaratılmıştır. Sonra da tamamen düşüş öyküsü olan günah öyküsü anlatılır. Oysa Spinoza bu durumu ilk yasak yerine kötü karşılaşma, zehirlenme öyküsü olarak izah eder. O elma zehirlidir, bu nedenle yememesi söylenmiştir. Yemiş ve bağıntıları bozulmuştur. Burada Adem’in kabahati itaatsizlik değil hiçbir şey anlamamış olmasıdır, der.
Mefhum; Nedenin kavranmasına bağlı olarak upuygun(yazara ait bir kelimedir) olan düşünme tarzıdır.
Mesela zehirlendiğimde bu, arsenik cisminin benim bedenimin parçalarını, beni karakterize eden bağıntıdan başka bir bağıntıya geçmeye zorladığı anlamına gelir. O anda bedenimin parçaları, arsenikle tamamen birleşen, arseniğin dayattığı yeni bir bağıntıya girer; arsenik ise mutludur, benimle beslendiği için. Arsenik mutlu bir tutku yaşar, çünkü her cismin ruhu vardır. Ben ise üzgünüm, ölmek üzereyim. Yani burada mefhuma ulaşıyoruz.
Hasıl-ı kelam; tesadüfi karşılaşmalara bağlı olarak etki aldığımda ya üzüntü ya da sevinçle duygulanırım. Üzülünce eyleme kudretim azalır, sevinçte eyleme kudretim artar
Spinoza kendisini bağlamamak için hiçbir yerde ders vermemiş yaşadığı esnada hiçbir yayın yapmamıştır. Öğrencileri ile mektuplaşarak felsefe sorularına cevap vermiştir.
İşte bu sorulardan biri;  Aşağılık bir duyusal iştah tarafından yönlendirilmem ne demektir? Hakikaten aşıksam durum nedir?” Blyenbergh’in bu sorusuna Spinoza da Şu cevabı verir: Orada, içeride bir eylem veya daha doğrusu bir eylem eğilimi vardır: Mesela arzu. Aşağılık duyusal iştah tarafından güdüldüğümde bu bir şeyin arzusudur. Mesela kötü bir kadını arzuluyorum, daha da kötüsü bir çok kötü kadını arzuluyorum. Eylem her durumda erdemdir, bu eylem sevişmek bile olsa. Çünkü bedenimin yapabileceği bir şeydir, vücudumun kudreti dahilindedir. Ama eğer burada kalırsam aşkların en güzeli ile aşağılık duygusal iştahı ayırt edebilmek için elimde hiçbir araç kalmaz.
Aşağılık duygusal iştahın can sıkıcı nedeni aslında eylemimi ya da eylemin imgesini, bağıntısını bu eylem tarafından bozulan bir şeyin imgesiyle ilişkilendirmemdir. Diyelim evliyim, çift olma bağıntısını bozuyorum, bu nedenle rahatsızım ama bozmadan aldığım keyifle aşağılık duygusal iştaha yeniliyorum.
Aşkların en güzelinde ise tam tersi bir durum söz konusu; Eylemim tam olarak aynı. Fiziksel eylemim, bedensel eylemim, eylemimin bağıntısıyla doğrudan bileşen bir bağıntıya sahip olan şeyin imgesine bağlanıyor. Aşkla birleşen iki birey, her ikisine de parçaları olarak sahip olan tek bir birey oluşturur. Aşağılık bir şekilde duyusal olan aşkta ise, biri ötekini bozar, öteki berikini bozar, yani tam bir bağıntıların bozulması sürecidir.
Ama her zaman şu noktaya çarpıp kalıyoruz: “Eyleminizin bağlanacağı şeyin imgesini nihai olarak siz seçmiyorsunuz. Burada sizin elinizde olmayan bir sürü neden ve etki işe karışır. Bu aşağılık duygusal aşkın sizi teslim almasını sağlayan nedir? Şunu asla diyemezsiniz: Ha, başka türlü de yapabilirdim.
Spinoza iradeye inananlardan değildir, onun felsefesi şeylerin imgelerini eylemlerle ilişkilendiren tam bir determinizmdir. O zaman şu formül çok tedirginlik verici hale gelir: Sahip olduğum duygulanışlara bağlı olarak ne kadar olabilirsem o kadar yetkinimdir, mümkün olduğu kadar kudretim yettiği kadar yetkinimdir.”
Duygulanış; bir şeyin imgesinin benim üzerimdeki anlık etkisidir. Mesela algılar duygulanıştır. Örneğin karanlık bir odadayım meditasyon yapıyorum, tam bir şey yakalayacakken öküzün biri(affınıza sığınarak bu tabirleri aynen kitapta geçmesi hasebiyle kullanıyorum) gelip ışığı yakıyor. Fikri kaçırdınız, kızgınsınız, ondan nefret ediyorsunuz, çok uzun sürmese bile nefret ediyorsunuz. Bu durumda aydınlık hale geliş size kudretinizin azalması sonucunu getirdi. Kuşkusuz karanlıkta gözlüğünüzü arıyor olsaydınız, size kudret artışı getirmiş olacaktı. Bu durumda ışığı yakan kişiye teşekkür ederim, seni seviyorum diyecektiniz.
Yani her duygulanış anlıktır. İçinde olduğum andakine bağlı olarak ne kadar olabilirsem o kadar yetkinim. Anlık özün aidiyet küresi işte budur. Bu anlamda ne iyi ne kötü vardır. Ama öte taraftan anlık hal her zaman bir kudret artışı veya azalışı kuşatır. Ve bu anlamda iyi ve kötü vardır.
Nefret etmek; sizi bozmakla tehdit eden şeyi bozmak istemektir. Üzüntü nefret doğurur. Ama nefret sevinç de doğurur. Nefretin sevinçleri nelerdir? Kötü kalpliyseniz, kalbinizin üzüntü sevinçleri ile ferahlayacağına inanarak kendinizi iyi hissedebilirsiniz. Ama hareket noktanız üzüntü lekesi olarak kaldığı sürece sevinçleriniz hep telafi sevinci olarak kalacaktır. Nefret adamı, hınç adamı başta üzüntü tarafından zehirlenmiş kişidir. Sonuçta böyle bir kişi sevinçlerini üzüntüden başka şeyden türetemez hale gelir. Bunların hepsi acınacak sevinçlerdir.
Rastlama, karşılaşma kavramlarına geri dönersek; pek görmek istemediğim biri odaya giriyor, kendi kendime diyorum ki yandık, bende bir tür kuşatma ortaya çıkıyor. Kudretimin bir kısmı bu nesnenin bana uymayan nesnenin üzerimdeki etkisiyle baş etmeye tahvil ediliyor, yatırılıyor, ayrılıyor. Şeyin üzerimdeki etkisini kuşatıyorum, kudretimin bir kısmını şeyin bende bıraktığı izi kuşatmaya hasrediyorum. Niçin? Kuşkusuz onu dışarıda bırakmak, belli bir mesafede tutmak, defetmek için. Sonuçta kudretim azalmış hareketsiz kılınmış, sabitlenmiştir. Bu az kudretim olduğu anlamına gelmez, ama etki ile eksilmektedir. Spinoza der ki, kayıp zaman gibi, bu durumda kudretimin belli bir kısmı sabitlenmiştir. Bu bir tür kasılma halidir, kudretin kasılıp, donup kalmasıdır; kötüye doğru gittiği ölçüde, zaman kaybı, kayıp zamandır.
Sevinçle işler çok ilgi çekicidir. Spinoza’ nın sunduğu şekliyle sevinç deneyimi: Mesela bana uyan bir şeyle karşılaşıyorum. Sözgelimi müzik. İç burkucu sesler vardır. Her şeyi daha karışık hale getiren şey ise, bu iç burkucu sesleri harikulade ve ahenkli bulan insanların olmasıdır. Ama hayatın sevincini getiren de işte böyle bir şeydir; yani sevgi ve nefret bağıntıları… Çünkü bu iç burkucu sese karşı nefretim, bu sesi seven herkese yayılma eğilimi gösterir, onlar da iç burkar hale gelir. O zaman evime dönerim, bana meydan okuma gibi gelen bu sesler kulağımdadır. Tüm bağıntılarımı hakikaten bozan bu sesler kafama girer, karnıma girer… Kudretimin bir kısmı bana nüfuz eden bu sesleri uzak tutmaya çalışırken sessizliğe ulaşırım ve sevdiğim bir müziği koyarım; her şey değişir. Sevdiğim müzik nedir? Benim oranlarımla bileşebilen ses bağıntıları demektir. Ve düşünün ki, tam o anda pikabım bozuluyor, nefret ediyorum.
Ama sevdiğim müziği dinlerken kudretim artıyor. Yani üzüntüdeki gibi kudretimin bir kısmı kasılmıyor. Çünkü bağıntılar birleştiğinde bağıntıları birleşen iki şey bir üst birey oluşturur, onları içine alan onları parçaları halinde kendinde bulunduran üçüncü bir birey. O zaman kudretimin artma ve genişleme halinde olduğunu söylerim. Bu örneklerin ele alınmasının sebebini Deleuze şöyle ifade eder: Nietzsche’nin affect dediği şey, Spinoza’nın affectus dediği şeyle tam tam aynıdır. İşte bu bakımdan Nietzsche tam bir Spinozacıdır, yani kudretin azalması ve artması bakımından.
Üzüntü ekip biçen insanlar vardır. Öyle kudretsiz insanlardır ki, işte tehlikeli olanlar bunlardır. Gücü, iktidarı ele geçirirler ve devamı için üzüntüye ihtiyaç duyarlar. Kölelerden başkası üzerinde hakimiyet kuramazlar ve kölelik tam anlamıyla kudretin azalması rejimidir. Nefret edecek kimse bulamazsanız kendinizden nefret edin, üzüntüden geçmezseniz faydalı olamazsınız derler. Spinoza için bu lanet olası bir durumdur.
Üzüntüler hep olacaktır. Mesele var olup olmamaları değil, mesele onlara verdiğimiz değerdir, onlara atfettiğimiz itibardır. O ölçüde sorunu kuşatmak için kudretinizden kaybedeceksinizdir. O halde mutlu bir sevgide, sevinçli bir aşkta ne olup biter? Burada ötekinin bağıntılarının azami çoğunluyla, kendi bağıntılarınızın azami çoğunluğunu birleştiriyorsunuz; cisimsel, algısal her türden. Ve icat etme hiçbir zaman durmaz, bizim bağıntılarımızdan meydana gelen üçüncü birey önceden yoktur, her seferinde yeniden icat ederim. Bu nedenle bağıntılara dair size uygun adam ya da kadını bulacak bilimsel bilgiye haiz değiliz. El yordamıyla ilerlenir, körlemesine. Bazen yürür bazen yürümez. Asla yürümeyeceğini söyleyen insanlar vardır, işte bunlar üzüntü insanlarıdır.
Size uymayan bir şeyi hiçbir şekilde yapmayın. Bu yeni bir bulgu değildir, şunu yapmanız gerekir şeklinde bir ahlakçılık da değildir, herhangi bir şey yapmak gerekmiyor, kendi yolunu bulmak gerekiyor. Yani çekilmek değil, bir parçası olarak dahil olabileceğim daha üst bireylikleri icat etmem gerekiyor, çünkü bu bireylikler daha önceden yok.
Öz ezeli- ebedidir. Siz bir kudret derecesisiniz. Yani, Tanrı kudretinden bir pay, parçasınız.  Kudret niceliğine de her zaman YEĞİNLİK adı verilmiştir. “Kudret parçası” bir uzamlı parça değildir, açık bir şekilde bir yeğin parçadır. Biri ötekinin içinde ama merkezleri aynı olmayan iki çember gibi.
Spinoza insanın doğasına ait hiçbir şey olmadığını düşünmektedir. O her şeyi oluşa bağlı olarak düşünen bir filozoftur. Ancak akıllı, özgür gibi şeylerin bir anlamı varsa bu ancak bir oluş sürecinin sonucudur. Bu daha şimdiden yepyeni bir durumdur. Dünyaya atılmış olmak tam anlamıyla her an beni çözüp dağıtabilecek bir şeyle karşılaşma riski taşımak demektir.
Spinoza aforoz edilmiş bir yahudidir.Etik’in birinci kitabı, Tanrı’ya dair başlığını taşır. 
Ateizm bir bakıma hiçbir zaman dinin dışında olmamıştır: Ateizm din çalışan sanatçı kudretidir. Tanrıyla her şeye izin vardır. Felsefe için de aynı şeyin geçerli olduğuna dair kuvvetli bir hissim var. Filozoflar bize Tanrı’dan o kadar çok bahsettilerse, tabi ki iyi Hristiyanlar, inançlı kişiler olabilirler, bunun güçlü bir eğlenceli tarafı da olmalıdır. Bu inançsızlığın getirdiği bir eğlence değildir, yapmakta oldukları çalışmadan duydukları sevinçtir. Ve nasıl ki Tanrı ve İsa resim sanatının çizgileri renkleri ve hareketleri benzerlik zorlamasından özgürleştirmesi için olağanüstü vesileler oldularsa aynı şekilde felsefe için de Tanrı ve Tanrı teması, felsefede yaratımın nesnesi olan şeyi, yani kavramları, kendilerine dayatılan zorlamadan; yani kısaca söylersek şeylerin temsili olma zorlamasından özgürleştirmek için yeri doldurulmaz bir vesile olmuştur. Kavramın özgürleşmesi Tanrı düzeyinde olmuştur, çünkü artık herhangi bir şeyi temsil etmek görevi yoktur.
Spinoza’nın Etik’in birinci kitabında Tanrı diye adlandırdığı şey dünyanın en tuhaf şeyi olacaktır. Tüm bu olanakların toplamını bir araya getirdiği ölçüde Tanrı kavramı olabilecektir. 
Etik, Deleuze’ ye göre spekülatif ya da teorik önerme adını verebileceğimiz büyük bir ilk  önerme üzerine inşa edilmiştir: Mutlak olarak sonsuz, yani bütün sıfatlara sahip olan bir töz vardır; yaratılmış denen şeyler de yaratılmış değildir; bu tözün tarzları veya var olma halidir. Demek ki tüm sıfatlara sahip ve ürünleri var olma tarzı veya hali olan tek bir töz var. Bunlar tüm sıfatlara sahip tözün var olma tarzıysa, bu tarz tözün sıfatlarında var olur, sıfatlarda bulunur. Bu sıfatlar arasında hiyerarşi de yoktur.
 “Aklın kılavuzluğunda yaşayan biri için acıma kendi başına kötü ve faydasızdır.”
İyi bir toplum; insanın özünün içinde gerçekleşebileceği bir toplumdur, der.
Klasik bilge neyi hedefler? Özün ne olduğunu belirlemeyi hedefler. Buradan tüm pratik görevler türeyecektir. İşte bilge kişinin siyasi hedefi budur.
Spinoza, Hobbes’u çok okumuştur. Düşünce aleminde skandallar yaratan bir düşünürdür Hobbes. Şeyler özle tanımlanmaz, kudretle tanımlanır. Buna bağlı olarak doğal hak şeyin özüne uyan değil, şeyin yapabilecekleridir. Bir şeyin hayvan olsun, insan olsun, hakkı yapabileceği şeydir. Büyük balık küçük balığı yutar, bu onun hakkıdır. Aslında herkes bunu biliyordu ama söylemiyordu, Hobbes geldi ve bu önermeyi sesli söyledi.
Sonuçta; varlıklar özleriyle değil kudretleriyle tanımlanır, formülüne ulaşırlar…
Acımayla herkes kaybeder, çünkü herkes başkalarının kederli halini görerek kederlenir. Bu kuşkusuz doğal bir duygumuzdur, ama onu ahlaki bir buyruğa dönüştürmemek gerekir; çünkü bu köleleştirici ahlak herkesi güçsüz kılmaya eğilim gösterir. Başkalarına gerçekten yardımcı olmak isteyen birinin onlara biraz daha güç kazandırmaya, özerklik vermeye çalışması, onlara acıyıp durmasından daha iyi değil mi? Komşusunun yardımına kadınsı bir acımayla, tarafgirlik veya hurafecilikle değil, yalnızca aklın kılavuzluğunda koşmak mümkündür.
Her bireyin sonsuz sayıda uzamlı parçası vardır. Yani bileşik olmayan birey yoktur. Basit bir birey Spinoza için tümüyle anlamdan yoksun bir mefhumdur.
Bu noktada Gueroult’ la beraber bazı farklar belirtseler de insanın uzamlı parçaları arasında diferansiyel bağıntı olduğunu vurgularlar. 17. yy. ikinci yarısında bir çok filozof bu noktadaydı ve çoğu da felsefe yanında birer matematik bilginiydi.
Ölmek; artık parçalarım yok demektir ve bu sıkıcı bir şeydir. Bana ait olan parçalar artık bana ait olmaktan çıkar. Kurtları besler, böylece başka bir bağıntıya girer. Zaten tüm parçalar öze aittir. Ölümle etkili kılınan şey bağıntının etkili kılınmasıdır, kendisi değil.
Spinoza soruyu o kadar açık ve kesin bir şekilde sordurur ki, kendi kendimize işte cevap bu deriz ve cevabı gerçekten bulmuş olduğumuz izlenimine kapılırız. Size bu izlenimi verenler yalnızca büyük yazarlardır. Her şeyi tamamladıkları zaman dururlar, ama hayır, söylemeden bıraktıkları küçük bir şey vardır. Onu bulmak durumundasınızdır ve kendinize şunu dersiniz: Bulmak durumundaydım, buldum.
Spinoza bir pozitivisttir, çünkü ifadeyle işareti karşı karşıya getirir.
Spinoza TANRIBİLİMSEL SİYASİ ÇALIŞMASI’ nın çok güzel bir sayfasında şöyle ifade ediyor: Hiçbir zamana devredilemeyecek tek bir özgürlük vardır, o da düşünme özgürlüğüdür. Eğer sembolik bir alan varsa bu buyruğun, emrin ve boyun eğişin alanıdır. Bu işaretlerin alanıdır. Bilginin alanı bağıntıların, başka bir deyişle teksesli ifadelerin alanıdır.
Her yazarı, düşünürü kendi kaleminden okumak önemlidir. Umarım bu çalışma Spinoza hakkında az çok bir fikir vermiştir . Umarım, bizi filozofun dünyasına taşıyacak bir köprü olmayı başararak, hakikati  arama yolculuğunda sorularımıza ve cevaplarımıza bir ışık olur.
HANDAN GÜLER

10 Temmuz 2010 Cumartesi

"Sen bir kadını hüzne düşürürsün...Ev bitmiştir."






Sevdiğim bir kitap var bugün huzurlarınızda. Bir öykü kitabı. Kısa ama vurucu öyküler bunlar...İşte size bir kaç örnek:

EVSİZ
Sen bir kadını hüzne düşürürsün.
Hüzün onu hayata düşürür.
Hayat kimsesiz bir düştür.
Düş evdir.
Ev bitmiştir.

ÖĞLE ŞEKERİ
Kendi reklamına özen gösteren okunaklı bir paketi andırıyor kitapçının yüzü.
"Bu saygıdeğer bir kitaptır bayım" diyor, "öğle tatilinde sizi oyalar".     
Bakıyorum boyama kitabı. 
Açıyorum kaçık.
İlk sayfasında yazmayı oyalayan bir genç kadın resmi.
Üç renkle oyalanıyor.
Mavi, kırmızı, sarı.
"Diğer renkleri buna benzetmek zorundasınız." 
diyor 
kitapçı.
SADIK YALSIZUÇANLAR

İlgilisine Not: Bu gece 23.00' te AÇIK DENİZ var. 


Açık Deniz’de bu hafta, 10 Temmuz 2010 Cumartesi gecesi, Doğu Türkistan sorunu gündeme geliyor. Otuz milyon Müslüman’ın yaşadığı Doğu Türkistan’da yaşanan soykırım ve vahşetin boyutları konu uzmanlarınca tartışılıyor. Programa, Ankara Ü, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr. Erkin Emet, Dr. Abdulhamit Avşar ile Doğu Türkistan davasının unutulmaz ismi İsa Yusuf Alptekin’in oğlu Arslan Alptekin katılıyor.Ayrıca, ABD’de yaşayan Dünya Uygur Kongresi Başkanı Rabia Kadir de Açık Deniz’e telefonla katılacak.Programda, Doğu Türkistan’da yaşanan drama ilişkin çeşitli vtr’ler yer alıyor…Keyifli Seyirler.

8 Temmuz 2010 Perşembe

NE DOĞRU DİZEDİR: "Kes gayriden ümidi kes!"...HAYIRLI KANDİLLER


Herkese hayırlı kandiller...Güzel bir kitap var bugün elimde...Herkese şiddetle tavsiye edeceğim bu güzel
kitabı edinip okuduğunuzda Kainat kitabının canlı bir anlatıcısı olan Peygamber Efendimiz'e (sav) olan aşkınız artacak, enfes yazılar ve şiir derlemesi olan bu kitap Sadık Yalsızuçanlar'ca hazırlanıp bize yollanmış bir mektup gibi...

İŞTE ARKA KAPAK YAZISI:
O, dünyanın ve varlığın gözbebeğidir.
Kâinat ağacının meyvesidir.
O, hem kâmil hem kadim insandır.
Rahman suretinde yaratılan insanı ve insanlığı temsil eder.
O, ilk insanlıktır, insanın kadim halidir.
Beşerdir evet, ama bizim gibi değildir.
O, yetimdir. O’nun sahibi, mürebbii, Rabbi’dir. O’nu O terbiye etmiştir.
Söz, o’nunla güzelleşir.
O’ndan söz eden, o’nu söyleyen bu konuşmalar da o’nun nuru ve hakikati çevresinde gelişti.

Abuzer Akbıyık, Cemalnur Sargut, Mahmut Erol Kılıç, Rabia Christine Brodbeck, Raşit Küçük, Seyyit Erkal ve Tuğrul İnançer, “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” haberine mazhar, Fahr-i Kainat, Habibullah, “Adı Güzel, Kendi Güzel Muhammed (sav)” için bir araya geldi.
“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım”
Hz Muhammed (sav)’in pek çok sıfatı vardır. O, sıfatların şahikasını, zirvesini yaşamıştır. Çok şefkatli bir baba, çok sevgili bir eş, çok muktedir bir kumandan, çok ince görüşlü bir diplomattır. Hz Muhammed (sav)’in Mekke’de doğmuş, Abdullah oğlu Muhammed (sav) şeklinde bedenlenen varlığının içinde bir de ölümsüz hakikati vardır. Bu gözle bakıldığında Hz Peygamber Efendimiz bütün insanlığın atasıdır, tasavvuf diliyle insan-i hakikidir, asli insandır. Ve o ölümsüz hitaba, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” haberine mazhar olandır. Sadık Yalsızuçanlar’ın yayına hazırladığı kitapta Nur-u Muhammedi, Hakikat-i Muhammediyye, Hakikat-i Ahmediyye, Habibullah gibi yüce kavramlar, marifet ve aşk ehlinin dilinden yansıyor.

VE BİR ŞİİR...GÜNÜN ANLAM VE ÖNEMİNE BİNAEN:))

DİL HANESİ PÜR NUR OLUR
Dil hanesi pür nur olur,
Envar-ı Zikrullah ile.
İklim-i dil ma’mur olur,
Mi’mar-i Zikrullah ile.
Her müşgil iş asan olur,
Derd-i dile derman olur,
Canın içinde can olur,
Esrar-ı Zikrullah ile
Gamgin gönüller şad olur
Dem-besteler azad olur
Gümgeşteler irşad olur
Asar-ı Zikrullah ile.
Zikreyle Hak’kı her nefes
Allah bes, baki heves..
kes gayriden ümidi kes!
Tekrar-ı Zikrullah ile.
Gör ehli halin fırkasın.
Çak etti ceyb-i hırkasın,
Devr eyle Zikrin halkasın;
Pergar-ı Zikrullah ile.
Terk et cihan arayişin
Nefsin gider alayişin
Bul can-ı dil asayişin
Efkar-ı Zikrullah ile


Dilhanesi pür nur olur ilahisi eşliğinde herkese hayırlı kandiller...En yakınlarımızdan başlayıp tüm insanlık için dua edelim bu gece...Dualarınızda unutulmamak dileğiyle...

6 Temmuz 2010 Salı

Aşık Olmadan Bir Düşün Diyor Can Dündar ...Candan Erçetin'in Seni özlediğim gecelerde şarkısı eşliğinde




Aşık Olmadan Bir Düşün Diyor Can Dündar Evinin seni içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu fark edeceksin... Sokağa fırlayacaksın... Sokaklar da dar gelecek... Tıpkı vücudunun yüreğine dar geldiği gibi... Ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl gökyüzü... Kendini taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksin... Birileri sana bir şeyler anlatacak durmadan... "Önemli olan sağlık." "Yasamak güzel." "Bos ver, her şey unutulur." Sen hiçbirini duymayacaksın... Göz yaşlarından etrafı göremez hale geleceksin... Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksin... Hep ondan bahsetmek isteyeceksin... "Ölüme çare bulundu" ya da "Yarın kıyamet kopacakmış" deseler başını kaldırıp Ne dedin?" diye sormayacaksın... Yalnız kalmak isteyeceksin... Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak... İkisi de yetmeyecek... Geçmişi düşüneceksin... Neredeyse dakika dakika... Ama kötüleri atlayarak... Onunla geçtiğin yerlerden geçmek isteyeceksin... Gittiğin yerlere gitmek... Bu sana hiç iyi gelmeyecek... Ama bile bile yapacaksın... Biri sana içindeki acıyı söküp atabileceğini söylese,kaçacaksın... Aslında kurtulmak istediğin halde, o acıyı yasamak için direneceksin... Hayatının geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksin.... Aksini iddia edenlerden nefret edeceksin... Herkesi ona benzetip... Kimseyi onun yerine koyamayacaksın... Hiçbir şey oyalamayacak seni... İlaçlara sığınacaksın... Birkaç saat kafanı bulandıran ama asla onu unutturmayan… Sadece bir müddet buzlu camin arkasından seyrettiren... Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek... Boğazın düğümlenecek, dinleyemeyeceksin... Uyumak zor, uyanmak kolay olacak... Sabahı iple çekeceksin... Bazen de "Hiç güneş doğmasa" diyeceksin... Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler... Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin... Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne çıkana sarılmak isteyeceksin Nafile... Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek... Rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istediğin... Her sıçrayarak uyandığında onun adini söylediğini fark edeceksin... Telefonun çalmasını bekleyeceksin... Aramayacağını bile bile... Her çaldığında yüreğin ağzına gelecek... Ağlamaklı konuşacaksın arayanlarla... Yüreğin burkulacak... Canin yanacak... Bir daha sevmemeye yemin edeceksin... Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinden... Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksın... Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğin için nefret edeceksin... Yaşadığın şehri terk etmek isteyeceksin... Onunla hiçbir anının olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek... Ama bir umut... Onunla bir gün bir yerde karsılaşma umudu... Bu umut seni gitmekten alıkoyacak... Gel gitler içinde yaşayacaksın... Buna yasamak denirse... Razı mısın bütün bunlara...? Hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye...? Ben cevap vereyim önce ; Hazırım ben arkadaş... aşkın acısıda güzel tatlısıda... iş , uğruna tüm bunları göze aldığın gerçek AŞK ı bulmakta... CAN DÜNDAR

type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" allowscriptaccess="always" allowfullscreen="true" width="400" height="334">Candan Erçetin Seni Özlediğim Gecelerde | video.mynet.com


3 Temmuz 2010 Cumartesi

"Aşk bir yerdir ve yerleşenlere yersiz/yurtsuzluğu öğretir" Açık Deniz'lerde...


"Ben’i arayan Beni bulur. Ben’i bulan, Ben’i tanır ve bilir. Ben’i bilen Ben’i sever. Ben, Ben’i sevene aşık olurum. Ben, aşık olduğumu öldürürüm. Benim öldürdüğümün diyetini ödemek yine Bana düşer. Ben’im öldürdüğümün diyeti ise, bizzat Ben’im.’
ibn arabi
“Aşk, içimizdeki yangını söndürmeksizin taşımaya çalışmaktır.”
Rainer Maria Rilke
YAZAN: SADIK YALSIZUÇANLAR
Tanımı hatırlayalım : ‘Aşk, en az üç saat en çok üç yıl süresi olan, insanın fizyolojik doğasını sarsacak denli ruhsal bir değişimi içeren, ben’den, ben’likten vazgeçildiği, öteki’nde yokolunduğu, öteki bilincinin hem en ünsiyetli hem de en vahşi biçimde üretildiği, üzerinde en çok konuşulan ama en az tanınan, belirtileri ve sonuçları en çok bilinmesine karşın doğası hala en çok gizemli olan bir haldir.’ Varlığın pek çok görünümünü yansıtan bir hal. İnsanın ve eşyanın bir hali.
Aşk insanın hallerinden bir haldir ve aşkın halleri de, insanın hala kavramak için uğraştığı birer muammadır.
el-Vedud’dan, er-Rahman’dan ve er-Rahim’den süzülen feyzin bir belirtisi.
İnsanın sahiplik dürtüsünün bir yansıması.
Ben’liğin kaptırıldığı bir tuzak.
Ben’likten vazgeçmenin bir yordamı.
Çoğalmanın bir yolu.
Bir varolma biçimi, kendini gerçekleştirme şekli. Bir tutku savaşı. Bir duygular sağanağı. Bir hazlar deryası. Bir tutkular kuyusu. Bir engeller koşusu. Bir aşkınlaşma vasıtası. Bir küçülerek büyüme savaşı. Bir varetme cehdi. Bir yokolma çabası. Bir yok ederek varolma kavgası. Bir varlığın yokluktan geçtiği iddiası. Bir mutlu ederek mutlu olma sinsiliği.
Bir ene cengi. Bir varederek varolma muharebesi. Bir sarhoşluk. Bir karışarak durulaşma. Bir nefis tezkiyesi yöntemi. Bir manevi güçlenme ve yücelme merdiveni. Bir alçalma ve barbarlaşma Bir yitirerek bulma oyunu. Bir varlık yokluk muhasebesi imkanı. Bir diğergamlık acısı. Bir ruh sızısı. Bir kabararak dinginleşme gayreti. Bir gayr edinme ve gayrı tanıma ve gayrı üretme yolu. Bir sonsuzluk iştiyakı…Bir bir…
Bu birler aslında çokluğun kaynağı olan birliğin yansımasından başka bir şey değildir. Ve varlığa ilişkin soru soran herkesin rahatlıkla sorabileceği ve kendi ruhsal tecrübelerinin ışığında kimi zaman aydın kimi zaman loş kimi zamansa alacakaranlık cevaplarını bulabileceği bir hali işaret eder.
Allah sever ve her türden sevginin kaynağıdır.
Allah güzeldir ve tüm güzelliklerin menşeidir.
Aşk, sevgi, cinsel tutku, ilgi, eğilim, arzu, haz, zevk, keyf, iştiyak, birleşme, bütünleşme, çoğalma, ayrılma, savrulma, teklik, tenhalık, yalnızlık, beraberlik hemen tüm hallerin kaynağı Allah’ın bu isim ve sıfatlarıdır.
Aşk da insanın Allah’ın bağışladığı bir varlığıdır. Bir varlıktır çünkü, aşkla insan, varolandan zihnini sıyırma ve varlık’a yönelme imkanları bulabilir. Aşk, insanın yaşadığı olağan alemden olağanüstü aleme geçişi sağlar. Bu sağlama, aynı zamanda, insanın kendiliğini ve kendiliğinin kaynağını farketme yönünde yapılan bir sağlamadır. Bunu insan ister veya istemez. Bir kuyuya düşer bir dağa çıkar gibi ansızın, farkında olmaksızın, başına bir yıldırım düşmüşcesine veya bir rüyada sanki gerçeğin görünümleri bağışlanmışcasına yaşar. Aşkın, cinsle, cinsiyetle, makam mevkiiyle, kültürle, toplumla, işle aşla o kadar ilgisi yoktur kanımca. Bu aşkın hem bir yokoluş hem de altında en iddialı varoluşu taşıyan bir yokediş oluşundandır ki bunun da cinsiyetle milliyetle vs. bir ilgisi olmaz. Olmaz çünkü aşk, olunmazı olduran veya oldurma telaşında olan bir şeydir. Aşkta ben’likten vazgeçme gibi, insanın yapabileceği en fedakar eylem gizlidir.
Aşık olunca insanlar ben’liklerini çalarlar birbirinin. Kadın erkeğin erkek kadının varlığını alır. Böylece karşılıklı veririrler. Verme tüm anlamlarıyladır ve aslında ben’likten geçme diye adlandırılabilir. İnsan aşk dışında hangi hallerde benliğini verebilir öteki’ne. Burada öteki’nin benliğini istediğine göre, bu gerçekte fedakarlık sayılır mı?
‘Al aşkını ver beni’ diyen, daha önce, ‘ver aşkını al beni’ demiştir.
Yani aşık, aşkını verirken karşısındakinin benliğini almış, benliğini vererek de aşkını çalmıştır. Aşk çalınan bir şey değildir ama benlik de öyle kolay verilebilen bir şey değildir.
Kadınla erkeğin-eşcinsel aşkın patolojik olduğunu düşünüyorum-birbirini çekmesi ve birleşmesi her zaman aşk değildir lakin aşkın düzeylerindendir.
Aşk da sanat gibi insanla Allah arasında bir sırdır.
Sırların sırrına doğru insanı hareketlendiren bir ateştir.
Ateş olunca düştüğünü yakar aşk.
Yakınca öteki’ne yöneltir ve yöneltince sonunda mutlaka birleşme arzusuyla veya birleşmeden birleşme umudunu yok ederek dolayısıyla birleşme hazzını tersine çevirerek ayırır ve o dolayımdan geçen insan, varlığının anlamını kavrama yolunda bir sıçrama yaşar.
Bu sıçramalar aşk gibi insana uğrayan başka belalarla da gerçekleşebilir.
Bu yüzden bela-yı aşk der şair ve aşkı bir bela yani hem bir sınav hem bir ağırlık hem de bir ‘evet’ olarak görür.
Aşk beladır. Çarptığı insanı paramparça eder. Sınavdır, paramparça olan varlık kendini yeniden kurmakla karşı karşıyadır. Ağırlıktır, dünyanın ağırlıklarından daha ağırdır veya dünyanın en büyük ağırlığıdır, ağırlıklara karşı hafifleyebilmenin bir yoludur.
Evet’tir, insan acı çekmeksizin ben’liğin buyurucu boyunduruğundan başka türlü nasıl kurtulabilir veya uzaklaşabilir?
Evet, insanın özünden gelen ve insanı özüne yeniden çağıran, O’na yönelten, yolunu doğrultan bir bağıştır.
Aşk, hem bağışlama hem de bağışlanmanın yeridir.
Aşk bir yerdir ve yerleşenlere yersiz/yurtsuzluğu öğretir.
Yerin göğün Sahibi ortadayken, insan nasıl bir yerden veya yersizlikten sözedebilir?
İşte aşk, bunu öğretendir.
Aşk bir öğretmendir. Güzellik’le Aşk’ın öğretmeni gibi Cünun’dur yani çılgınlıktır.
İnsan çılgın bir varlığa sahiptir ve gerçekte hiçbirşeye sahip olamadığını bilebilmesi için çılgınlaşması gerekendir, çılgınlaşarak çılgınlığın yıkımlarından kurtulabilendir.
Aşk bize yetinmeyi öğretir.
Aşk gelicek cümle kusurlar biter miydi o dize?
Aşksız insanın tembelliği içinde, divan’dan o dizeye bakmadan diyebilirim ki, aşk kusursuzluk arayışının adıdır.İnsan kendisi için sever ama öteki için özverir.
Bu çelişik hali en iyi açıklayan en kullanışlı iddia sanırım, aşkın gelince ben’liğin gidişidir. Benliğini ödünç vermez aşık. Benliğinden sıyrılır. Bu sıyrılmanın ne olduğunu bilmiyorum. Benlik zaten kendilik değil mi? İnsanın kendisi deyince benliğini kastetmiyor muyuz?
O halde nefis de neyinnesi oluyor? Nefs’e kalp de denildiğini hatırlıyoruz. Bu unuttuğumuz hali bize aşk hatırlatabilir mi? Kadın erkekteki erkek kadındaki varlığını geri istiyor diyenlere ne diyeceğiz? Kadın erkekteki çocuğunu almak için ona yaklaşıyor diyene. Bütün bunlara birşeyler denebilir. Ama ister kendi ister nefis ister benlik ister kalp/gönül ister vicdan ister ruh ister başka bir ad ne denirse densin, insan aşk merdivenine tırmanmaya başlayınca veya aşk kanadıyla ansızın yükselince/uçunca bir şeyden vazgeçiyor. Bunu dileyerek yapmıyor çünkü isteyerek aşık olmuyor.
Aşk gibi bir sıçramayı bir hamleyi bir boşluğa fırlamayı bir yücelmeyi iradesiyle yapmıyor. Aşk düşüyor insana aşk uğruyor ve onu türlü hallere uğratıyor. Böyle olunca insan en tuhaf yanlarıyla beliriveriyor. Aşk insanı eklerinden soyuyor ansızın, onu yalınlaştırıyor. Yalınlaşan insanın hem asli doğasının işaretleri, hem de en ‘çirkin’ yanları görünüyor. Adem’in ansızın çıplaklığını hissedişi gibi bir şey. Aşk insanı indirmiyor ama indirilmiş olduğuna bir ayna tutarak çocukluğun çıplaklığıyla karşılaştırıyor.
Sonra aşk uğradığı yeri yer olmaktan çıkarıyor ve yuvasını yıkan yavaş yavaş yeniden kuran bir belirleyen olarak acıtıyor. Bu acıtma, insanın yaşadığı acıların tümünden fazla. İnsan kendi doğasının sınırlarını ancak aşkla farkediyor. Aşk, ölümden de güçlü bir şeydir bu bakımdan. Ölüme karşı insanın dayanması, aşk acısıyla mümkün olabiliyor. İnsan ölümün de kalımın da aslında aşkla olduğunu aşktan geldiğini ve aşkın bizatihi kendisi olduğunu ölmeden ancak aşkla anlayabiliyor. Aşkla vazgeçiyor, aşkla kendisini görüyor, aşkla öteki’nin meşruiyetini tanıyor, aşkla öteki’yle ilişkisini nasıl yoluna koyabileceği sorunuyla yüzleşiyor, aşkla korku ve umudun mahiyetini anlıyor, aşkla hayran oluyor ve hayret düzeyine geçiyor, aşkla varlık’ın sesi olduğunu hissediyor, aşkla bu sese kulak vermesi gerektiğini görüyor ve aşkla bu sesin sırlarını öğreniyor, aşkla varolanla münasebetini tayin etmeye başlıyor. Aşkla insan kandan ve zulümden kaçıyor. Ama bu onu arı duru bir hale getirmekle yetiniyor. Yalınlaşan insanın bu halini koruması, ekler edinmemesi çoğu zaman imkansız olduğundan her an, doğasındaki olumsuz kutba yeniden dönmesi hatta bunu aşk aracılığıyla gerçekleştirmesi, kaniçici ve zalim bir varlık olarak, yaşamının en büyük barbarlıklarını ortaya getirmesi mümkün ve muhtemel olabiliyor.
İşte tam da burada, öteki’nin düşmana dönüşerek, bir geçiş ve aşkınlaşma süreci ve aracı olmaktan çıkıp, bir hedef ve işkence nesnesi haline gelmesi durumunda, insan dişlerini ve tırnaklarını çıkararak saldırabiliyor. Burada aşkın, insanın tüm hallerini en görkemli biçimde dışavuran bir ışık olduğunu söyleyebiliyorum. İnsanda öteki bilinci aşk aracılığıyla bir sarsıntıyla birlikte oluşur. Burada gayr’ın, Gayyur sıfatından gelen sarahatini bulmak da mümkündür, gayr’ı bir put olarak üretip Allah’ın gayretine dokunmak suretiyle tıpkı pervane gibi kendisini ateşlerde yakmak da. Ateşlerde yanmayana pervane denilmez. Onun doğası gerektirir bunu ama aşık, ateşe koşarken suya gittiğini sanacak kadar sersemdir de. Bu sersemliği hem sarhoşluk hem de aptallığı içerir biçimde kullanıyorum. Böylece, aşkın insanı hem sarhoş edici hem de aptallaştırıcı etkisinden söz etmiş oluyorum. Sarhoş eder çünkü insan, benliğinden vazgeçmiş ve bir bulut gibi kendini kaybetmiştir. Aptallaştırır çünkü benliğinden vazgeçerken insan aynı zamanda aklını da iptal eder. Akılsızlık değildir bu. Akıldan kalbin alanına geçmek, kalbi aklı keşfetmektir. Çünkü kalbin, aklın anlayamadığı nice akılları vardır. Bunu ancak aşkla anlarız. Aşkla ve ölümle. Ölümle anlaşılan şey anlaşılmamıştır ama ölüm gibi güçlü acıları tadan insan da bir bakıma ölmüştür. Ölmeden önce insan sürekli ölüp ölür dirilir. Gerçek ölüm, hayatın gerçeğinin açılması, perdenin aralanmasıdır. Gerçek dirim de ölümün bu mecazi gücünü yitirmesiyle beliren haldir. İnsan, ölüm gibi güçlü bir acıyı, yani ayrılığı aşkla tanır. Ayrılık, her türüyle, aşktan daha güçlü bir ıstırap olarak, bize, yalnızlığı tanıtır. Yalnızlığı tanımaya başladıkça yalnız olmadığımızı anlamaya da başlarız. Allah nasıl elif’le hatta nokta’yla simgeleniyorsa, insan da elif’in gizine erdikçe yani yalnızlığı tanıdıkça, benliğin de tıpkı elif gibi bir bütün olabilmenin mecazi gücü olduğunu da derketmenin eşiğine gelmiştir.
Yani tüm harfleri mündemiş elif haline gelmek, giderek noktaya dönüşmek. Azalarak büyümek. Yokolarak varolmak. Hiçleşerek hep haline gelmek. Bütün bunlar, acıyı kendimiz yaşadığımızda, öteki’ne acı vermediğimizde gerçekleşir zannındayım. Yoksa ahlaki bir gerilime neden olacak biçimde, aşkı, aşığı olduğumuz için bir musibet ortamına dönüştürdüğümüzde, yani yüreğimize ekilen o merhamet tohumunu benliğin alt düzeylerinden gelen pis suyla sulayarak çürütmeye başladığımızda, aşk yaşantısını, aşkın doğasına ihanet eder biçimde gerçekleştirdiğimizde yokolarak varolmaktan ziyade sadece yoketmek ve yokolmakla karşı karşıya geliriz. Böylece benliğini veren aşkını almış ardından benliğini de alarak aşkını geri veremediğinden başladığı noktaya geri dönmüştür. İnsan geri döndüğünde kalmayacağına göre, aslında başlangıçtaki yerden gerilere itilmiş ve sonuçta aşkın aşkınlaştırıcı işlevinden uzak kalmıştır. İnsanın geri dönüşüyle birlikte, nereden başlayacağını bilemediği, loş, belirsiz hatta varlık bakımından netameli bir yere yani yersizliğe uğraması halinde yine elinden ya aşk veya aşk gibi güçlü bir acının tutabileceğini de söyleyebiliriz. Aşktan güçlü olan ayrılıktır, ölümdür ve ölüm de bir kavuşma olduğundan aslında insan hiçbir zaman ayrılmamaktadır. Ayrılığı bu bakımdan, kendi asli doğasının merkezinden ayrılması olarak düşünebiliriz.
İnsanın merkezi kalptir. Bu yani selim kalp aynı zamanda insandaki ilahi merkezdir. İnsan aşkla buraya doğru hareketlenmektedir. Merkeze doğru ilerleyen ve bunu ancak acı çekerek yapabilen insan, acıyı bal eyleyen bir hidayet yağmuruyla yıkanma şansına erdiğinde sessizliğe gömülmeye başlar. Sessizlik ve durgunluk, asli dilimizde sekinet denilen manevi halin ilk basamaklarıdır. İnsan bir yandan fırtınaya tutulan ve dalgaları gittikçe büyüyen, kabaran bir denizdir bu yolculukta bir yandan da kabardıkça içi durulan, ağırlaşan, sakinleşen ve sessizleşen bir göldür. İnsanın merkeze doğru hareketlenmesiyle acıları da büyüyecek ve acının acı olmaktan çıktığı o sabit noktaya yaklaşacaktır. Bu süreci yaşama yönünde kendi çabasıyla Allah’ın inayeti buluşan şanslı kulun, öteki’ne acı verme ihtimalleri de birer birer azalır ve nihayet yok olur. Aşkın kanlı ve kirli bir savaşa dönüştüğü yaşantılarda, iki birey, nefsin aşağılık düzeylerinde takılıp kalmıştır. Acılar, demirin ateşte eriyişi gibi benliği yumuşatır ve insanı yok ederek yeniden yapar. Acılardan egosuna kaçan kişiyi ise, oradan en kalleş silahları kuşanmış olarak yeniden sipere dönmüş görürüz. Artık bir savaş oyununa dönüşmüştür aşk ve aşk adını hak etmeyen, adına ne denirse densin sonuçta bir ahlaksızlığa inkılab etmiştir. İşte aşkların taşıyıcılarını çürüten örneği tam da budur.
Burada, ‘aşkını verip benliğini isteyen’in durumu ise, bu çürüme tehdidiyle yüzyüze gelen vicdanın tepkisidir kanımca.
Bu duyarlığı taşıyan bir şarkıcıyı da düşüncelerime alet ederek diyebilirim ki, geri isteyecek benliğimizi gerilerde bırakabilecek bir ahlaki aşk yaşantısı için kalbimizi ve zamanımızı koruma cehdimizi yitirmemeliyiz.
O zaman aşk gelir ve cümle çirkinlikler biter.
Sadık Yalsızuçanlar 
İLGİLİSİNE NOT: Açık Deniz'e bu hafta, Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç konuk oluyor...Muhyiddin İbnü'l-Arabi, Hz. Mevlana, Niyazi Mısri gibi bilgelere ilişkin Kılıç'ın düşünceleri aktarılacak....Bilgelerin nefeslerinden eserlere yer verilecek...


LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin