31 Temmuz 2013 Çarşamba

BELKİ GELMEM GELEMEM BEŞ DAKİKA BEKLE GİT


TEBDİL-İ MEKANDA FERAHLIK VARDIR DERLER YA BUNA UYDUM FERAH BİR PENCERE AÇTIM KENDİME, HEPİNİZİ BEKLERİM DOSTLAR...


İŞTE GÜNÜN YAZISI:

31 Mart 2013 Pazar

“Üç Noktalar Koymaz Bana…” -DOST’A-



Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesinin bizi nereye taşıyacağı belli değil diyerek kader akışının gücünü ve her şeyin geçip gideceğini vurgulayan bir dostum vardı bir zamanlar. Yıllar rüzgar gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı. Evet, her şey geçer diyordu sık sık. Geçmez mi hiç, sevinç de keder de akıp gidiyor ömrümüzle beraber gönlümüzden. 
Hani bir gün sen de demiştin ya, buradan gideceksin unutacaksın geçen güzel günleri. Hayatımızdaki ortaklıklar azaldıkça kopacak bağımız. Sonra başkaları girecek hayatımıza, başka yerler, başka insanlar… Her gittiği yere gönlündeki dostlarını da taşıyan biri olarak önce üzülmüştüm söylediğine. Ama bunun hayatın bir gerçeği olduğunun da farkındaydım. Lakin bu gerçeği hatırlattığın anda içim öyle acımış, bir anda unutuluşun soğuk duvarlarına çarpan zihnim yıllar öncesine gitmişti: Biz bütün torunlar olarak Hacıbabama çok düşkündük. O da hepimize özel hissettirirdi kendimizi. Zaten bu sebeple sevmez miyiz gönlümüzdekileri. Hacıbabam, o en sevdiğim, sırtını verdiğinde kendini güvende hissedeceğin, heybetli bir dağ misali o güçlü adam, ömrünün sonralarına yaklaştığı malum olmuş gibi bir akşam hepimiz toplanmışken dizinin dibine “hayat hızla geçiyor, ölüp gideceğiz, unutulacağız, belki de unutulduğumuz bile unutulacak” demişti. Sarılmıştık ellerine gözlerimiz dolu dolu olmuştu, biz seni unutur muyuz demiştik dedemize. “Unutursunuz “demişti, “En çok seveniniz bile 1 hafta ağlar, 40 gün üzülür, dualar okur arkamızdan, sonra zaman geçtikçe adımızı bile anmaz olur, hayat gailesi fırsat bırakmaz buna, bari arada arkamızdan bir Yasin okuyanınız çıksa !” diye ilave etmişti. O an kendimize söz vermiştik hepimiz, unutmayacak öldükten sonra da hergün Yasin okuyacaktık ruhuna ve unutmadığımızı ispatlayacaktık ona. Kısa bir süre sonra onu ani bir trafik kazasında kaybettik, O zaman lisede birinci sınıfta okuyordum, hacıbabamı kaybetmeden az bir zaman önce bir arkadaşımın yakını ölmüştü ve benim hiçbir yakınım ölmedi diyerek içimden geçirmiştim. Bir de o yıllarda okulumuzda yatılı öğrencilere misafir gelir danışmaya gelmeleri için isimleri anons edilirdi, ben de bir gün beni de çağırsalar diye özenirken işte bir sabah henüz ilk dersin tenefüsüne çıktığımızda adımın anons edildiğini duyunca heyecanla inmiştim merdivenleri üçer beşer.Ardından kardeşimin ve kuzenimin de adları okununca bir korku sarmıştı içimi. En büyük ben olduğum için ilk bana söylemişti görevli “hemen anneannenlere gidin deden kaza geçirmiş” demişti. Bir yandan ağlayıp bir yandan koşarak durağa gitmiş dolmuşun gelmesini beklerken önünde durduğumuz caminin minaresinden okunan sala da hacıbabamın adını duyup yıkılmıştık olduğumuz yere. Sonra birileri bizi alıp eve götürmüştü ama gerisini çok hatırlamıyorum. Hatırladığım sadece ölüsünün yüzüne bakmamıştım, onu her zaman gülen yeşil gözleriyle hatırlamak için. O günden sonra adımın bir yerde anons edilmesinden de aklımdan olumsuz şeyler geçirip beni bulmasından da korktum. Zihnime yerleşen olumsuz cümle kalıplarını silmek için hala uğraş vermekteyim. O nedenle senin de unutursun dediğin noktada derin bir hüzne yuvarlandı yüreğim, çünkü artık onbeş yaşında değildim, kendimize verdiğimiz her sözü tutamayacağımızı, ayrıldığımız sevdiklerimizi hergün anamayacağımızı bilecek kadar büyümüştüm. Ama hemen ardından bu unutu(lu)ş gerçeğinin kederini dağıtacak bir ışık belirdi zihnimde ve tutup kalbimin ellerinden, çekip aldı beni karanlık düşüncelerden: “Birimiz doğuda, birimiz batıda, birimiz güneyde, birimiz kuzeyde hatta birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz. Âhiret hakikatine inandığımız için, mânevî olan bu sevgi ve tesanüdümüzü elbette hiçbir kuvvet sökemeyecektir” Bu müjdeyle gülümsedi gözlerim, kalbime güneşi astı değer verdiğim. 

Evet her şey unutulur, geçer, gider… Belki de böyle olmasa yaşayacak dermanı bulamaz insan kendinde. Güzelliklerin unutuşun derin uçurumundan yuvarlanıp gitmesi acı verse de bize geçen kötü zamanları da unutuyor olmak insana en büyük hediye.

Sen, hep “Yürüdüğün yolda ne kadar az iz bırakırsan kendini o kadar az bağlarsın insanların nezdinde” desen de ben hep bile isteye sesli düşündüm senin yanında. Çünkü dostun lügatımdaki karşılığı, yanında sesli düşünülen kimseydi. Bu düşünceyle içimdekileri saklamadan emanet ettim hep sana. Sen ve değerli eşin de evinizi, gönlünüzü açıp geceler boyu muhabbetinizi sundunuz kader defterimin yalnızlık başlığı ile açılmış sayfalarına. Söz uçar yazı kalır derler ya işte bu yüzden, anlattıklarım yetmedi bana ve kaleme kağıda sarıldım ki, hayatın gerçeği unutuluşun soğuk duvarlarına çarpmadan dostluğumuz, belgelensin, yıllar geçtikçe dönüp dönüp baktığımız fotograflar gibi açıp okuyacağınız iki satır kalsın benden size, her daim birlikte geçirdiğimiz günleri hatırlatacak, güzel gönlünüze hediye.

“Celâli maruziyetler, Cemâli lütufları barındırır." demişler, ne güzel söylemişler. Yolum zor bir ayrılık vesilesi ile bir şekilde bu şehre düşmese, gelir gelmez marazlı bir el dokunmasa ruhuma düştüğüm bu yerde yalnızlığımla debelenip duracaktım belki de. Ama işte her şerde bir hayır var ki, en kalbi dostluklar kalbin en çok kırıldığı yerde başlıyor, dost acı günde belli oluyor. Gönle güneş doğuyor. Bir ses en umutsuz anınızda tutuyor ruhunuzun ellerinden ve “Ben senle güneşi bulmaya geldim, ürkme kavganı sormaya geldim, gücenme güneşten sunmaya geldim,” diyen şair gibi çocukların ellerindeki güzel günlere doğru yürürken bir yoldaş bulmanın sevincini bırakıyor içinize.

Nuri Pakdil 1979 da değerli büyüğü bir dostuna ithafen yazdığı Bağlanma adlı eserinde “İnsanlar cümlelerle yaklaşırlar birbirlerine: sonra uzatırlar ellerini: tutunmak için. Çok güçtür insanın tutunabilmesi insana! “diyor. Günümüzde bu zorluk kat kat artmış durumdayken herkes menfaatin peşinde, kimse kimseye vakit ayıramayacak kadar meşgulken insanın kalbi dostluklar kurabilmesi altın madeni bulması ile eşdeğer hale gelmiş durumda. Ama bir gerçek var ki, insanları yaklaştıran cümlelerin yapıtaşları kelimeler sahibinin neresinden çıkarsa muhatabının orasına değermiş ya demek ki kalp de dimağ da yanılmıyor sözün samimiyetini test ederken. Ve böylece insan dostunu düşmanını seziyor, yüreğinin götürdüğü yere giderek doğru insanları se(ç)(v)iyor.

Ingmar Bergman bir sözünde “Gerçek olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum." diyor ya, ben de bana gerçeğimi hatırlatacak, bana ben olduğumu hissettirecek, kendim olmanın güzelliğini yaşamaya fırsat verecek, yargılamayacak, yadırgamayacak, zihin kalıplarına sıkıştırıp kategorize etmeyecek insanlar arayıp durdum ömrümce. Ve Allah bana böyle insanlar tanımayı, onları yüreğime almayı, onların da gönül kapısından geçebilmeyi lütfetti yolumun uğradığı şehirlerde. Tek tüktü sayıları ama işte hayatımda “var”lardı ve bana maddi manevi değer katıyor, dostlukları ile gönlüme umut oluyorlardı.

Aslında her insan bir ayna karşısındaki muhataba. Aynada kendini gördüğün an, işte o an, yarana eş yarasını görünce karşındakinin, gönlünü açıyorsun umarsızca. Bırakıyorsun kendini muhatabının gönül denizinin ılık kıyılarına. Boğmaz diyorsun beni böylesi bir sevgi, boğulursam da onun sularında olmuş ne gam. Sırtını dönebiliyorsun mesela, bir gün bana kızsa da, kırsam da onu beni bıçaklamaz ya sırtımdan diyorsun. Yalnız değilim diyorsun, o var, bırakmaz beni. Çünkü dost insana O Yüceler Yüce’si Dost’un emaneti, emanette emin olanı affeder Dostların, dostluğun muhabbetin Sahibi…

Hayatın yarın bizi nereye taşıyacağı, kimlerle karşılaştıracağı belli değil lakin “Karşılaşmak” yolculukların belki de en sırlı kavramı. Sadece nesnelerle- kitaplarla değil insanlarla da ilişkilerimizin bu büyülü kavram üzerinden aktığını düşünürüm. Hiçbir şeyin raslantı ile açıklanamayacağı bir dünyada sürekli birileriyle kesişir yollarımız. Hayatlarımıza konuk olanlar bazen bizden bir şeyler götürürler kendi yolculuklarına dönerken, bazen de güneş gibi doğarlar içimizin karanlıkta kalmış labirentlerine. Akibeti ne olursa olsun yaşanması gerekmektedir ve olanda da olacak olan da da hayır vardır dediği gibi bilgelerin yolculuklarımız, yoldaşlarımız, konuklarımız,konukluklarımız, ilişkilerimiz, kitaplarımız, filmlerimiz mutlaka bizi zenginleştirir. Sonuca ulaşmak çoğu zaman irademizi aşan birçok etkene bağlı iken önemli olan yolda olmaksa, bir yolcuysak bu dünyada, “karşılaşma” nın sırrıyla yolumuza çıkan mektupları okumalıyız her fırsatta. İşte bu gri beldede bahtıma düşen en güzel mektuptu varlığınız, dostluk adına. Şükür yollarımızı kesiştiren Yaradan’a.

“İnsan insanın yurdudur” diyor ya Mustafa Kutlu, yurdum olduğunuz için bana ne mutlu… Tebdil-i mekanda ferahlık vardır dediği gibi eskilerin benim gelişim zorunlu bir nedene dayansa da insan arada bir de olsa yüreğine eş yürekler bulmak adına keyfekeder ayrılışlar yaparak da düşmeli yollara. Yeni insanlar tanımalı, yenilenmek, umut ışığını hayatının merkezine tekrar oturtmak, yılların yorgunluğuna yenilmiş, gizini kaybetmiş dostlukların-ilişkilerin yükünü üzerinden atabilmek adına çıkmalı yola, yolculuklara.Sonra tazelenmiş bir yürekle döndüğünde yurduna, yani dostlarına kalbine güneşi asmaya geldim diyebilmeli, konuşmadan da anlaşabilmeli…

Mehmet Akif’in “… Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri… dili yok kalbim bundan ne kadar bizarım “ dediği gibi belleğimdeki kelimeler anlatmaya yetmiyor kalbimdeki dostluğu… İşte bu noktada bir başka şaire kulak kesilip söze son vermeli...

” Söylediklerimden çok sustuklarımda saklıyım…
Ve gizlediklerimde gizliyim…
Beni anlamak için;
Konuştuklarımdan çok,
... Sustuklarıma kulak verin..

... Aklım sukütu sever benim.
Çünkü çok ağır ödeştik biz hayatla...
Ben sonu olmayan çok yollardan geçtim...
Üç Noktalar Koymaz Bana…”
Nazım Hikmet 

Baki dostlukla…Muhabbetle…

HANDAN GÜLER






2 Haziran 2012 Cumartesi

HAYATA VE BLOGA YENİDEN MERHABA


Merhaba Sevgili Blogum:))

Biliyor musun, hayat, çok farklı bir yolculuk. Dümdüz ve sıradan giderken her şey aniden meydana gelen bir olay bir yön tabelası bütün planları alt üst ediyor. Ve o alt üst olma belki de insanı korkup sığındığı kendi derinliklerinden çıkarıp daha başka dünyaların içine atıyor. İnsan zamanla yeni yeni yerler görüp yeni insanlarla tanıştıkça yeni hayatların hayatına kattıkları ile zenginleşiyor. Hatta öyle bir artış yaşıyor ki, eski yaşamındaki sevdiği uğraşlara, burda duran bloguna, hatta arkadaşlara zaman ayıramaz hale geliyor. 
Anlayacağınız ciddi bir dönemeçten geçmekteyim.Uzun ve yorucu bir meslek değiştirme maratonundayım. Hala süren ve yoğunluğu kolay kolay dinmeyecek bir maraton koşusu bu. Her şey rutine girene kadar bloga yazmak zor gözüküyor. Ama bu gün bir vesile ile erkenden Kızılay'a gidip ardından avarece sokakları arşınladığımdan olsa gerek neşem yerinde. Verdiğim molayı  blogumla hasret gidererek taçlandırmak istedim ve kendimi buraya attım.
  
Bu sabah 09:00 sularında Kızılay'ın uyanışını seyretmenin verdiği enerji ile güne gülümsedim. Mevsimlerin en güzelinin ilkbahar olduğu gibi günün en güzel saatlerinin de sabah saatleri olduğunu düşünürüm.Tazeciktir, hafif bir serinliği vardır, sıcağıyla bunaltmaz. Işığıyla gözü yormaz, temiz havası ile nefesinizi açar.Tıpkı insan yaşamının en güzel yılları olan çocukluk ve ilk gençlik yılları gibidir sabah saatleri. Çocukluğumda da en çok sevdiğim zamanlar bu saatlerdi. 

Aslında bütün hayatımızın en güzel zamanlarını okullarda, işyerlerinde tüketiyoruz. Bu sabah metro ile giderken gençlerin ve neredeyse 30 yaşına gelmiş ve gözlerindeki fer sönmüş genç  görünümlü insanların ellerinde kpss kitaplarına gömülmüş olduğunu gördüm, üzüldüm.Öğrenci olmak varmış diyordum sokaklarda dolaşan gençleri gördükçe, sonra Ankara Hukuk
öğrencisi bir arkadaşımı aradım nasıl gidiyor bahar dedim, Bahar kim ben 2 aydır evden çıkmadım, ders çalışıyorum ve aldığım en yüksek not 37 deyince birden Hukuk Fakultesinde çürüttüğüm yıllarım geldi gözümün önüne ve iyi ki o günler geçmiş diyerek derin bir ohhhh çektim. Şimdi de bir ders dönemindeyim ama hiçbir okul hukuk lisansı kadar zor ve yıpratıcı olamaz. Allah hukukta okuyanlara sabır versin, tez zamanda mezun olsunlar da başkaca sınav zorluklarını aşmak nasip olsun. Buraya nerden geldim, konu bu değildi ama işte insan en çok yaralandığı, yıprandığı noktalarda tek kelime, tek bakış, tek öpüşte batıyor bazen anıların kucağına. 

İşte bugün işe gitmiyor, araba kullanmıyor olmanın verdiği neşe ve kolaylıkla hayatın kıyısına çekildim. Dükkanların önlerinin itina ile yıkanışını, çiçeklerin gelen geçene göz kırpışını, kuşların cıvıltısını, insanların işlerine doğru yol alışlarını, tatil günü olması hasebiyle asık suratları memurların renkli giyimleri ile Ankaranın griliğini yırtışlarını izledim. Ve galiba 12 senedir yaşadığım ve İstanbul gibi albenisi olmadığından ilk görüşte aşık olmadığım bu şehre derin bir tutkuyla bağlandığımı farkettim. Ankara sabah ışıltısı ile içime heyecanlar salmışken Mithatpaşa caddesinden,Sakarya  caddesine Kızılayın göbeğinden Karanfile, Olgunlara, Güvenparka dolaşıp durdum. Sevdiğim şairlerden şiirler okudum. Buralardan çeşitli vesilelerle beraber yürüdüğümüz arkadaşlar içimden resmi geçit yaparken bir simit kafeye oturup simit sandviç menü aldım. Yani bildiğiniz çocukluğumuzun en güzel yiyecekleri olan domates, beyaz peynir salatalık, marulun tost ekmeği şeklinde pişirilmiş simide çay eklenmesi ile oluşan sağlıklı bir menü. Tabi her lokmada başka bir anının kucağında sallandım. Bir İzmirli olarak gevreğe simit denmesine karşıyım ama Ankara simidini tek geçerim. İzmirin gevreği başkadır, İstanbulun da başka ama Ankaranın bambaşka. 
Simidim bitince yeni gelen çayım eşliğinde çantamdan çıkardığım Kadın Öykülerinde Ankara kitabını okumaya koyuldum. Kah özlem kah hüzün dolu satırlar arasında dolaşırken yüreğim, aklıma morrocom geldi, mutlaka bu kitabı okumalı diye düşündüm. çocukluğu Ankarada geçmişler için daha fazla şey ifade edecek olan bu öykü kitabının kadın gözünden süzülmüş ayrıntılar barındırması, usta yazarların kalemlerinden çıkan öykülerden derlenmesi sebebiyle keyifle okunacağını sezdim ve buradan paylaşmak istedim. Geçen yıl kitap fuarından set olarak almıştım bu kitabı, İzmir, İstanbul, Karadeniz de var ama ben doğduğum şehirden değil doyduğum şehirden başlamak ve Ankarayı hissetmek istedim. Öykülerdeki dile hakimiyete hayran kalıp okuma listeme yeni yazarlar ekledim. Saat 11:00 e yaklaşırken kalabalıklaşan Kızılay görüntüsü zihnimi yormaya başlayınca pılımı pırtımı toplayıp kendimi metroya attım. Yalnızlığı sevmediğim gibi kalabalık da bana göre değil, bunu bir kez daha anladım. Metrodan inince eve gitmek yerine yazdığı makaleye ara verip beni almaya gelen eşimi de yoldan çıkararak Ankaranın her gün daha da güzelleşen parklarından birine götürdüm. Salıncaklı ve yeşillikle gölgelenmiş bir çay bahçesinde keyfime devam ettim. Ta ki, çocuğu kurstan alma vakti gelinceye dek. Sonra oğlumu alıp eve giderken seninle de gidelim diye dersten ve işten sıyrılarak kaçamağımı anlattığım oğlumdan, ne gerek var ben sadece eve gitmek istiyorum cevabını aldım. Haklıydı aslında, haftanın yedi günü dışarıda geçiyordu hepimiz için.Tabi bir de yeni neslin herşeyi sanal yaşamasından kaynaklı olarak tabiata karşı farkındalık geliştiremediklerini sezdim. Beni heyecanlandıran bu güzel havanın, yeşilin oğlumda en ufak bir heyecan uyandırmadığını görüp üzülsem de milanes çocukları denen 2000 sonrası nesil için normal bu durumu kabullendim. Tenis kursunun saati gelene kadar evde duran eşim ve oğluma bu sefer ben evde durmak istiyorum dedim. Onlar tenis kortunun yolunu tutarken bir çay demleyip buraya geldim.

Ohhhh şimdi evdeyim ve pazartesi olana kadar dışarı çıkmak istemiyorum. Ama insan ara sıra yoruldukça hayattan, hatta yorulmaya fırsatı kalmadan kıyısına geçip akan zamanın, şehrin kalabalık caddelerindeki akışı izlemeli, hayatlarını ölüme taşıyan insanların boş koşuşturmacalarını görüp kendi uğraşlarını gözden geçirmeli.Üzüldüğü şeylerin küçüklüğünü görüp bir mucize olan hayatın her anını hissederek yaşamalı. Bunları kendisine yıllar önce genç yaşına rağmen yaşanmışlıklarının etkisiyle bir bilge edasıyla anlatan Tahsin Ağbisi'nin o yıllarda sık sık hatırlattığını anımsayıp geçmişten geleceğe gülümsemeli.Yaşama uğraşını kendine çok da yük etmeden...Herkese yeniden merhaba... Ara sıra kendimi önceleme fırsatım oldukça burada olacağım...Herkese Muhabbetle...               

HANDAN GÜLER

19 Ocak 2012 Perşembe

BU SON OLSUN…



                                                        

Birkaç gün önce vizyona giren filmlerin de çokluğuna bakıp nasılsa güzel bir film bulurum diyerek sinemaya gittim ve başlayacak olan ilk filme girdim. Sabah ilk seans olduğundan koca salonda yalnız başımaydım. Sonradan gelip en arka köşeye geçen genç çiftle beraber bize özel gösterimin başlamasını beklerken heyecanlıydım. Film konusunda önyargım olmasın diye her zamanki gibi yazılan çizilenleri okumadan sinemaya gitmiştim.

Film, “BU SON OLSUN” ismindeki yeni başlayan hukuki süreci sebebiyle gündemden düşmeyen 1980 darbesine dair komedi olarak tasarlanmış. Kara komedi denebilirse de bu konuda dengenin tutturulamadığını belirtmeliyim. Film boyunca tamam şimdi ayarlayacak dozu, konunun ağırlığına uygun bir bakış açısı ile toplayacak filmi diye bekledim ama sonuç hayal kırıklığı oldu.

Yönetmen, filmin alt yapısını kurarken kulaktan dolma bilgilerle hareket edip senaryoyu baştan savmış da gişe yapar diyerek konjektüre uygun bir film mi tasarlamış yoksa darbeci zihniyetle seyircinin anlayamayacağı bir dil kullanarak dalga mı geçmiş, yakın tarihini bilmeyen gençler hedef alınıp ciddi bir konu sulandırılarak başka amaçlara mı hizmet edilmiş tam olarak kestiremedim.

(Filmin konusu internet sitesinde şöyle izah edilmiş: http://www.busonolsunfilmi.com/sayfalar/filmozet.html)

Film bana epey uzun ve eğlenceli geldi. İnsanın darbe iyi ki yapılmış evsizler başını sokacak bir dam bulmuş, karınları doymuş, insanlar da tutuklanarak kardeşlik tesis edilmiş, epey kaynaşmışlar diyesi geliyor. Öyle ki, hapishanedekiler birlikte güzel vakit geçirmiş, maçlar yapmış bazıları bir iki kere tokat yiyerek hırpalanmış, o kadar kusur kadı kızında da olur, darbe darbe dedikleri bu muymuş dedirtiyor izleyene. Hele en sonunda sokakta yaşayan bir adamın yaptığı planla müdürü katakulleye getirmesi ve tüm tutukluların elini kolunu sallaya sallaya hapishaneden kaçması var ya mutlu son bu olmalı diyor insan. Tabi senarist bu toplum mutlu sonları çabuk unutur, ajitasyonu da sever mantığı ile film içinde pek yer vermediği drama unsurunu son sahnede öne çıkarıyor. Hapishaneden çıkanlardan darbeden önce birlikte yaşayan ve evlilik hayali kuran sevgililerin ölüm haberini Cumhuriyet Gazetesinin manşetinden perdeye yansıtarak epey eğlendirdiği seyirciye bir darbe indirip devreye Cem Karaca’yı sokuyor ve o muhteşem ses “Bu gün sen çok gençsin yavrum” diyerek şarkıya giriyor. Parçanın yorum başarısıyla bu son olsun diye diye salondan çıkarken türü komedi olan filmden size boğazınızda bir yumru kalıyor.

İşte ben de eminim her seyircinin diline dolanacak “Bu son olsun, bu son” diye mırıldanarak filmden çıkmış yürürken aklıma Yusuf Atılgan’ın, “AYLAK ADAM” adlı eserinde geçen sinemadan çıkan insanı anlattığı satırlar geliyor: “ İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu;” Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar… Eve gidip okusam. Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birlikte çıksınlar. Kafasından geçenlere güldü…” diye devam ediyordu satırlar. Ben de güldüm, dilimdeki Cem Karaca Şarkısı eşliğinde hızlıca yürüdüm ve içimdeki sinemadan çıkmış adam ölmeden birkaç satır yazmak için bir kafeye oturdum.

Tabi bu arada bir şeyin farkına vardım; yazar bu muhteşem tespiti kitabına yazdığında yıl 1959 olduğundan henüz AVM’ler ve buraya monte edilmiş ticari sinemalar icat edilmediğinden bu yaratık daha uzun ömürlüydü sanırım. Şimdi ise bol ışıklı ortama düşüyor sinemadan çıkan insan. Etrafındaki binlerce uyaranın gönderdiği oklarla pek çabuk yere yıkılıyor, bırakın herkesi kurtarmayı kendisini bile koruyamıyor. Ve filmin tesiri hızla azalıyor, her yerden ayrı bir müzik yükseliyor, sizi sizinle bırakmıyor ki, düşünüp akledesiniz. Mağazaların camlarında “yüzde yetmiş indirim, tek fiyatlar, yetişen alıyor” yazıyor. Mis gibi kebap kokuları yükseliyor, fast food dükkanları menüleri ile gençleri tavlıyor, çocuklar jetonlu oyuncaklarda sallandığını zannedip gülümsüyor. Ailesi ile nitelikli vakit geçirdiğini düşünen baba muzaffer bir kumandan edasıyla karısının alışveriş paketlerini taşıyor. İlla ki oyuncakçıya girilip sinemada izlenen animasyonun oyuncağı alınıyor, yetmiyor yemeyeceği menüde hediye olarak verilen minik oyuncaklar isteniyor, kitapçıya benzeyen yerlere girilip film karakterlerinin adını taşıyan dergiler alınıyor. Bu kitapçılarda niye iyi kitaplar bulunmaz diye kimse düşünmüyor, çok satan diye önüne konanlar arasından bir kaç tane seçip kendine epey süre yetecek kitabı alan aile mensupları okuyor ve seyrediyor olmanın dayanılmaz hafifliği ile ellerinde bir sürü poşet çıkışa doğru ilerliyor ve sonuçta filmin adından başka bir şey hatırlanmıyor. Üşenmeyenler film sitelerine yorum yazıp fragmanını sosyal paylaşım ağlarında beğeniye sunuyor, bir nevi filme karşı vefa borcunu ödüyor ya da başkalarını kurtarmak adına, sakın gitmeyin yazıp insanları uyarma vazifesini eda edip günlük iyilik limitini dolduruyor. Bir dahaki haftaya onlarca film yeniden vizyona gireceğinden önümüzdeki maçlara bakacağız deyip internet sitelerinde yeni eğlencelik filmler arıyor. Sinema ile kurulan ilişki, modernleşme sürecini fikri açıdan oturtmadan şeklen yaşamına aktaran bizim gibi toplumlarda bireyi böylesi bir kısır döngünün içine alıyor, sıradanlaştıryor. Belki de kapitalizm hız çağının da etkisiyle tüm dünyada tatmin olmaz, düşünmez, akletmez insanlar oluşturmak için sinemayı yem olarak kullanıyor.

Bu yazı da daldan dala atlayan çağrışımlar arasında “Bu son olsun” filmine benzedi ama işte böylesi önemli ve acı bir mevzuuyu ele almamızı engelleyen şartlar, günümüzün hızlı, karmaşık kapitalist düzeni utansın. Sonuçta hepimiz bir şekilde bu oltaya geliyor, sistemin çarkları arasında eziliyoruz.

Tekrar filme dönersek, oyunculukların gayet iyi olduğu filmde, görselliğin de başarılı olduğunu belirtmek gerek. Üniforma üstünlüğünün kabullenildiği o günler de bir hapishane müdürü ve oraya atanan asker üzerinden iktidar mücadelesi, kraldan çok kralcı tavırların gardiyanlara kadar sirayeti perdeye güzel yansıtılmış. Ama eksik olan bir şeyler var filmde; mizah –drama dozunun ayarlanmamış olması belki de bu eksikliklerin en önemlilerinden.

 1980 Darbesinde henüz bebeklik devresinde idim. Dolayısıyla olayların pek fazla farkında değildim. Ancak ( çok şükür bin yıl sürmese de) darbelerin etkisi epeyce bir zamanı ülkeden çaldığından olsa gerek ilkokula başladığım yıllarda hala herkesin korku içinde olduğunu anımsıyorum. Evimizin balkonunda ayağımda bebeğimi sallarken elinde pankartlarla bağıra bağıra gençlerin yürüdüğünü, annemin korkuyla gelip bir serseri kurşun isabet etmesin diye beni içeri aldığını hatırlıyorum. Erkenden öğrendiğim okuma sayesinde karşımızdaki üniversite binasının duvarlarında DEV-GENÇ yazdığını, bir sürü kurşun deliği olduğunu, mahallelinin kitaplarını bizim bahçemizdeki eski zeytin kuyusuna saklaması için babama getirdiğini, babaannemin çok korktuğunu, o zaman lise çağlarında olan erkek kuzenlerimi hiçbir şeye karışmaması için uyardığını, gizli gizli kitap okuduklarını görse solcu, arkadaşları ile buluşup kitap okusalar, namaz kılsalar sağcı olacakları korkusuyla sosyalleşmelerini engelleme gayretini anımsıyorum. Bu toplum niye kitap okumuyor veryansınlarında sözlü gelenekten gelen tarihi yapımızın yanında büyüklerin bu tavrının da etkili olduğunu düşünüyorum. Bu darbelerin insanlık dışı zulmüne bizzat maruz kalmamış ama ara ara topluma çekilen ayarlarla, post modern darbelerle postal korkusu diri tutulmuş günümüz nesillerinin, insanı aktive eden kitaptan çok pasif durumda tutan sinemaya ilgi göstermesi nedeniyle bu konuları işleyen filmleri faydalı buluyorum.

Ancak bu kadar ciddi bir konunun bahsi geçen filmdeki kadar karikatürize tipler üzerinden ele alınmasını konunun güncelliği üzerinden rant elde etme amacı şeklinde gördüğümü söylemeliyim. Bu film bir ilk film. Tabi ki bunun acemiliklerini barındırıyor; en basitinden amiyane tabirle ucuz solculuk yapıyor. Yakışlı, bilgili, kültürlü, merhametli, insancıl karakterler solcu iken tipsiz, cahil, kimisi aptal, kimisi menfaatçi, uyanık, bir nevi çapulcu tipler sağcı daha doğru ifadesi ile ülkücü gösteriliyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki, bu kötü niteliklere haiz, hatta darbelerden sonra davasını satıp plazalarda çalışan, zengin olan ve fakiri hiç de umursamayan bir sürü solcu olduğu gibi, yakışlı, bilgili, kültürlü, hala davasına sahip çıkan milli manevi değerlerine bağlılığının getirisi ile merhameti karakter edinmiş bir çok ülkücü genç-yetişkin var bu ülkede. Bir hiç uğruna oyuna getirilip birbirine kırdırılan, sağ kalanlarının da beslemektense asıldığı bir sürü genç var bu ülkede.

Adalet olsun diye bir sağdan astık, bir soldan diyen zihniyetin ölüme götürdüğü nice isimsiz kayıp var bu ülkede. Hapishanelerde çektiklerini bir dikey yükseliş sağlar duygusu ile dillendirmeyen ama beraat ettiğinde bile o travmanın gölgesinde yaşayan hareketli mezarlar kadar, asılan gencecik oğlunun naaşını bile alamayan, resimlerine bakıp gözyaşına boğulan bir anne gördüm mesela 2011 yazında, bir köyde. İçine düşen ateşin otuz yıldır en canlı haliyle gözlerinde durduğu yaşlı kadın ne zaman bitecek bu acılar diyor, darbecilerin yargılanacağını söylemek için arayan gazetecilere ana yüreği duygusallığı ile bu saatten sonra oğlum geri gelecek mi, ahirette iki elim yakalarında olacak onların diyordu. Oğlu öleli onları her yaz arayıp soran “insan” siyasetçinin de yakın zamanda bir helikopter kazasına(!) kurban gittiğini söyleyen ajansı kapatıp bütün iyi insanları öldürüyorlar işte diyordu. Klişeleşmiş, ezberlenmiş replikler, nasihat ya da dava kaygısı gütmeden sırf o annenin gözlerinden ilham alarak bir film yapılmalıydı. Böylesi darbenin acısını göstermek, o gençleri ölüme karşı korkusuz hale getiren düşünceleri yansıtmak, sokakta geçen mücadeleden çok daha etkili olurdu ama sağcılar zamanında yatırım yapmadıkları bir alanda bugün bir türlü var olamıyorlardı.

Tabi bunun bir çok sebebi vardı: Roman sanatının batı toplumuna özgü olması gibi belki de sinema da doğu gelenekleri ile örtüşmüyordu. Kolun kırılıp yen içinde kaldığı, bütün hesapların ahirete bırakıldığı, sessizliğin tevekküle denk tutulduğu bir toplumda göstermek üzerine kurulu bir sistemin, sinemanın gelişmiş olması beklenemez. Henüz emekleme aşamasında olan Türk Sinemasında da solculuğu hayatına hayat kılmasa da sözlü bir gelenek üzerinden daha çok solcu senarist ve yönetmenlerce filmler yapıldığı düşünülürse sağcıların yetersiz insan tiplemeleri üzerinden perdeye yansıtılması tarafsızlığın olmadığı dünyada kaçınılmaz oluyor. Netekim hayat boşluk kabul etmiyor.

Darbelerin daha nitelikli senaryolarla ele alınıp doğru aktarılması ve sadece filmlerde kalması temennisiyle…

HANDAN GÜLER

16 Aralık 2011 Cuma

DEDEMİN İNSANLARI’NIN İÇİMDE ÇAĞ(LAY)AN IRMAĞI…


Epeydir süren mesleki sınav telaşlarım sebebiyle, yazmaya, seyretmeye, yaşamaya verdiğim aradan sonra dün sabah sınavdan çıkar çıkmaz sinemaya koştum. Vizyondakilerden bile bihaber gittiğim sinemada tesadüfen bazı tanıtımlarını gördüğüm ama üzerine kesilmiş ahkamlara dair tek yazı okumadan sadece Çağan Irmak ismine güvenle DEDEMİN İNSANLARI ‘na girdim. Filmden çıktığımda epey ağlamıştım. Buna rağmen bir o kadar da gülmüş olmanın keyfiyle doluydum.  Toprak çekiyor olmalı ki, Çağan Irmak’ı, filmlerini, insancıl bakışını kaybetmeden basit ve güzel hikayeler anlatışını seviyorum.  Basit ve kolay yazmanın, böylesi filmler çekmenin, hele de herşeyin görmek, görülmek, kısacası gösteriş üzerine kurulu olduğu zamanları yaşarken basit olmanın zorluğunun farkındayım. Bu cümleyi basitçe söyleyemediğimden bahisle, “Basit”liğin ustalığın zirvesi olduğunu kabul ediyorum.   
İyi sinema filmlerini domino taşlarına benzetirim… Dış dünyadan kopup karanlıklar içinde salona girdiğimizde önce reklamlarla kirlenen hafızamız, ışıkların tamamen sönüp filmin başlaması ile alır götürür bizi zihnimizin arka odalarında biriken anılardaki bize. Binlerce resmin arka arkaya aktığı filmde her karenin zihnimizde bir başka kareyi harekete geçirerek domino taşlarının devrilişleri ile büyüleyici bir başka resmi ortaya çıkarması gibi iyi bir filmden çıkarken de yeni bir resmin parçası oluruz. Bu resim ne kadar gerçekçi ise kalbimize ne kadar değdiyse filmi de o ölçüde severiz.
Bu filmde memleketimi, egenin sıcak insanlarını, sonlarına yetiştiğim seksenleri, annelerin çocukları rahatça yalnız başına evden gönderebildiği, yürüyerek okula gidildiği, dükkanların kapısına kilit vurulmadan yemek yemeğe gidilebildiği güven dolu çocukluk günlerimi yani hayatın saflığını gördüğüm  için olsa gerek beğenerek izledim.

Ve film boyunca domino taşları devrildi içimde beni kendimle, babaannemle yüzleşmenin eşiğine getirdi. Rahmetli babaannem 1917 de İzmir’de doğmuş, babasını, amcasını, hasılı kelam ailenin erkeklerini Çanakkale Savaşı’nda yitirdiğinden etrafında pek fazla erkek figürü görmeden büyümüş. Babaannemin annesi de 1908’li yıllarda 9 yaşında iken mübadele ile Girit’ten İzmir’e göçmüş bir ailenin kızı. Erken yaşta evlenip kız çocuklar doğurmuş ancak kocası savaşta şehit olunca çeşitli işlerde çalışarak çocuklarını büyütmüş yalnız ve güçlü bir kadın. Ve babaannem bu zorunlu olarak anaerkil olan ailede güçlü olmak zorunda kalan bir kadının güçlü(yü oynamak zorunda kalan) kızı…

Ben doğduğumda 60 yaşında olan babaannemle 18 yaşına kadar birlikte olabildim. Bu sürede iki ev değiştirdik ve babaannem her daim alt katımızda oturdu. Doğduğum, çocukluğumun geçtiği bu bahçeli evler Bornova’da olup babaanneme aitti. Dedemse bu evlere, annesinin kaderini yaşayarak  genç yaşta dul kalan babaannemin ikinci kocası olarak sonradan gelmiş, babaannemden sekiz yaş genç ve ona aşık bir adamdı. Aynı zamanda babaannemin teyzesinin torunu olduğu için Girit’ten gelmiş bir ailenin en küçük-haşarı bir oğluydu. Babaannem hem yaşının hem annesinden gördüğü zorunlu aile yapısı nedeniyle hem de mal varlığının gücüyle evde baskın bir karakter olmayı başarmıştı.
Buraya kadar göç dışında filme paralel giden bir durum olmasa da anlattıkça anlayacağınız durum için bu ayrıntıları verme gereği duydum.

Güçlü insanların yaralarının çok derin olduğunu düşünürüm. Sınana sınana çelikleşen bir iradeleri ve olaylara bakışları olur. Hele yeri doldurulmaz kayıplar yaşamış olmak hayata bilgece bakabilmeyi getirir çoğu zaman. Ama yine de insanın içinde kalan bir çocuk vardır ve o çocuk ara ara yüzünü göstererek huysuzluklar yapar, kanayan yaralarını hatırlatır insana. Bu nedenle ne kadar olgun, görmüş geçirmiş olsa da çocuksu halleri vardır bütün insanların.
Babannem çevresinin sevdiği, akıl aldığı ve iktisatlı olmayı yaşam biçimi haline getirdiğinden her daim dolu olan cüzdanı sebebiyle herkesin sık sık borç istediği, sohbetine doyulmaz, güler yüzlü bir kadındı. Dışarıdan bakan, içten kahkahalarını gören hiçbir derdi yok zannedebilirdi. Zaten şimdilerde dert edindiğimiz bir çok şey o ve onun zamanını yaşayan insanlar için dert değildi. Filmde Çağan Irmak’ın dediği gibi “şimdiler olsa travma derlerdi biz yaşamamız gereken ne varsa hepsini yaşadık, toslamamız gereken her şeye tosladık.”diyebilecek cinsten bir yaşamdı babaanneminki.

Babasını doğduğunda, aşık olduğu kocasını evliliğinin baharında henüz 24 yaşındayken, kocasından yadigar bir kızını kocasını gömdükten kısa süre sonra kaybeden, sık sık hasta olan nazenin diğer kızı ve karnında taşıdığı oğlu ile hayata tutunmayı başaran, dışarı dikiş dikerek evini geçindiren, çocuklarını okutan bir kadın. Dul olmanın ayıp olduğu zamanlarda yaşadığından ikinci bir evlilik yapan, o evlilikten doğan babamı diğer çocukları ile beraber büyüten ve ona çok aşık olsa da içtiği zaman dellenen, iyi kalpliği yüzünden sürekli kurduğu işleri batıran bir adamla tek tokat yemeden 45 sene geçinebilmek başarısını gösteren zeki bir kadın bahsettiğim.

Ama bir yandan da adını koymayacaklar diye babama uzun süre küsen en sonunda ilk kız torun olan bana adı verilince üst kata çıkıp annemi ziyaret eden bir kadın babaannem. Dolayısıyla benim babaannemle ilişkim bir inatlaşma üzerinden başladığından olsa gerek hep böyle sürdü. Herkesin sohbetini sevdiği bu kadınla bir ben bir de babamın geçinemiyor olması nedendi diye düşününce aynı ona benzediğimiz ve benim dediğim olacak noktasında hiçbirimiz taviz vermediğimiz için olduğunu yeni yeni anlıyorum.
Ve aslında onu ne kadar çok sevdiğimi öldüğünü uzak bir diyarda öğrendiğimde anladığımı anımsıyorum. Bir kurban bayramı arefesinde İzmir’e geldiğimde 27 gün olmuştu öleli ve sınavlarım var diye bana söylememişti ailem. 18 sene beraber olduğunuz biri daha ayrılalı bir sene olmuşken döndüğünüzde oturduğu köşede olmayınca çok dokunuyor insana. O geceyi hatırlıyorum; dedem onu kaybetmenin perişanlığı ile babaannemin adını taşımama  gurbette olmam da eklenince öyle sıkı sarılmış ve yerine sen kaldın kızım diye diye ağlamıştı. Uykusuz bir geceden sonra öğlene doğru Konak’a gitmek için çıktığımda annem bayram temizliği için alt katta olduğundan anahtarı oraya bıraktığımda kapıyı dedem açmış ve gülümsemişti. Annem çok oyalanma, çabuk dön, çok iş var dediği o gün biraz geç kalınca anneme görünmeden yukarı çıkmıştım. Ben apartmana girerken kapının önüne gelen cenaze arabasından inenler bizim binaya girince ne çok ölen var bu ara diye içimden geçirmişken hemen arkamdan ağlayarak gelen annem deden öldü demişti. Daha babaannemin yokluğu fikrine alışamamış, onun yasını tutamamışken dedemi de kaybetmiştim. Dalga geçme birkaç saat önce gayet iyi idi diye tepki vermiş, inanamamıştım anneme. Öğlen sapa sağlam olan dedemin cenazesini herkes bir koldan koşup ikindi namazına yetiştirmişler, çok sevdiği karısının yanına defnetmişlerdi. Herkes, ne büyük aşkmış, onsuz yaşayamadı, ne çok seviyormuşlar birbirlerini, Allah toprakta da ayırmadı demişti. Babam bir anda garip olmuş, anne babasını 28 gün ara ile defnetmenin acısı ile bu dünyada gurbete düşmüştü. O günden sonra da babam epeyce değişti, bir başka olgunluk, sakinlik geldi üzerine. Artık kafası attığında çekip gideceği, orda da rahat durmayıp çekişeceği birileri yoktu alt katında. Ve hayat huzursuzlukla, kavgayla geçirilemeyecek kadar kısaydı. Ahiret hayatı bir nefes kadar yakındı, her an hazır olmalıydı. Bu hazırlık belki de en çok dışarıda ahkam kesmeyi bırakıp daha fazla içe dönmekle sağlanacaktı,birçoğumuzun sözde söylerken özde ıskaladığı bu gerçeği idrak eden babam sosyal yaşamdan da kopmadan halkın içinde Hakk’la beraber olmanın yollarını arşınlamaya başladı.

Yokluğunu ölümünden sonra çokça hissettiğimiz babaannem, o neşeli, olgun, görmüş geçirmiş kadın sık sık benimle ve dünya görüşü farkından dolayı babamla uğraşırdı. Ben de babasına aşık her kız çocuğu gibi babamı ve kendimi savunmak için sürekli teyakkuz halinde bulunur, hazırcevaplığı ile tanınan babaanneme laf yetiştirme telaşına düşerdim. O ise sözünün üstüne söz söylenmesinden hoşlanmadığından kızar otoritesini sarsan bu iki figüre babama ve bana daha fazla yüklenirdi.  Babaannemin en kızdığım sözlerinden biri “İsmimi senden geri alacağım, sen bize hiç benzemedin, onlara benzedin, göçmenlere” demesiydi. “Kardeşin aynı biz, keşke ona verseymişim ismimi, o bizden, Girit’li o.” diyerek beni kışkırtır, lafımın altında kaldığında bu şekilde üste çıkardı. Eeee, bütün ömrü zeytinyağ yiyerek geçmiş biri olarak ben de altta kalmaz cevap verirdim ona. Sırf babanneme inattan yemediğim otlardan hareketle, damak tadımın anneannemin yemeklerine yatkınlığını baz alarak bu ithamda bulunurdu çoğunlukla. Tabi bir de renkli gözlü olmam da göçmenliğime kanıttı. Biz yerlisiyiz İzmir’in der, bana nispet olsun diye aslında huyu anneme benzediği için anlaştığı kardeşimi bağrına basardı.
Gerçekten de İzmir’in insanın büyük kısmı mübadele ile gelen Girit Osmanlılarıydı. Şehirde epey de Rum yaşardı. Kaynaşmış bir kültürdü İzmir’de Rum’lar ve Türkler. Müslüman olmasalar da çok hassas ve insancıldılar diye anlatırdı babaannem komşularını. Mahallede bir cenaze olsa bir hafta radyo açmazlar, bayramda bizle bayram yapar, bizim gibi yani Müslüman -Türk gibi yaşarlardı diye anlatır, bahsettiği kişilerden ölenler için ah çekip içli içli toprağı bol olsun derdi.

Bugün buradan bakınca Osmanlı’nın çökme sürecinde bile çok kültürlü coğrafyasındaki yönetim başarısını görmek gerek. Kimseyi kendi etnik kimliğinden koparmadan, kendisi olmaktan vazgeçmeden beraber yaşamanın mümkünlüğünü gösteren bu fotoğrafı iyi okumalıyız. Bugün belki de en çok ihtiyacımız olan empati gücünü, insan olmayı, güvenmeyi yeniden öğretecek kodlar o fotoğrafta saklı.

Ama işte filmde de gördüğümüz gibi ötekileştirme, oralara yeni geleni kabul etmeme, içten içe eleştirerek öz yurdunda garip hissettirme durumu imparatorluktan devlete geçişte öne çıkarılan milliyetçilik fikri sayesinde bocalayan halkın birbirine reva gördüğü bir hal olunca yavaş yavaş kardeşlik duygusu da zedelenerek bugünlere gelindi.
Babaannem çocuk yaşta evlenen göçmen bir annenin çocuğu iken, ilkokula kadar Türkçe’yi çok da bilmezken, aksanı onun göçmen olduğunu ele verirken muhtemelen itilip kakılmalara maruz kalmış ve filmdeki çocuk gibi içinde kin büyütüp yaralanmıştı. Ve hayatında onu karşısına alıp bu kızgınlığına bilgelikle karşılık verecek “Onlar da bizim insanımız” diyecek, onu üzenlerin karşına çıkıp onu koruyup kollayacak güçlü bir erkek figürü olmadığından hep bunun ezikliğini hissetmişti.

Yıllar sonra nesiller değişip kendisini İzmir’in yerlisi gibi hissetmeye başladığı zamanlarda hem çalışkan ve hem de güzel oluyorlar diye Bulgaristan göçmenleri içinden annemi gelin alsa da, babaannemin her kafası attığında onlar göçmen vurgusu yaparak bununla çevresindeki göçmenlere karşı şefkatsiz söylemlerde bulunduğu da bir gerçek. Bu filmi seyrederken şunu hissettim; aslında göçmen kelimesinin içinde oluşturduğu sızının bastırılma çabasından başka bir şey değildi kendisi de göçmüş birinin kendinden epey sonra göçen kişilere olan bu tavrı. Filmde çok az verilen bu bölüm sayesinde kalbimde böylesi bir sayfa açılırken, babaannemin aslında bana değil de içindeki çocuğa kızdığını fark ettim. Öyleyse ben yanlış bir şeyler yaptığım için kızıyor değildi babaannem, belki de beni kendisine en çok benzettiğinden sıkıştırıyordu. Demek benim bir hatam yokmuş duygusu kapladı içimi. Keşke daha detaylı işlenseydi mübadele kavramı ve göçmenlerin acıları diye düşünürken babaanneme olan kızgınlığım birden merhamete dönüştü. Keşke dedim birkaç Çağan Irmak daha olsa ve binlerce sessiz hikayeyi o muhteşem bakışı ile perdeye aktarsa. 

Aslında beni babaannemden ziyade anneanneme yaklaştıran göçmen mutfağına olan yakınlıktan çok anneannemin merhameti, ilgisi, her şeyi sevgi ile karşılaması idi. Anneannemin de hayatı çok zor geçmişti ama işte insanlar yazılan kaderlerine verdikleri farklı tepkilerle karakterlerini de meydana getiriyordu.
Anneanneannem 1928’de doğmuş ancak doğduktan bir sene sonra annesini kaybetmiş, ailenin en küçüğü olarak babasının gözbebeği olmuş bir çocuk. Bu nedenle üvey annesi tarafından da çokça ezilmeyen hatta onu çok da seven bir çocukmuş. Ama işte ne kadar da olsa “analık” ana gibi olmadığından eksikliğini çektiği şeyi, kendisi fedakarane bir tavırla etrafına vermiş, tüm çevresine karşı şefkat dolu bir insan olmayı huy edinmişti. Hiçbir şeyden korkmayan, yılmayan, ağabeylerini pısırık bulan bu kadının ardında güçlü ve sevgi dolu bir baba figurünün olması da karakterinde en önemli etken olsa gerek.

 Anneannemin babası, kardeşleri ile beraber Bulgaristan’dan Çanakkale’ye gelip savaşan Türkler’den. Bulgaristan’a da Osmanlı’nın hassasiyetle uyguladığı ve bunun sonucunda fethettiği yerlerde ayakta kaldığı iskan politikası ile Karaman civarından getirilmiş Türklerden imişler. Çananakkale den sağ olarak kurtulan annemin dedesi İzmir’den düşmanın denize dökülmesinin ardından 4 yıl sonra döndüğü Bulgaristan’da her daim İzmir’i anlatmış ve bir gün mutlaka Türkiye’ye , İzmir’e gidin diye evlatlarına vasiyet etmiş. Anneannem Çanakkale ‘den dönünce dünyaya gelmiş ve babasının destansı savaş hikayeleri ile büyümüş. Korkusuzluğu ve atılganlığını da bunlardan almış olmalı diye düşünüyorum.
Yıllar sonra komünist  rejim Türkler’e eziyet etmeye başlayınca varlarını yoklarını orada bırakıp sadece kocası ve 4 çocuğu beraberinde bir bavulla turist vizesi alarak Türkiye’ye girmiş ve babasının vasiyeti üzerine İzmir’e yerleşmişler. Rahmetli dedem 40 yaşında imiş. Nasıl bir cesaret ki, kurulu düzenini, işini, malını mülkünü bırakıp sadece dinini daha rahat yaşamak için göç etmek… Dürüst olana, çalışana her yerde ekmek var deyip canla başla ailecek çalışarak kısa bir sürede İzmir’in yerlisinden daha hali vakti yerinde bir duruma gelmek… İnancın, azmin, uğruna yoluna çıkılan değerlerin hayata yansıyan zaferi olmalı bu. Ve hiçbir zaman göçmenliğinden utanç duymadan Peygamberimiz ‘de hicret etti, o da göçü, zorluğu yaşadı diyerek bundan kıvanç duyan bir duygu durumu taşımak ancak içindeki inancın duruluğu ile alakalı olmalı.

Ama işte geldiğin yerde Türk, göçtüğün yerde göçmen diye yaftalanmak, huzursuz edilmek, ötekileştirilmek belki de tüm göçenlerin kaderi. Bunları umursamadan ayakta durmak ise güçlü bir alt yapının eseri. Filmdeki dede gibi benim de annemin babası olan dedem dürüstlüğü, çalışkanlığı, insanlara verdiği tavsiyeleri, kurduğu sağlam dostlukları ile kendini topluma kabul ettirmiş biri. Bunu da onu bu hasletlerle yetiştirenlere, her zorluktan sonra bir kolaylık olacağını öğreten büyüklerine borçlu olmalı. Ümitsizliğin, çaresizliğin lügatında yer almadığı insanlardandı dedem ve anneannem. Tıpkı filmdeki dede gibi.  
Filmde  Girit’ten göçen Mehmet, helal süt emmiş bir çocuk. Mübadele esnasında günlerce gelecek gemiyi beklerken zor şartlarda bile namazlarını kılan insanların içinden gelmiş temiz bir toplumun, değerleri sağlam bir ailenin evladı. Bu terbiye ile büyüdüğünden dürüst, sevecen, çalışkan, yardımsever bir insan. Müslümanlığın şekilden ziyade karakterde yaşandığı, inancı zayıf olanların bile aileden çevreden öyle gördükleri için hakka riayet etmeyi adet haline getirdikleri zamanlar anlatılmış filimde. Ama sonrasında yıkılan bir imparatorluk ve yeni bir ulus oluşturmanın getirdiği zorluklar ile değişen şartlar, zamanla ülkesi zenginleşse de ruhunu yitirmenin fakirliği ile hak yiyen, çalan çırpan ve ahlakının menşei dininin öğretilerinden kopmuş bireylerin çoğalması ile içten içe çürüyerek bugünkü güvensiz ortama sebebiyet veren ülke tablosu hepimizin içinde bir yerlere dokunuyor. Acıtıyor, kanatıyor, o yılları, o eski, sağlam inançlı toplumu özletiyor.
Filmin senaristi ve yönetmeni dedemin hikayesi dediği filmde bizi bu sonuca götüren ayrıntıları o kadar iyi yakalıyor ve gösteriyor ki, filmi beğenmemek elde değil. Ancak Karanlıktakiler filminde yaptığını tekrar ediyor ve çıkış noktasında tıkanıyor. Özünde taşıdığı iyiliği ona kazandıran değerleri ilerleyen yıllarda toplumun genel yapısından da kaynaklı olarak hayatına hayat kılmayan dede de çıkmaza sürükleniyor. Dedesini özlüyor ama öyle çocuklar yetiştiren bir ailenin karakteri haline gelmiş dinamiklerini göz ardı ediyor. Geçmişi ile bağları koparılarak dinamitlenmiş bir toplumdan yine dürüst, sevecen, tatminkar, kadere isyan etmeyen insanlar çıksın istiyor. Ama artık günümüzde o sağlam nesillerin yetiştirdikleri evlatlar bile toprak olmuşken, başarılı olmak için her yol mübah kabul edilip şeytanın aklına gelmeyecek oyunlarla insanlar birbirinin ayağını kaydırırken hele de günümüzde görünürde muhafazakarlaşan halkın özünde ahlakı giyinememiş olmasından ötürü, (belki de bu tablonun verdiği psikoloji ile) böyle bir toplumun gelemeyeceğini ıskalıyor.

 Ama tersten tuttuğu feneri ile bize aslında hangi hasletleri kazanırsak huzurlu ve herkesin birbirini olduğu gibi kabul ettiği bir toplumu tekrar oluşturabileceğimizin izleklerini sunuyor. Bu nedenle Çağan Irmak’a çok teşekkür ediyorum. Bizi nice samimi hikayelerle buluşturup kendini gerçekleştirme çalışmalarında başarılar diliyorum. Bir röportajında “ Kendimi de, film çekmeyi de fazlaca ciddiye almadığım zamanlarda çektim bu filmi” diyen başarılı senarist-yönetmenin usta işi filmlerinde bundan sonra benliğini taşa çalan bilgeler gibi daha farklı işler ortaya koyacağını umuyorum.

Doğru soruları sormak öyle önemlidir ki, bir gün bir de bakarsınız aradığınız cevaplar sizi yormadan önünüze çıkmış, kalbinizi sarıp sarmalamış, oradaki yaralara bir bir merhem olmuş.
Bir film beni bunca sorgulamanın içine attı, Çağan Irmak dedesine ithaf ettiği filmi ile babaannemle çatışan taraflarımın fazlalıklarını aldı, derinlerde bir yerde ayrı bir huzurun kapısını araladı. İçindeki ezik çocuğun sesini bastırmak için çocukça bir tavır sergileyerek bana her kızdığında bu yolla üzen, sen onlara benzedin, kardeşine vermeliydim ismimi diyen bir babaannem vardı. İçimden “Hayır, benTürk’üm, göçmen değilim” diye bağırsam da dışımdan sadece babaannem sinir olsun diye “Evet, ben onlardanım” diyen, kendince zayıfın, hor görülenin yanında yer alan bir torun. Bu adaş iki çocuğun inatları yüzünden o güzelim Girit otlarından yapılan salataları, radikayı, turp otunu yıllarca yemedim, şevketi bostandan, arapsaçından uzak durdum. Neler kaçırdığımı yıllar sonra fark ettim ve bütün otların tadına bakıp müdavimi oldum ama bunları görmeye babaannemin ömrü vefa etmedi. Yıllarca içimde taşıdığım ismimi değiştirme sevdasından da zamanla vazgeçtim.
Şimdi, içimdeki o kızgınlık yerini şefkate bırakınca zihnime babaannemle geçen güzel günlerden de hatıralar gelmeye başladı. Mesela üniversite okumak için başka bir şehre giderken babaannemle vedalaşma sahnem dün gibi taze hafızamda. Babam, bizde kızlar evden bir kere çıkar dediğinde onu susturup o şimdi okumaya gidiyor bu laf gelin olduğunda söylenir, bu ev onun, hem gelin de olsa her zaman döneceği tek yer burası diyerek bana sarılışının verdiği güven hala içimde. Yıllar geçmesine rağmen kaderin çizdiği yolum İzmir’e uğramadığından bir daha dönemesem de biliyorum ki her zaman sığınabileceğim bir evim var İzmir’de. Babaannemin, hatta babaannemin annesinin emeği, teri ile yapılmış, önünde babamın annesinin diktiği çam ağacının olduğu, babamın, benim doğduğum ev, bir evim var İzmir’de. Ve bir de aslında beni çok sevdiğini sonradan fark ettiğim babaannemin anıları, birkaç parça eşyası, fotoğrafları var İzmir’de. Belki daha fazlası zihnimin her köşesinde. 
Bana kendimle yüzleşme fırsatı verdiği, şanslarımı hatırlamama vesile olduğu, ülkeye, insanımıza dair  sorular sordurttuğu için bir kez daha Varolsun Çağan Irmak. 
Herkese doğru soruları kurma şansı verilmesini, cevapların da fazlaca beklemeden ikram edileceği hayatların başrolunde olmalarını dilerim.

Oyuncuların her birinin muhteşem ve yöre insanının doğal halini yansıtan oyunculuklarını da belirterek DEDEMİN İNSANLARI filmini görmenizi salık veririm.

Bu arada merak edenler için bu canlı Ege filminin konusu yapımcıların kaleminden şöyle anlatılmış:  
Ozan, Ege'de küçük bir sahil kasabasında yaşayan 10 yaşında bir çocuktur. Girit göçmeni dedesi Mehmet Bey nedeniyle arkadaşları onunla "gavur" diye alay etmektedir. Yalnız kalmaktan korkan Ozan, başta dedesi olmak üzere ailesine kızar "Biz Türküz." diyerek onlara kafa tutar.
Ozan'ın dedesi Mehmet Bey, kasaba eşrafından, saygın bir adamdır. Kasaba halkına kol kanat gerer, sorunlarıyla ilgilenip, onlara yardım eder. Hoşgörürsüyle bilinen Mehmet Bey torununun bu durumundan dolayı üzülmekte ve endişe duymaktadır. Mehmet Bey daha yedi yaşındayken, ailesi zorla topraklarından kopartılmış, mübadeleyle Girit'ten göçmüşlerdir. Mehmet Bey'in en büyük arzusu ölmeden evvel doğduğu toprakları görebilmektir. Bu özlemle sık sık içinde mektuplar olan şişeleri Ege'nin mavi sularına bırakmaktadır.
DEDEMİN İNSANLARI, küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin geçirdiği büyük değişimi anlatıyor. Kalabalık ve sıcak Ege insanlarının hikâyesini izlerken, mübadeleye, öteki olmaya, nereye gidersen git bir yere ait olamamaya, iki yakaya, çok sayıdaki azınlığa, ihtilallere, bir defa daha ama bu kez farklı bir yerden bakacaksınız.”

HANDAN GÜLER

19 Ağustos 2011 Cuma

Biz bir söyleşiyiz.” Birbirimizi işitiyorsak, söyleşi(yor) oluruz.



  • BİZ BİR SÖYLEŞİYİZ"
Sen, ben ve başkası, bir ‘ülkenin vatandaşı’ olmaktan önce ‘hayatın sakinleri’yiz. Öznel durumlarımız bizi ayrıştırsa da, öznelliklerimizi toplayan ‘hayat’ta buluşuyoruz. Hayatın sokaklarına bırakılanız. Yaşadığımız bir cıngıl; arzuların, korkuların, gelmelerin, gitmelerin, kavuşmaların, ayrılmaların içinde çoğalıyor ve eksiliyoruz.

Bir yere kadar ‘sen’den farkım var; ‘bir yer’den sonra sen gibiyim. Giriş ve çıkışlara açık bir hayat yaşıyorum. Yolumun vardığı veya yolu bana varan çok insan olmuştur, oluyor. Sen gibi yani…

Anlaşılır bir şeydir bu! Zira insan ‘münasebet’tir; kendinden çıkarken vardığı şeyle geliştirdiği hukuktur, ‘bu’ ve ‘o’nun birlikte katıldıkları ‘dil’dir. Yeryüzünde şairane oturduğu için kıyılara düşmüş Hölderlin’in hatırlattığı gibi, “Biz bir söyleşiyiz.” Birbirimizi işitiyorsak, söyleşi(yor) oluruz.

İnsan çok şeyi toplayabilir kendinde, sahiplikleri çokça olabilir. Bu insanı belirlemez, insan kendinden çıkıp başkasına vardığında var olur. Kurduğu münasebette, geliştirdiği hukukta, katkıda bulunduğu dilde görünebilir.

Bütün mesele ‘dokunuş’tadır. Birine dokunurken hissettiğim neyse, bana dokunulurken ne hissediliyorsa, mesele odur. Dokunuşta insanın çiçeklendiğini, görünür olduğunu düşünüyorum. Temasta, yani hayatta! Önceleri çok şey sanılabilir ve söylüyor olabilirsiniz, ancak hakikatte hakikiliğiniz ortaya çıkar. Vardığınız, karıştığınız şeyde yaşanır, yaşanabilir olursunuz. Burası test noktasıdır; ya varsınız, ya da yok!

NİHAT DAĞLI

21 Haziran 2011 Salı

KALBİN KURGUDA YAKALADIĞI ZİRVE: KURGAN


          Yolculuklar hayatımızın en vazgeçilmez süreğidir. Bu aleme gelişimizden önce başlayan ve gidişimizle de devam edecek bir seyahatin yolcularıyız hepimiz.
          “Dünya” dediğimiz “büyük”lüğünü içinde barındıran kavramın bu gün için bilinen kainat haritasında bir nokta kadar küçük olduğunu öğrenince bizimle beraber akan hayatların, başka yolculukların olduğunu da fark ediyor, aslında bu muazzam yapıda pek de mühim bir yer tutmadığımızı anlıyoruz. Bir taraftan da yaratılan hiçbir şeyin gereksiz olmadığını hatırlayıp bilinen varlıklardan en donanımlısı olan insan soyumuzun yolculuğuna odaklanıyoruz.
          Bir bilinmez olan insanın kalbinde taşıdığı, kafasında kurduğu alemlerin büyüklüğü ile karşılaşıp yaratılmışların en şereflisi olduğumuzu anımsıyoruz. İç içe geçen yolculuklarda karşılaştıklarımıza kafa yoruyoruz. Her şeyin emrine sunulduğu insanın bir türlü mutlu olamayışı karşısında kalbimizi tatmin edememenin boynu büküklüğü ile yola devam ediyoruz. Ve yıllar/yollar her şey akıyor, yaşam yeni bir forma dönüşüyor ama yolcu olma hali devamlılığını koruyor. Çünkü “hayat”larımızın üst başlığıdır yolculuk.

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin