20 Eylül 2010 Pazartesi

KONUŞ(MA)…

Bu yazı KALEMŞAH.COM' da yayınlanmıştır.



 

"Bir güzel susmak geliyor içimden." dedi.

 

Susma dedim, konuşalım…Takas edelim yalnızlığı…

 

Öyle çok, öyle derin ki, "Hangi cebini karıştırsan yalnızlık." (Turgut Uyar) dedi.

 

Hangimizin öyle değil ki, dedim, bir yerden başla anlatmaya iyi gelir belki.

 

"Senin de kıyılarını/ elinden aldılar mı" (İbrahim Tenekeci) dedi, uzaklara dikti gözlerini.

 

Almazlar mı? Bazen kıyılarıma ulaşamadan çaldılar hayallerimi kelimeleri dökülünce dilimden, desene "Biz her çağda kızılderili/ Biz her yerde hep yerdeyiz."( Hüseyin Atlansoy) değil mi?, dedi.

 

‎"Nerelisin yeğenim? / Hüzünlüyüm dayı." derdim bir zaman memleketimi sorana, sonra hüzün gelip otağını kurdu kalbimin tam ortasına. "Hüzün ceketimin iç cebinde bir tütün yaprağı gibi" (Cafer Turaç)

 

Benimse "Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile/ Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün." (E. Cansever) dedim.

 

"Yaşamak deriz -Oh, dear- ne kadar tekdüze." (İ. Özel) dediği gibi şairin, aynı düzlemde gidiyoruz işte, bir hayalin peşinde koca bir aldanmışlık sarmış evrenimizi, sarmalamış bizi gölgeler misali dedi.

 

“Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm 
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana” diyorsun yani diye ilave etti…

 

Elbette, öyleyse ne gerek var, her şeyi dert etmeye, dedim…

 

‎"Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar." Diyebiliriz değil mi dedim acı bir tebessümü iliştirip dudağımın kenarına…

 

Aynen öyle, her şey sahte“Korkuların karanlıktan doğmadığını anladım – korkular da yıldızlar gibi – hep oradadırlar ama gün ışığı onları gizler...”
dese de Nietzche, korku da bir ezberlenmiş bir replik sadece. Bir dekorda yaşıyoruz, rolümüzü oynuyoruz vakti gelince. Figüranlar gibi girip çıkıyoruz birbirimizin sahnelerine diyerek sığındı sessizliğe.
‎‎"Biraz aklınız karışacak galiba efendimiz. Bilmem ki. Karışsın Olric. Bugüne kadar boş bir kağıt gibi temiz kaldı. İyi koruduk uzun süre. Biraz da zorlansın. Saflığını kaybetsin biraz. Aklımız, maceralardan korkmasın biraz. Ne demek biraz? Hiç korkmasın. Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun? Sonra Oblomov gibi erken ölürüz. İyiyi kötüden ayırmasını öğrenmek istiyorum. Uğraştı da beceremedi desinler. Biraz heyecanlanıyorum; bilmediğim, görmediğim hayallerin baskısını hissediyorum, efendimiz. Sizin için korkuyorum. Belki, çok önceden hazırlığa girişmeliydiniz efendimiz. Gülünç olurum diye mi korkuyorsun Olric? Zarar yok, gülünç olalım. Bir yere varalım da ne olursak olalım. İyi aklıma getirdin Olric: Don Kişot'u da almalıyız. Çok iyi niyetli bir ihtiyardır. Aklın macerası önemli Olric. Ben de okumadığım kitaplardan en iyi anlayan insanım bu dünyada." diyor ya TUTUNAMAYANLAR’da Oğuz Atay, gülünç olmak da dahil korkulardan kurtulup yürüyelim hayatın içinde, aşkın izinde dedim bir doz heyecan katıp orta şeker keyfime.
Bak dedi; "Bizim gibiler... Kadın ve erkek fark etmiyor: yapayalnızlar: sizi aşka götüren yolda, kim ve ne olursanız olun, sonsuza dek yapayalnız. Kadınlığınız, erkekliğiniz işe yaramaz. Aşk ya yıkıp geçer ya da sizi yapayalnız bırakır." demiyor mu Selim İleri, Yarın Yapayalnız’da. Haklı değil mi söyle bana diye ısrarla sorunca şiirden bir dal uzattım ona:
 Lale Müldür ne diyor biliyorsun: “Ormanda bir kuş hızla dönüyordu. Aşık olduğumuz zaman yürek denen ormanda bir kuş anormal bir hızla döner ve kaçmamız gerektiğini söyler bize çünkü her şey çok fazladır kendi etrafında nefes kesici bir biçimde dönen bir kuş kendini ve etrafındakileri yaralar tehlikedir onun adı… “
Tehlikeden sıyrılmak mı zordur, kendini aşkın sularına bırakmak mı bilinmez ama aşka kapısını aralamalı insan. “Aşkta ölüm gibi habersiz gelir” dese de şair açmayınca gönlünü aşkın frekansına geleni de duymuyor insan, kendini de tanımıyor bir başkasını kendine ayna kılmayınca dedim ümitvar bir tavırla.
Her seven
Sevilenin boy aynasıdır.
Sevmek
Sevilenin o aynaya bakmasıdır.” der ya, Özdemir ASAF diye ekleyince, evet tam da bunu demek istemiştim: Bırakmalı insan kendini mutluluğa götürecek sevgiye. Emek vermeli, sevdiklerine, diyorum işte.

Yorgunum. Açılan her kapının ardında gülümseyen bir yüz arıyorum." (Melek Paşalı) Anlıyor musun beni, yorgunum deyiverince atıldım hemen:

 

Yorulmak yok…Yürü ve vardığın duraklarda dinlen, konuk ol gönlünü açan talibe ve gülümse, bunca söz bunca kelime işte bu hakikati anlatmak için değil de nedir söyle?, hadi neşelen biraz, gül, gülümse…

 

"Harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm!" (H. Ergülen) deyince, ne güzel bir mısra bak isteyince oluyormuş geçmek, hüzünden neşeye diyerek gülümsedim yüzüne.

 

 O da gülümsemişken gözlerime, birden bire yüzü bulutlandı, “Korkuyorum yaklaşmaktan, yakınlaşmaktan”  diye mırıldandı. “Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür; bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar. Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam: “Bu köprüyü geçip bana gelir misin?” işte o anda artık bunu istemeyiverirsin; sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer; bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. Ama o küçücük köprüyü düşündüğünde, sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşar kalırsın.”( Irvın yalom-köprü) diye ekledi, korkusuna gerekçe gösterircesine.

‎"Benim harcım değil bir yâr sevmek gizliden." (İsmet Özel) diye de ekledi, şairden ödünç aldığı kelimelerle.

 

Aşk gizlenemez ki, dedim. Senden başka herkes görür bazen ışığı, insanın kendini görmesini engeller gözünün menziline giremeyen kör noktaları. Bu nedenle bir ayna önünde durmalı insan, yüreğine eş yüreğin sularına kendini bırakmalı…

 

“Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur." dedi, yüzünde muzip bir gülümsemeyle.

 

Aşka düşünce baktığın, gördüğün zaten hep o olur. Ve ondan sonra, aşığın kalbi  ancak kavuşunca sükun bulur, deyince ben, orada dur bakalım dedi. Aşka geldiyse konu, evvel yükseklerden uçup şimdilerde düze inen gönlümün diyecek sözü çok:

 

Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden. 
İnanırdım saadetli yolculuklara. 
Adalar var zannederdim güneşli, mavi, dertsiz. 
Bütün hızımla koşardım dalgalara. 
O zaman beni görseydiniz. 

Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden. 
Beni o zaman görseydiniz 
Siz de gelirdiniz peşimden. 

Ama simdi şu akşam saatinde 
Son liman kendim, bu döndüğüm, 
Bilmiş, bulmuş, anlamış. 
Hatırımda, bir vakitler güldüğüm. 
Yoluna can serdiğim o kaçış. 

Şimdi, şu aksam saatinde 
Dönüyorum görmüş, geçirmiş, atlatmış, 
Gözlerin doymayan sahilinde. 

(Özdemir Asaf)” diyor ya şair, “
Bir kere yanlış trene bindiyseniz; koridordan ters tarafa yürümenin hiçbir faydası yoktur “ dediği gibi Niechtze’nin, bazen yanlış limanlara sığınıyoruz. Sonra bir fırtına çıkıyor, kırılıyor dalgakıranları gönlümüzün, batıyoruz denizin dibine, sözü bırakıyoruz yine şaire: 
O günden sonra kuracak güzel bir cümlem olmadı hiç 
dünya için. Rüyalarım tüller ve silahlardan bu yana sisli. 
Kıvrılıp giden dargın bir yol, yolda eski bir taş, 
Limanda bağlı bir tekne, yosunlu bir halat gibi durdum. 

Uzağımda açık denizdi o yürüdü gitti. 
Ben kıyıda ıssız bir ev, ince boğazda gıcırdayan tahta iskele, 
iskelede bir lastik, az ilerde turuncu bir şamandıra, 
İçimde kuzeyden bir hatıra aksiyle durgun suya vurdum.”

“Okyanusta ölmez de insan, gider bir kaşık ''sevda'' da boğulur” dedikleri doğru demek ki.
Yine de emek vermeli insan, aşka uğramış gönlü, onu bilmezlere tercih etmeli. Ne diyor Halil Cibran:
 “Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız, 
Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız, 
Tanrı'nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız, 
Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun, 
Ve Tanrısal alemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda, 
Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın, 
Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun Sevgi 
Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin, 
Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın, 
Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın,
Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır, 
Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın, 
Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan, 
Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, 
Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, 
Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez “.... Bireyliğini kaybetmeden bir olmayı becerebilmeli, başarırsan bunu, dünyada yaşarsın cennet gibi dedim ısrarla.
Hayat bir muamma, bunu unutma dedi, en ciddi, en mütevekkil ifadelerinden birini takıp yüzüne, artık geldiği gibi yaşıyorum, ne sağımdan solumdan esen rüzgara aldırıyorum, ne de neden ben diye soruyorum, sadece seyrediyorum, vardır bunda da bir hayır diyor, gözümü bir sonraki sahneye dikiyorum:     

''Şiirler söylenir, şiirler biter
Biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da
Kahverengi avuçlarına mı gözlerinin
Tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa.''

Kısa bir öyküdür hayat 
Uğruna upuzun acılar çektiğimiz 
Kısa bir türküdür 
Bir kez daha söylemek için delirdiğimiz (Yılmaz Odabaşı)” diye söylemiş ya şair, bak ne diyor bir başkası:
“Yüzgörümlüğü selamı gözlerin alır ancak müntehir bir şairin dudaklarından. Düşleri erken çalınan çocukların masalında bir varsın bir yoksun evvel zaman içinde, sol memenin altındaki cevahir, dövüldükçe uslanmayan bir çocuk gözlerin için. Kalbim kendi masalında kendi kahraman bir gladyatördür.

Anla sevgili! Kahraman bir aşkı olmalı insanın, kahraman bir hüznü ve ağlayan bir gözü olmalı. En çok ağlamayı becerebilen bir göz gözdür ve taşan bir pınardan içilen su ab-ı hayat suyudur. Kaldır gözlerindeki demir perdeyi ve gözlerinde demir taraklarla taranmış gövdeleri, aşk ehli raks etsin, cezbeye dursun kalpleri.
Kör olsun ışığa meydan okuyan dağlar, aşka geçit vermeyen demir kör olsun. (Nevzat ONMUŞ)”

İyi diyorsun hatta, Cezmi Ersöz’ün
“Artık şimdi o karanlık denizde
'binlerce hiç kimseyim'
İki karanlık orman birbirini sevse ne olur, sevmese..." dediği noktadasın.

‎Ve ekliyorsun, "Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan"

Dahası var: Söz Atilla İlhan’ın:
“Hayır sanmayın ki beni unuttular
Hala ara sıra mektupları gelir
Gerçek değildiler birer umuttular
Eski bir şarkı belki bir şiir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir”

Başta söylemiştim sana, dünya sadece bir hayal… Bizi saran, sarmalayan, yıkan, her türlü duygu sanal…

“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar."

HANDAN GÜLER

 



9 Eylül 2010 Perşembe

GURBETTE…BAYRAMDA…


Zaman, içinde bir daha yıkanılamayan bir nehir gibi hızla akıp gidiyor hayatlarımızdan. Sürekli değişiyor takvim yaprakları, eksiliyor ömrümüz biz farkına varmadan.
Gün geceye bırakıyor yerini, çocuk gence, genç yetişkine…
Yetişkin…Gelişimin herhangi bir yönünde veya tümünde duraklama düzeyine erişmiş olan diye tanımlıyor sözlükler bu kavramı. Artık yetişkiniz, duraklama döneminin yükü üzerimizde ilerliyoruz gelmesi mukadder çöküş dönemine.
Bugün bayram… Bayram neşe demektir, kalabalıkta koşuşturmak, el öpmek, harçlık dağıtmak-toplamak, hasretle kucaklaşmak demektir sevdiklerimizle.
Bayramın yetişkinlere hatırlattığı ise zamanın akış hızı oluyor şimdilerde. Daha dün annemizin kollarında yaşarken, çiçekli bahçemizin yollarında koşarken şimdi bir garip halde gurbette olduğumuzu anımsıyoruz hüzünle.   
Gurbet; gariplik, yabancılık, vatandan ayrı düşme mânâlarına geliyor. Herkes bir şekilde gurbet yaşıyor bu dünyada. “Garip” oluyor bazen, kocaman sevgi dolu kucaklar açılsa da. Çünkü gurbet; sofiye ıstılahında, Maksud'a ulaşabilmek için, o güne kadar alışılagelen dünya ve onun câzibedar atmosferinden uzaklaşma veya o atmosferde uhrevî buudlu yaşama şeklinde yorumlanmıştır ki, buna dünyanın mânevî mimarlarının hâlleri de diyebiliriz. Bu mana derinliğinde dahi, çeşit çeşittir gurbet; hâlden hâle intikal gurbeti, halktan Hakk'a yönelme gurbeti, Hakk'tan halka nüzûl gurbeti bu sözcükle zihinlerimizde canlanan ahvâlden sadece bazılarıdır.
Ama bir de ıstılahı manadan uzakta, yaşamın ortasında yapayalnız bir yetişkin olduğumuzda, maruz kaldığımız gurbet vardır ki, acısı yürek dağlar.
Hele de vakit bayrama uğramışsa gurbetteki yüreğin acısı kat kat artar. Zaman ırmağında yitirdiklerimiz arttıkça özlemlerimiz büyür, bayramın diğer adı olan neşe hüzün-sabır ortak yapımı bir tebessüme evrilir. Gurbet kalmadı yalanı gereği telefonlar açılır, görüntüler, sesler, kelimeler değiş tokuş edilir, bir nebze su serpilir yüreğe.
Böyle bir bayramdayım yine, bir sürü kelimeler hediye ettim sevdiklerime. Güzel dilekler, dualar aldım özlem dolu seslerden. Vazifemizi yapmanın rahatlığı ile açmış kitabımı okurken bilmem kaçıncı gurbet yılımda, garip bir bayramdayken Barış Manço’nun “Bu gün bayram” şarkısı değiverince yüreğime, gözyaşlarım boşandı bendinden hüzünle. Birbirimize baktık ve sarılıp ağladık eşimle, annelerimizin özlem kokulu sesleri içimizde. En azından hala aynı zaman ırmağındayız diyerek teselli bulduk. Mezarlarının başında anne-babalarını ziyaret edenler, hatta onu bile yapamayacak kadar uzağa düşenler gelince hatırımıza, her şeye şükür dedik, kalbi bir duayla.
Sen gittin gideli içimde öyle bir sızı var ki 
Yalnız sen anlarsın 
Sen şimdi uzakta cennette meleklerle bizi düşler ağlarsın 

Bugün bayram erken kalkın çocuklar 
Giyelim en güzel giysileri 
Elimizde taze kır çiçekleri üzmeyelim bugün annemizi 

Sen yaz geceleri yıldızlar içinde 
Ara sıra bize göz kırparsın 
Sen soğuk günlerde kalbimi ısıtan en sıcak anısın 

Bu gün bayram çabuk olun çocuklar 
Annemiz bugün bizi bekler 
Bayramda hüzünlenir melekler 
Gönül alır bu güzel çiçekler” diye söylerken Barış Manço, onu da rahmetli diye anmak derinleştirdi gurbetimi.
Erken kalmadım bu sabah, hatta hiç uyumadım. Ne kahvaltıya yetişeceğim bir yer vardı ne de el öpmek için çalacağım bir kapı. Uykudan talep ettim koynuna sığınmayı. Biraz izin verdi gözlerime, sonra bir sürü rüya arasından sıyrılıp çıktım güne,  sessiz, sakin, kıpırtısız bir evin soğuk duvarlarına baktım öylece. Defalarca dinlediğim bugün bayram erken kalkın çocuklar şarkısı eşliğinde dolaştım hafızamın derinlerinde, en güzel giyisileri giydiğim zamanları, gözyaşları eşliğinde.    
Bayram çocuklar içindir gerçeğine binaen bari yavrumuzun zihninde güzel bayram resimleri dizilsin diye yollamıştık onu büyüklerine. Bu teselliyi alıp sarıldım “oğlummm” deyip özlemle. Yetişkin olmak buydu işte, gereklilikler üzerinden verilen kararları yerine getirip sağduyulu bir şekilde hayatı kabullenme.
Oysa çocukken öyle miydi? Nasıl da güzel telaşlardı bahtımıza düşen. Mesela bayramdan bir hafta önce Kemeraltı’na gider, bayramlık arardık, anne ve babamla, kardeşlerim yanımda. Hacıbabamın Araphan’ındaki dükkanına da uğrardık mutlaka, cam şişelerden soğuk su içerdik. Hacıbabam hemen yemek söylerdi bize, bir daha o tadı hiçbir yerde bulamadığım lezzetli dönerler yedim o birkaç metrekarelik dükkanın bereketli atmosferinde.
En güzelini alırdı babam, seçtiğim ayakkabı kırmızı olurdu çoğu zaman. Bazen birkaç bayramlığımız olurdu. Teyzem ve annem rahat durmaz, konfeksiyon ürünlerini beğenmez, “Burda” dergilerinden çıkardıkları kalıplarla kıyafetler dikerlerdi illa ki, bayramda en şık biz olalım diye.
Evleri temizlerdik günler önceden, ben en çok cam silmeyi severdim, varendaları yıkamayı, toz almayı. Şimdilerde yetişmekte zorlandığımız bu işler o zaman ne kolay gelirdi, boyum kadar koltukları devirir, altlarını silerdim, perdeleri yıkar, ütüler ve asardı annem.
 Teyzemlerle birkaç gün önceden bir araya gelip mutlaka cevizli ev baklavası yaparlardı. Hacıannem başlarında, olmadı öyle, becermezsiniz durun ben yapayım diye tez canlılığıyla atardı kendini hamurun başına, her biri ayrı usta olan kızlarına emirler yağdırırdı usulca. Yetişmeyecek, hadi sarmanın başına der bizi de harekete geçirirdi, dizildik mi bahçeden yeni toplanıp haşlanmış asma yapraklarının başına, tencerelerce sarmalar sarardık coşkuyla.
Muhabbetin ilişkilerin temelinde olduğu ve değdiği her yeri güzelleştirdiği, yorgunlukları neşeye çevirdiği zamanlardı çocukluğumuzun bayramları.
Tepsi tepsi su böreklerinin karnıyarıkların yapıldığı, tavukların, pilavların piştiği anneannemin iki metrekarelik mutfağını hatırlayınca daha da şaşırıyorum şimdilerde. Kocaman evlere sığamadığımız şu zamanlarda iki oda bir sofa, bir terasta nasıl onca kişi sığışır, mutlulukla kaynaşırdık anlamak zor. Demek ki büyüklerin sevgi dolu gönülleriymiş bizi ağırlayan. Dört oda bir salon değilmiş aslolan.
Lise ikinin başında ani bir trafik kazasında yitince Hacıbabam, bir daha bayram yaşamadım diyordum bunca zaman. Oysa dedemin ardından anneannem onbeş yıl yaşamış ve bize nice bayramlarda açmıştı kapısını. Son gününe kadar eksik etmemişti harçlıklarımızı, dualarını.
Anneannemin mis kokan ellerinden öpmekmiş meğer bayram, hacıbabamdan sonra da bayramlar görmüşüz aslında. Ama hacıannem de gidince ötelere, bayram sadece tatlı anıların eski adı olarak kazındı zihnime. Arada adını taşıdığım babaannem ve yirmi sekiz gün ardından dedem de gidince bayram çadırının tek direği anneannem kalmış meğer, o da bırakınca bizi gurbette, yürüyüp gidince sevinçle Sevgili’ye, yıkılmış neşe çadırı üzerimize. Çocukluktan yetişkinliğe çabuk geçiş yapıyor insan kayıplar üst üste gelince.
Bu sene de ayrılanlar oldu aramızdan, Hacı Enişte, Nuriye Teyze ramazanda yürüdü Cemal’e, büyük dayı daha önce. Artık memleketten sürekli kayıp haberleri geliyor, eksiliyoruz günden güne. Tabi yeni doğanlar, emekleyenler, yürüyenler, konuşanların haberleri de geliyor arada, yaşamın hızını anlatırcasına.
Daha dün anneannemin çatısında oyun oynadığımız, harçlıklarımızla çat-pat, çikolata  alıp kavgalar ettiğimiz, sonra sarılıp barıştığımız, topladıklarımızı yarıştırdığımız kuzenlerim birer yetişkin olmuş, yüzlerinde kederli ifade, çocukları kucaklarında, her biri ayrı şehirde devam ediyorlar yaşamaya. Arada tatillerde kesişince yollarımız kısacık da olsa halleşiyoruz, eski bayramları yitirdiğimize değil, eskiyen yanlarımıza bakıp üzülüyoruz, ama yine de güler gibi yapıyoruz. Aslında biz yetişkinler ne de çok maske takıyoruz. Şöyle sarılıp birbirimize doya doya ağlayacakken, cebimizden başka bir maske çıkarıyor, ne olacak memleketin hali diyerek kaçıyoruz söze.   
Çocuklar da çağın hız aldatmacasından nasiplerini aldığından olsa gerek, bizim gibi heyecanlanmıyorlar bayram deyince. Sürekli alışveriş yaparak, kıyafete, pastaya, böreğe doyurduğumuz ve farkında olmadan kapitalizm çarkına kurban ettiğimiz çocuklarımız sevinmiyor şimdilerde bayramlıklara, ayakkabısını alıp koymuyor baş ucuna. Bir sürü ayakkabı kutusundan seçerken birini, dudaklarını devirip, öf ya hangisini giysem diye kederleniyorlar hatta.
Her bayram bir şeyler daha yitiyor gönüllerimizden, doldurmaya çalışıyoruz yerini yitiklerin, anlamıyoruz çoğu zaman, sonsuz ihtiyaçlar yalanına kanıp esiri oluyoruz maddenin. Artıkça bağlarımız, azalıyor iç yolculuklarımız.
Eksiliyoruz sürekli, heyecanlarımız bizi terk edeli nice zaman olmuşken koca koca evlere, geniş gardroplara sığamazken neden daralıyor dersiniz içimiz? Nedir kaybettiğimiz? Dar zamanlarda geniş gönüller sürememek mi derdimiz?
Oysa gurbetteyiz işte. Gidenler ve gelenler, hızla akan zaman bunu haykırıyor durmadan. Gideceksin diyor. Şimdi gurbette olduğun gibi dünya da bir gurbet yeri. Asıl yurduna dönünce bitecek özlem dedikleri. Yoksa burada kalabalık zaman ve mekanlarda olsak da içimizdeki gariplik duygusunu silemeyiz ki!
Tabi gurbette olduğumuz bu dünyada bir de fiziki gurbet evreni sarınca atmosferimizi daha da yaralayıcı oluyor sevdiklerimizin sesleri. Yalnızlığı daha derinden hissedince insan, bayram gelmiş neyime duygusuna giriyor, bıçak olup saplanıyor sessiz sedasız geçen nam-ı diğer neşe günleri.
Bir çok ses, görüntü, ve kelimenin üzerimize akmasına rağmen hala garipse yüreğimiz bu bayram, uzaksak sevdiklerimizin şefkatli kollarından, hayatta bir türlü kimse çalmamışsa gönül kapımızdan garipliği basamak yapıp doğrulmak gerekiyor dualarla.
İnsan düştüğü yerden kalkar derler ya, belki yaşadığımız fiziki gurbetler aczimizi hatırlatan bir şans, asli yurdumuza götürecek bir Burak gurbette olana.
“Mevla bizi affede, bayram o bayram ola” dediği gibi bilgenin, hüzünle bizi terk eden Ramazan’ın yüzü suyu hürmetine Rabb’im,  gönüllerimize genişlik, evlerimize huzur, ülkemize aydınlık günler sunsun dilerim.
Dar zamanlarda, geniş gönüller sürebilmek duasıyla, nice bayramlara.
HANDAN GÜLER

BARIŞ MANÇO'dan BUGÜN BAYRAM

3 Eylül 2010 Cuma

O şehre gittiğin gibi bana da git uçarak bana da in, bana da kon ve el salla geride bıraktığına



Adam
 

O şehre davrandığın gibi davran bana da
O şehre gittiğin gibi bana da git uçarak
bana da in, bana da kon ve el salla geride
bıraktığına: Elveda benim küçük adamım!
ufacıktan bir şehri nasıl adam ettinse,
Sevdinse adam gibi, beni de o şehir gibi
sev! Korkma sakın, adam etmez aşk beni,
geç benden, benim de köprülerim var,
aşkı seyret oradan, dalgın günüm geçiyor,
benim de gecelerim var, danset, eteklerin
fırdönsün, sen bana dön, bana eşlik et,
benim de sabahlarım var, uyanmaya ne saat,
ne telefon, ne kapı: bisikletin zilini
dizlerini kanatan bir deli kız çalsın yeter ki!
Benim de parklarım var, uzanıver salkımsaçak
üstüme, dalımdan tut, benim de yapraklarım var
güneşli gövdene müjde eli kulağında bahar,
benim de şiirlerim var, aşk konulu, senin
o şehri sevmene benziyor, seni sevmeye
benziyor adamakıllı serserin olana kadar

Bir şehri kıskanıyorum, benim böyle neyim var?


Haydar Ergülen

2 Eylül 2010 Perşembe

'Sana ihtiyacım var, gel! '' diyebilmekmiş güçlü olmak, Sana ''git'' dediğimde anladım..


Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda anladım.
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,
Kendi yolumu çizdiğimde anladım..
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak,dinleyerek değil..
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım..
Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış,
Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım..
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
Neden hiç ağlamadığını anladım..
Ağlayanı güldürebilmek, ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..
Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği, acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..
Fakat hak edermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım..
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..
''Sana ihtiyacım var, gel! '' diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana ''git'' dediğimde anladım..
Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmiş sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım..
Sana sevgim şımarık bir çocukmuş, her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..
Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş pişman
olmak, Gerçekten pişman olduğumda anladım..
Ve gurur, kaybedenlerin, acizlerin maskesiymiş,
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..
Ölürcesine isteyen, beklemez, sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,
Beni af etmeni ölürcesine istediğimde anladım..
Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş..
Can YÜCEL...

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin