Gözümü kamaştıran başka sebepler de söz konusu, dile getirmeye çalışacağım.
Ataç'ın, 1920'lerden 1950'lerin sonuna, bütün tiyatro yazılarını kapsayan bu eserin "Sunuş"unda İnci Enginün şöyle vurguluyor:
"Ataç, fikirleri, sağlam zevki ile müstesna yazarlardan biridir. Görüşlerine ister katılın, ister katılmayın, onların cazibesinden kurtulmak kolay değildir. Bana öyle geliyor ki bu yazıları sadece tiyatro edebiyatıyla ilgilenenler değil, tiyatroyu sevenler, tiyatromuzun nereden gelip nereye gittiğini öğrenmek isteyen herkes okumak isteyecektir."
Ben de, değerli İnci Hanım gibi, tiyatroyu sevenler arasındayım.
Geçmişte, 1976'da Kültür Bakanlığı, Reşat Nuri Güntekin'in Tiyatro İle İlgili Makaleleri'ni yayımlamıştı; Kemal Yavuz'un hazırladığı 640 sayfalık bir kitap. 'Öğretmen-öğrenci ilişkisi'nden biraz 'kurtulmuş', hocam Rauf Mutluay'la konuşuyorduk. Mutluay 640 sayfayı 'kâğıt ziyanı' sayıyor; çok daha 'derli toplu', günümüzü ilgilendirecek bir derlemenin yetip artacağını söylüyordu. Ne zamandı, İnci Enginün'e anlatmıştım; tiyatro tarihimizi günü gününe izlemek isteyenler için Reşat Nuri imzalı yazıların 'kazanç' olduğunu söylemişti. Ben de öyle düşünüyorum. Günü gününe, bire bir tanıklıklar elbette 'yaşarlık' getiriyor, dünü yaşamamıza imkân sağlıyor.
Reşat Nuri'de kuramsal yazılar çokçadır. Ama Ataç, dün gece ne seyretmişse, seyrettiğinin eleştirisini kaleme getirmiş. Birdenbire 1920'ler İstanbul'unda tiyatro geceleriyle donanıyorsunuz. Ve epey şaşırıyorsunuz: Kurtuluş Savaşı günlerinde İstanbul'da hayli renkli, canlı, halkın koşuşturduğu tiyatro dünyası!
Ataç'ın yazılarını, 1920'ler İstanbul'undan sahneler diye okudum; bu yazılar sonra başka zaman dilimlerine yol alsa da.
Darülbedayi'de sergilenen Kaynanam'ın eleştirisi 26 Nisan 1923 tarihini taşıyor. Cumhuriyet henüz ilân edilmemiş. 'Ramazan'mış. Şehzadebaşı cıvıl cıvılmış. "Şimdi" diyor Ataç, "Şehzadebaşı dürterek dürtülerek beş dakikalık yolu yarım saatte katedebilen insan kitleleri ile çalkalanıyor." Oraya "koşanlar" sadece çevre sakinleri değil; "Beyoğlu'ndan, Boğaziçi'nden, Kadıköyü'nden ramazan gecelerini Bayezit meydanı ile Saraçhanebaşı arasında görmek için koşanlar var. Bu adamlar orada ne zevk buluyorlar anlayamadım."
Ama Ataç da her gece oralardaymış. 'Davul' eve dönmek zamanını haber verdiğinde üzülüyormuş. Bence, bir roman sahnesine yol alıyoruz. Anadolu'da yaşananlara kayıtsız İstanbullu'lar eğlencenin tadını çıkarıyorlar. Birden, eskilerin "İstiklâl Harbi esnasında iki İstanbul vardı" sözünü açık seçik kavrıyorsunuz.
"Ramazanda halkın nazar-ı dikkatini celp için Şehzadebaşı'nın yaktığı renkli fenerlerin en büyükleri tiyatrolardır. Bir tarafta at cambazı, sinemalar ve Naşit Bey Tiyatrosu, diğer tarafta operet; noksanlarına, ihmal ve kabahatlerine rağmen en iyi tiyatromuz olan Darülbedayi."
Hemen 20 Teşrin-i sânî 1921 gecesine döneyim. Halid Fahri Bey'in Baykuş'unu seyreden Ataç eseri beğenmemiş. Horgörüsünü esirgemiyor: "Düşünün: Baykuş, verem, öksürük, kar, mezarlık, karanlık, sayıklama, kurtlar, iskelet, düşüp kırılan bir kandil, tecennün ve bittabi hepsinin ortasında dolaşan Azrail!.." Ataç -o günkü ismiyle Nurullah Ata Bey- yazarın 'unuttuklarını' hatırlatıyor: "Kanlı mendil, zehir..." Bir de "bıçak kavgası".
Ama!, "Tiyatroyu hınca hınç dolduran halk, ellerini ağrıtıncaya kadar" alkışlamış.
Arasam bulurum dağınık kitaplığımda; Baykuş'un yeni harflerle basımını, 1960'larda Sahaflar'da bulmuş, okumuştum. Etkilenmiştim. Sonraları, Ataç'ın saydıklarından, o kar gecesinden, mezarlıktan, uçsuz bucaksız karanlıktan, iskelet şu bu, hepsinden fantastik bir yapım gerçekleştirilemez mi diye düşünmüştüm. Tiyatroda yönetmenlik hayallerim vardı...
Ataç, Baykuş gibi, birbirinden kötü piyeslerin hep alkışlandığını, seyircinin muharriri ille sahneye çağırdığını ikide birde vurguluyor.
1920'lerde Ermeni sanatkârlarla Türk oyuncular sahnede birlikteler. Tiyatro tarihlerimizin Ermeni sanatkârlarımıza yönelik telâffuz iddiaları, Ataç'ın Tiyatro Yazıları'nda yeni bir boyut ediniyor: Dil konusundaki duyarlığını kimsenin yadsıyamayacağı Ataç, başta Eliza Binemeciyan, Ermeni oyuncuların "pürüzsüz" söyleyişlerini sık sık tekrarlanmış. Pürüzlü bir dolu oyunu, aktörlerin pürüzsüz söyleyişleri bir ölçek kurtarıyormuş... Peki ama, telâffuz sorunu hangi tarihten sonra çözümlendi?
Tiyatroyu ve Türkiye'yi bırakıp Paris'e yerleştiği -sonrası bilinmiyor- belirtilen Eliza Binemeciyan, bazı anılarda, ilk Müslüman Türk kadın oyuncu Afife'nin başarısını çekemez. İddiaya göre, muhafazakâr çevreleri Eliza kışkırtmıştır. Nezihe Araz'la birlikte yazdığımız Afife Jâle senaryosunda biz de bu iddiadan iz sürmüştük. Ayrıca, Afife'nin Cumhuriyet döneminde unutulmuşluğu üzerinde durmuştuk.
Ataç'ın Tiyatro Yazıları Afife'nin trajik yaşamı için çok önemli bir tanıklığı içeriyor. 11 Mart 1925 tarihli yazı, tiyatromuza emek verenlerden aktör Şadi'yle Ataç'ın "mülakat"ı. Şadi, söz "Türk kadın sanatkârlar"a "intikal" edince, şunları söylüyor:
"Biri, çok iyidir. (İsim zikrolunmasını arzu etmiyor.) Fakat morfine dadanmış, bir iki mektup aldım, artık kullanmayacağına yemin ediyor. İnanmıyorum ki... Yalnız gelse zarar yok, dayak atar huyundan vazgeçiririm. Fakat annesini de beraber getiriyor. O da kızının dövülmesine muarız. Morfini aldıkça (çevrimyazıda "kaldıkça"; herhalde 'aldıkça' olacak) imkân yok, bir akşam sahnede uyuyakaldı. Rezil oluyorduk. Çimdik tekme ile söz söyletebildim..."
Afife'nin morfin bağımlılığı hatırlanacak olursa, adı verilmemiş aktris onunla özdeşleşiyor. Şadi'nin belirttiği gibi, Afife, kısacık tiyatro hayatında hep annesiyle birlikte. (Dayak atarak "huyundan" vazgeçirmeyi yorumlamak bile istemiyorum...)
1920'ler İstanbul'unda seyredilmiş oyunlar hemen hep uyarlama, vodviller, kaba güldürüler, ağlak melodramlar, Ataç'ın deyişiyle "netice üç ila beş perde lâf!" Başta Darülbedayi, tiyatro yöneticilerinin iddiası, halk asıl bu eserlere rağbet ediyormuş. Ataç, yeni bir tiyatromuzun olamayacağından endişe duyuyor; bu böyle, yarın da sürüp gidecek demeye getiriyor.
Arada, yerli oyun yazmak gayretindeki yazarlar da ağızlarının payını almışlar. Başta Reşat Nuri. Onun, Taş Parçası, Hançer, Eski Rüya, Gönül oyunları yerden yere çalınmış. Gönül eleştirisinden sonra Ertuğrul Muhsin bir cevap yazmış; Ataç da Ertuğrul Muhsin'i yanıtlıyor, 2 Mayıs 1923'te. Tarihi özellikle veriyorum; handiyse doksan yıl önce, basının tiyatro sanatına verdiği değeri, önemi vurgulamak için. Ataç'ın düzeyli ironisi bugün de etkiliyor.
Bir de "Bedia Hanım"a değineceğim: Bedia Hanım'la (Muvahhit) Ataç'ın yıldızı hiç barışmamış. Oysa ki, 1920'ler, Bedia Hanım'ın en parlak yılları: İzmir'de, Gâzi'nin huzurunda sahneye çıkmış, bir bakıma Cumhuriyet'in ilk kadın oyuncusu sayılmış, git git Darülbedayi'de tek 'yıldız' olacak. Ama Ataç, Bedia Hanım'ı adamakıllı yapmacık buluyor! Onun yıldızı Şaziye Hanım (Moral).
Şaziye Moral'ı sahnede seyretme ve tanıma mutluluğuna erişmiştim: Çok usta bir aktris ve saygın bir hanımefendiydi. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder