1 Temmuz 2010 Perşembe

SÜRGÜNDE YÜREĞİM…AHMET KAYA'dan sürgün acısı eşliğinde...


Bu yazı bugün EDEBİSTAN.COM'da yayınlanmıştır.


SÜRGÜNDE YÜREĞİM…
                                      “Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
                                       Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği”  
                                                                                               SEZAİ KARAKOÇ
Bir sürgündü yaşadığım, ana kucağından kopuşla başlayan, ucu bucağı, sonu olmayan…
O zamanlar, gerek fizik gerek zihnen varoluş sebebim babamın hasretiyle böylesine kavrulacağımı, gurbet duygusunun giderek derinleşeceğini bilmiyordum daha. Şairin
“Daha şıvan düşmemişti böğrüme, daha deli deli esmemişti rüzgar
Sanırdım bütün ırmaklardan aşacaktım, halayda delikanlı başı olacaktım” dediği gibi iki kere ikinin dört ettiğini sandığım zamanlardı…
Yıllar içinde, uzağından kucağına döndüğüm vakitlerde bile onunla aramıza giren, kalbime dokunmasını engelleyen bu sürgün hali oldu hep. Aslında, beni bu sürgüne ilikleyen kodları da o girmişti belleğime. Zamanla beni benden alan, beni benden çalan, sadece silüetten ibaret kılan bir sürgüne dönüştüğünde kodları okuyuş farkımız, derin bir uçurumdan düşmüştük birlikte. Birbirimizi az çok görebilecek bir mesafede, karşılıklı adım atamayacak kadar yaralı ve beni kahreden, yakan, yıkan bir dokunamama haliyle karşı karşıyaydık.  Zamanın karakediliğine yenik düşen duygularımız bizi kelimelerden de mahrum edince içine düştüğüm kimsesizlik kuyusunda epeyce kaldım. Sanki sürgün içinde sürgün, acı içinde acı yazılmıştı kader çizgime, sürekli tekrarlayan bir döngüsellik içinde…
Bir vakit sonra kendimi öyle bir sarmalın içinde buldum ki bu sürgünde, kimsenin göremediği çelikten bir örüntü çevrelemişti yüreğimi, esir almıştı zihnimi. Hayat hızına yetişemediğimiz yanılsamasıyla akıtılırken ben olduğum yerde kıpırdamadan duruyor, sanki demir parmaklıkların ardından izliyordum olup bitenleri. Kendimi dinliyordum bazen, sürgünün ruhumun çehresinde bıraktığı kalıcı izlerden mütevellit ağrılarımın rutinleşmesini .
Hiçbir zaman kurtulamayacağım o yalnızlık duygusu ile bitişen yüreğim sılaya dönme arzusunu da yitirdi bu çıkmazda.
Sonra bir gün bir başka günü kovalayıp erişmişken şimdiki zamana farkettim ki, dönebileceğim bir yerim yok artık benim. Nereye sürülse bedenim kalabalıklarda, gurbet koluna girmiş yüreğimin, “garip”liğime sırıtmakta. Gördüklerim, sevdiklerim, bildiklerim, biliştiklerim hepsi kurmaca. Dokunduklarım birer gölge, dokunamadıklarımsa sadece gölgede yitmemiş hayal kırıntıları.
Bıraktıklarıma, koparıldıklarıma, ayrıldıklarıma şimdilerden bakınca, oraya buraya savrulmuş, ruhumdan çalınmış parçaları görüyorum aslında. Ne yapsam bir daha geri gelmeyecek aidiyetlerim resimlerde kalmış birer hatıra. Her seçiş bir kaybedişmiş ya, tercihlerim mi, vazgeçtiklerim mi daha değerli anlayamadım hala.
Yavrum diye açılan o emniyetli kucağa başı yerde bir yaslanış bekliyor artık beni sılada,  “Olmadı işte, olmadı!!!” diye bağıran yüreğime inat sessiz kalış, içimde derinleşen boşluğu artırıyor ama olmuyor işte, olmuyor hiçbir şey istediğin(m) gibi baba!
Her gün yeni bir mucize ile uyanıyor dünya, her şey her an yeniden yaratılıp tazeleniyor ama  insan içten içe kemiren bir pişmanlıkla iki büklüm olduğu yerden etrafına bakınca, güneşin doğuşuna bile bana ne diyecek bir lakaydlığa  hapsoluyor, ülfet perdesi kalınlaşıp ışık sızdırmaz bir hal alıyor zamanla. Ve apaçık hakikat gizleniyor; yaprağı yaprak, damlayı damla, güneşi güneş sanan aklın odalarında.  
Kıs(tır)ıldığın köşeden kurtulmak için “Ben”in kalmadığı bir noktada bir başkasının benliğine yerleşmeye çalışıyorsun. Yaradılışına ters bir benlik kurmaya uğraşıyor, her seferinde çatmaya çalıştığın yapının çökmesiyle enkaz altında kalıyorsun sonra.
Bir el, bir söz, bir gülüş tutup çıkarıyor bazen seni ordan umuda, bazense organ mafyasının acımasız örgüt mensupları gibi gelip deşiyorlar parçalarını acımasızca. Kestiklerini hissediyor, seslerini duyuyorsun ama tek kelime çıkmıyor dilinden, ben ölmedim, yapmayın, yaşıyorum ben diyemiyorsun.
İçinden bir ses susturuyor seni, bırak yapsınlar kabul et artık ölüsün sen, belki bir yerlerde bir parçan işe yarar, birine göz olursun, birine huzur, kanın bulaşır belki geleceğe uzanan köprünün bir tuğlasına, sesini çıkarma gassalın elindeki meyyit gibi ol yaşatmak adına...Rabb, nimetlerle terbiye eden ya, kıymetini bilmediğin her nimet gibi yaşama hakkın da alındı unutma. Bir kalbin, tek o var hala. Belirsiz bir zaman daha seninle beraber kalacak sarayının konuklarına dikkat et ki, tek sığınağın da kayıp gitmesin elinden. Sağlam at adımını, tutun o ipe, sakın bırakma! Eline  geçecek fırsatlar, ipten elini bırakırsan yakalayacaklarına hani, dur demeyi bil, aldanma, aldatma.
Kırılacak şişeleri elde etmek için, zamanı geldiğinde elmasa dönüşecek kömür karası yüreğini inceden inceye her yeri saran rengarenk cam işçiliği örneklerine tutulup cam ocağında ateşin kollarına bırakma.
Dinle bak, ne kadar da sessiz dünya…Hiçbir gürültü yok aslında. Kuş sesindeki cıvıldamalar çocukların şen kahkahaları da olmasa yaprak kımıldamıyor huzuru kaçmasın diye insanın sanki bu gün doğada.
Bembeyaz martının kanadında süzül özgürlüğe, oradan dalga boyuna gir sukunetin yanılsamalar denizinin terkiyle.
Şiirin sıcak kollarına bırak kendini, izin ver sarmalasın seni, tıpkı eski günlerdeki gibi. Şairin gönderilen ilhamı, hatırlatsın indirilen aziz kelimeleri.
En güçlüsü bile mısraların, cılız nehirler gibi olsa da okyanusun yanında, ona kavuşmak için baş koymuşlar o yola, secdeye kapanırcasına: “O gün her kim azaptan uzak tutulursa, muhakkak ki Allah ona merhamet etmiştir. İşte en büyük mutluluk, en açık başarı budur. Eğer Allah sana bir sıkıntı verirse O’ndan başkası onu gideremez. Sana bir hayır ya da nimet verirse…Zaten O herşeye olduğu gibi buna da elbette Kadir’dir. O kulların üstünde hükmünü yürüten mutlak hükümrandır, her işi tam hikmetle yapar ve her şeyden haberdardır”(En’am, 16-17-18)
Evet baba! Ben, sendeki ben değilim artık ama O herşeyden haberdar: çabalarından, dualarından, çatmaya çalıştığın benliklerimizden, bitmek bilmeyen kışlardan, hergün başka surette hayatımıza süzülen gulyabanilerden, sahte kimliklerle gönül kapımıza dayanan şeytanlardan, bazen onlara yenilişimden, daha çok direniş çabamdan, çoğu zaman halsiz bırakan yaralardan, nefesimi kesen heyecanlardan, evin içinde deli divane dönüp durduğum gecelerden, gözyaşıma yüklediğim hasretten, sensizliğimden, kimsesizliğimden haberdar.
Ben de O’nun her işi hikmetle yaptığından, sabrından, mühlet verişinden, kimsesizlerin kimsesi oluşundan, yüreğimizi delip geçen anne şefkatinin, başımızı döndüren, benliğimizi unutturan aşk duygusunun sadece Rahmet’inin yüz damlasından bir damla bile olmadığından haberdarım.
Bana seni ve annemi verişinden, kardeşlerimle zenginleştirmesinden, hayat yolunda beraber yürüyecek yoldaşlara eriştirmesinden, aşka düşürmesinden, düştüğüm yerden yükselen yolumu, yitirilmiş cennet yönünü gösteren levhalarla kuşatmasından, sürgünümde yitirdiğim benimi bulmam için karanlık patikayı ışıklandırmasından biliyorum ki seviyor beni. Senin de sevdiğin gibi, sürse de sürgünlüklerimin süreği, olanda da, olacak da da mutlaka bir sır gizli. Onu öğrenmek için biçilen rolü oynayacağız ki sabırla, aşkı göstersin kalp ibresi. Sürgünde yüreğim…Bana dua etmeni dilesem bulunduğun uzaklardan hissedersin değil mi?
HANDAN GÜLER        
   
SÜRGÜN ACISI...Ve tabi muhteşem yorumuyla AHMET KAYA:))  

4 yorum:

cografyacı dedi ki...

Handan abla okuduğum son yazılarınla sanki yeni bir yazar doğdu gözümde abartsız..

Unknown dedi ki...

sağol mehmet umarım dediğin gibi ilerleme kaydediyorumdur:))

mete ay dedi ki...

evet harika bir yazı olmuş handan hanım. aslında hepimiz bu gurbet gezegeninde sürgündeyiz diye düşünüyorum...

handan dedi ki...

sağolun mete daha sık uğramanız dileğiyle

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin