2 Mayıs 2010 Pazar

HAYAT AKIYOR İÇİME, RÜYADAN DÜŞÜYORUM RÜYA İÇİNE...

(HANDAN GÜLER'DEN...EDEBİSTAN.COM-http://www.edebistan.com/index.php/handanguler/hayat-ve-ruya/2010/05/ ADRESİNDE MAYIS 2010 TARİHLİ SAYIDA YAYINLANMIŞTIR)


Gülümsedi gözleri, “Hayat bir rüya.”, dedi. “Rüyanın içindeyiz şimdi.” Beraber ilerliyoruz görüntülerde.
İçimden geçen nehirler coşkun, umudum taze, rüyanın gizinde.
Yolun başındayım henüz, uzun aydınlık bir yol var önümde ve bambaşka bir eve götürüyor beni bugünkü “yazgı”m rüyamın içinde.
Kapılar var evde, herbiri başka bir hayata açılan. Her pencereden başka bir hülya esiyor gönlüme, gülümsüyorum o neşve ile.
Her kapıdan ayrı bir rüya akıyor zamanın içine.
Her odada başrol başka, figüranlar kesişiyor ama. Çünkü o odadaki ana karakterken rüyasında, başını uzattı mı dünyaya, diğerinin senaryosunda figüran oluyor aynı zamanda.
Torununu ayağında sallayan anneanne sesleniyor diğer odaya, “Sütü getir!”, diyor, “Isıtıp koydum biberona.”
Öbür odanın sert kadını geldiğinde annesinin yanına gülümsüyor ona, sarılıyor oğluna, yumuşacık hissediyor tenini, içine çekiyor cenneten gelen mis kokunun lezzetini, siliniyor az önce trafikte gerilmiş yüzünün çizgileri.
Kendi odasına çağırınca gereklilik dedikleri, bir digital belleğin içinde, kalbini annesinin kucağında bırakıp çantasından çıkardığı küçük dertlerini koyuyor masanın üstüne.
Kendi belleğinde ne kadar boş yer kaldı acaba diye düşünecekken açılıyor masa üstü, düşüyor önüne işten getirdiği sahtelikler, rüyanın sarhoş edici güzelliklerini silercesine. Sanki şimdi yapacakları, yazacakları gerçekmiş gibi başlıyor eritmeye bir bir, çayının şekeriyle birlikte.
Bir oyunun içinde olduğunun bilgisi belleğinde ama idrak; zihin-kalp ortak yapımı bir zeminse emek, vakit bir de lütüf birleşince yansıyorsa perdeye, dişliler arasında ezilirken bile verim düşmemeli diyen sistem çıkıyor her fırsatta insanın önüne. Zamanın öğüttüğü değirmenden idrak noktasına varmak ancak lütüfkar bir aşk ile…ama o da, nasip ölçüsünde.
Odalar çok kapılı ve biri daima açık girmek isteyene, yolu fark edene. Ama o odadan tekrar çıkmak için kendi yalanına, başka bir kapı bulmalı insan. İstesen de aynı yerden aynı kişi olarak çıkamazsın başkasıyla kesiştiğin kümeden çemberin dışına. Ya artmış olursun acılarla ya da eksilirsin yanlış adımlarla yürüdüğün odada, düşersin rüyadan rüyaya. Nasıl da yakalayamazsın hani kendini, dokunamazsın birine, tutsun istersin ellerini ki, düşme boşluğun derinliğine. Ama tutmaz kimse, rüyanın içine gelip, vermez elini eline.
Diğer odadan sesi gelir annenin, “Na’pıyorsun hala sen, topla kendini!” diyen. Aynana bakarsın, yazıya yani, sonra kitaba, göremezsin suretini parlayan kelimeler arasında. Bir başka ayna ararsın sonra, dost adında.
Herşey vardır o küçücük dünyanda ama hep bir özlem sarar insanı etrafına baktıkça. Ait olduğu yeri arar insan yaşarken daima. Ama ruhunun yapbozunda hep eksiktir o parça bu rüyada kaldıkça.
Yalnızlık çınlarken kulaklarında, tanıdık bir ses gelir üst kattaki pencereden çağırır seni rüyasına, ayna olsun diye sana, gidersin kapısına.
Yalnızlığını yalnızlığınla takas eder, çaya banarsın sohbet koyulaştıkça. Neden sonra konuştukça büyüyen tortuyu farkedersin; eriyen yalnızlığın önce çöker bardağın dibine bir yanılsamayla. Fakat birden taşar içinden gönlünün, muhabbet sürerken daha. Derinleşen yalnızlığın sırtına pişmanlığı da yükler dönersin başrolde olduğun oyuna.
Ama yine de koşar insan, tutar her daim dostluğun zeytin dalından, bazen eline sadece yeşili bulaşır zeytinin, kokusu siner içine kimi zaman. Zeytin ise sadece bir görüntüdür, zihnin mağara duvarında oynayan.
Oysa doyurmaz insanı bu aleme yansıyan görüntüler, asıllarını tatmadıkça. Ama farkedemez bunu, rüyanın yirmidört kareye sığdırılmış hareketinden gözünü ayıramayan, saatinin yirmidördünü de çarçur edip harcayan.
Gevşemişken bir başkasının rüyasında, başını koymuşken dizlerine, dalmışken görüntüler aleminin en yalanı dizilerin içindeki rüyanın riyakar repliklerine, diğer odadan bir ses girer içeri akşam indiğinde ve söyler ezberini “Bu gün yemekte ne var?” diye. Ne fark eder oysa, yediğin ruhunun açlığına perde oluyorsa. Her lokmada derinleşiyorsa rüyan, arttırıyorsa gerçekliğin acı illüzyonunu kaşığa dolan.
Öyleyse ne anlamsız sorudur bu, Kimdir bunca yanlış soruyu sorduran, bir sahteliğin içinden, bir başka sahteliğe kapı aralayan?
Sorular üşüştükçe beynime yol almaya devam ediyorum dairesel bir labirentte. Bambaşka bir evde, geziyorum odaları, rüyamın içinde.
Dönerken kendi eksenimde, güneşe bakarken buluyorum yüzümü, ısınıyor içim gülümsemesinde, anlatıyor sürekli bu kurgunun döngüselliğini, rüyanın gizlerini kelimelerin içine gizlediklerinde. Çıkıyoruz odaların kargaşasından sonra ve bir trende beraber devam ediyoruz yolculuğa.
Ama, diyorum tren yolu düz bir hat, çapı mı bu rüyanın. Hayır, diyor, uzun ya da kısa yolculuklar yapsak da geleceğimiz yer bu nokta.
Bir dışarıya bakıyorum bir içeriye, iki yanımdan akıyor coşkun nehir, bir bilge edasıyla konuşuyor sağımda, solumdan akan görüntülere seslendirme yaparcasına.
Bazen bozkıra dönünce resimler yolculuk içinde, kulağımı verdiğim bilgeye dönüyorum yüzümü, ruhumun istifadesi artsın diye, dalıyorum sesinde, içinde bir daha yıkanılamayan o söz nehrine.
Kutsal kelimelerin arındırmasıyla çoğalırken içim birden duruyor tren, geldik diyor, iniyoruz beraber.
Bir de bakıyorum ki, yine o ev, içiçe odalarla biribirine geçen rüyalar aleminin mekanı. Gülümsüyor ve ekliyor, ”Bak işte yine aynı yere geldik, dümdüz giden tren raylarının üzerinden rüyalar dairesine.”
Karşıya geçmek için önce sağa, sonra sola, sonra ona bakıp adım atıyorum caddeye. Yolun yarısındayken birdenbire, “Ben sizi çok seviyorum sayın bilge” diyorum yüzüne. Yine gülümsüyor, “Ben de seni, ben de seni çok seviyorum” diyor. Sıcacık bir duyguyla açıyorum gözlerimi rüyadan asıl rüyanın içine. Sevdiğimiz, rüyaya düşmüş gölgelerin ötesinde hep “O” aslında diyorum kendi kendime.
Odadan çıkıyorum sonra, çay demliyorum, kayboluyorum suyun hal değiştirirken yaptığı buhar dansında.
Diğer odaya ulaşan davetkar kokular rüyalarının başrolündekileri çağırıyor figüran olsunlar diye rüyama.
Dişlerimizin arasında ezdiklerimizle bir perde daha çekiyoruz gözlerimize, hava güzel nereye gitmeli diye düşünürken yine düşüyoruz gerçek sandığımız rüyanın içine.
Her öğrendiği bilgiyle geldiği yerin gerçekliğinden, sürekli yeni sorgulamalarla yaşam rüyasının içine düşme telaşındaki oğlum soruyor elinde satranç tablası, sence ne yapmalıyım bu tabloda, diye. Bilmiyorum diyorum, strateji geliştirecek kadar bilmiyorum hiçbir şeyi.
Hem bilsem ne farkeder, rüyanın senaristi biz değiliz ki. Öyle bir oyun ki içine düşürüldüğümüz alem ne kazananı belli ne kaybedeni. Bir şey anlamadan bakıyor gözleri, “of, anne ya!” deyip gidiyor içeri.
Herşey bağlıyken görünmez zincirlerle, içiçe geçmişken rüyalar, odalar, hayatlar, karışmışken replikler birbirine, aydınlık yollar, o yola açılan kilitli kapılar açılacaktır zamanı geldiğinde.
Anahtar hep O’nda. O’ndan dilemeli bu yolculukta, ihtiyacımız ne varsa.
O’ndan bahsetmeli sözler daima, rüyayı hakikat kılmalı insan, bu tavrıyla, bilgeler bunu yapıyor sahte dünyamıza sundukları tek gerçeklik olan muhabbet oklarıyla.

HANDAN GÜLER

4 yorum:

cem dedi ki...

tebrikler..

Unknown dedi ki...

teşekkürler gereksiz adam:))

Dilsuhan dedi ki...

güzelmiş...

Unknown dedi ki...

teşekkür edr,m dilsuhan

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin