KAVAK AĞACI
Limon ağacının narin çiçeklerinin yaydığı
ferahlatıcı kokunun eşliğinde çocukluğunun geçtiği bahçeye girdi. Etraf sessiz,
hava güneşe rağmen serindi. Yaz yağmurunun yıkadığı çiçekler renkli gözleriyle
bakıyorlardı ona. Mor menekşeleri, beyaz ve pembe açmış bahar dalını, yasemini,
beyaz, kırmızı, sarı gülleri, aslanağzını ve akşam sefalarını çok severdi. Bahçenin
bu kadar renkli ve güzel olması için uğraş veren kişi genelde babannesiydi. Ara
ara o da arka taraftaki çeşmeye hortumu takıp çiçekleri sular, ona yardım
ederdi. Babaanesi bahçeyle ilgilenirken bütün sıkıntılarını unutur, her çiçeğe
ayrı ilgi gösterirdi. Onların solan yapraklarını koparırken üzülür, derdini
sorar, bir eliyle de ayrılık acısını yaşayan diğer yapraklarını okşardı. Asmanın
gölgelediği çardaktaki divana oturup, toprakla uğraşan, çiçekleriyle ilgilenen
babaannesini izlemeyi severdi. İşte yıllar sonra içinin dalgalandığı bir
zamanda babaannesinin huzurunun sebebi diye düşündüğü o güzel bahçeye tekrar
gelmişti.
Ağaçlar da vardı bahçede, onları ise
gençliğinde dedesi dikmişti. Farklı bir sürü ağacın yaprağı rüzgarın ritmiyle
dokunurdu birbirine sakince. Nar, limona, bahçenin bir köşesinden tatlı tatlı
gülümserken, İtalyan eriği ona yakın olmanın avantajını kullanır, yapraklarıyla
dans ederdi hiç çekinmeden. Akasya ağacı ise, girişte
gelenleri karşılarken, misafirlerin üzerine çiçeklerini döker bahçenin en
görkemli ağacı olmanın keyfini sürerdi.
Sonra bir gün dedesi arazinin
kenarından geçen ve debisi sürekli değişen cılız ırmağın hemen kıyısına sıra
sıra ağaçlar dikti. İşte bu yeni dikilen kavak ağaçları kendi boyuna
gelene kadar istediği gibi süzüldü akasya ama sonra yazgısına boyun eğdi ve
gelenleri çiçekleriyle karşılama görevine devam etti.
Kavak ağaçlarını hep sevmişti.
Doğruluğu anımsatan dik duruşları etkileyiciydi. Arada eğseler de
başlarını, artsa da rüzgarlı havalarda hışırtılı çığlıkları yine de doğrulmayı
bilir, önlerinden geçen ırmakta yıkanır ve tazelenmiş bir şeklide göğe bakarlardı.
Onları her seyredişinde bu sessiz ve sabırlı bekleyişe hayran kalırdı.
Killi toprağı severdi kavaklar. Bu
topraktan verim almak zor olduğundan önce epey uğraştırırdı insanı. Ama onun
dilini anlayana kapılarını nazsız niyazsız açardı. Sevgiyle geleni geri
çevirmezdi. Vefalıydı killi toprak, suyunu alt tabakalara hemen salıvermez, sır
gibi saklardı bağrında. Ve o yılın sonunda mutlaka ona gönül
bağlayanlara faydasını sunardı.
Birden bire O’nu neden sevdiğini
fark etti, doğruluğunu, samimiyetini kavak ağacına benzetmişti. O’nun
serinliğinde zihnini dinlendirmişti.
Gün akşama evrilirken ferahlatan yaz
yağmuru yeniden başlamış, toprak kokusuna yeni biçilmiş çimlerin kokusu da
karışmıştı. Bir süre yağmurun altında yürüyüp bahçenin köşesindeki eve yöneldi.
Kıyafetleri ıslansa da umurunda değildi. Ama ya O’nun hediyesi flardan tasarlanan
gerdanlık ıslanır da renkleri birbirine karışırsa diye
endişelenince kendini hemen eve attı. Ancak yağmurun kışkırttığı
topraktan yayılan kokuyu duyabilmek için kapıyı açık bıraktı. Elini, boynunu
saran ve bahçedeki çiçekler kadar renkli bu özel tasarımlı kolyede gezdirirken sanki
takanın boynundan hiç çıkarmadan kıyafetlerinde dolaşması istenmiş
diye düşündü. Aşk gibi, dedi içinden, tüm
bağları koparıp kendi bağlarını yeniden kuran aşk gibi. İşte kalbine en
yakın yeri sarıp sarmalamıştı O’nun hediyesinin aşkla hayat bulan hali.
İçeri girince oturma odasının
köşesine yerleştirilen tahta masanın yanına gitti. Çiçekli masa örtüsünün
üzerine serilen naylon tozlanmıştı. Eskiden her yer pırıl pırıl olurdu bu evde
diye düşündü. Artık buraya sadece hafta sonları gelinir olmuştu. Genelde de bahçenin
bakımı yapıldıktan sonra şehir merkezindeki eve dönülüyordu. Çantasından
çıkardığı bir ıslak mendille masanın tozunu alıp dizüstü bilgisayarını koydu.
Ekran açılınca müzik klasörünü tıkladı. Kalbine çarpan ilk parçayı işaretledi
ve çalan müziğin eşliğinde gözlerini kapatıp divana uzandı. Rosey’den Love’du
çalan, yüreği kanatlandıran.
“ Love,
if you ever find me I wonder
Aşk, eğer beni bir gün bulursan merak
ediyorum
Will
you try me
Beni deneyecek misin
Im
so different than before
Ben öncekinden çok farklıyım”
Birkaç kez dinledikten sonra şarkıyı
mırıldanarak yerinden doğruldu ve duvar içine gizlenmiş dolaba doğru yürüdü.
Dolabın kapağı açılırken çıkardığı ses menteşelerin epeydir yağlanmadığını
haber veriyordu. Duvara çakılmış raflara bakarken arkada bir yerde en sevdiği
oyuncağı gözüne ilişti. Turuncu renkli bu hacıyatmazı heyecanla eline aldı.
İçindeki mıknatısı yerinden oynadığından ilk günkü gibi ayakta duramıyordu
hacıyatmaz. Oysa kırılmadan önce ne yana yatırılsa ya da hangi baskıya maruz
kalsa doğrulmayı bilirdi.
Dedesi bu oyuncağı Hac dönüşü hediye etmişti. Annesi her zamanki
otoriter tavrıyla bu senin için değil, daha küçük çocuklar için, onu kardeşine
vermelisin, demişti. Oyuncağını vermek istemediğinden sıkıca tutmuş, devrilmiş dudakları
ve ağlamaklı gözleriyle dedesine bakmıştı. Dedesi ona hiç kıyamazdı, ben zaten
bütün torunlarıma birer tane aldım, diyerek çantasından bir hacıyatmaz daha
çıkartmış, o sırada uyuyan kardeşine vermesi için annesine uzatmıştı.
O gün akşama kadar yeni oyuncağıyla
oynamıştı. İlk dikkatini çeken portakalı andıran şekli ve rengi olsa da
oyuncağın bir türlü yatırılamıyor oluşundan çok etkilenmişti. Zamanla kimseyle
paylaşmadığı bir oyuncak olmuştu Hacıyatmaz.
Ama bir gün mahalleden arkadaşı Ahmet’le
arasında bir tartışma çıkmıştı. Daha o yaşlarda bile haksızlığa hiç dayanamaz
ve savunduğu fikirlerden dolayı geri adım atmazdı. O gün de böyle bir tavır
sergileyince çok sinirlenen Ahmet, onun canını yakmak için en sevdiği oyuncağını
elinden alıp yere fırlatmıştı. Bunun
üzerine iri yeşil gözlerinden boşalan yaşlarla, hızla yuvarlanan hacıyatmazın
peşinden koşmuş, Ahmet’e olan öfkesini gizleme gereği duymadan bağırarak ağlamıştı.
Oyuncağı, epey yuvarlandıktan sonra yakalamış, her yerine güzelce bakıp
herhangi bir kırık olmadığını görünce de sevinmişti. Fakat bir zaman sonra
hacıyatmazın içinden gelen sesleri duyup yattığı yerden doğrulmakta zorlandığını
görünce bir şeylerin değiştiğini anlamıştı. Bunun üzerine tekrar ağlamaya
başlamış, hıçkırık sesini duyan babası hemen yanına gelmişti. Telaşlı gözlerle bakıp
ne olduğunu soran babasına burnunu çeke çeke oyuncağının kırıldığını anlatmıştı.
Üzülme demişti babası, yenisini alırız, hayır demişti ısrarla, ben bunu
istiyorum, hem nerden alırız, ne olur babacığım tamir et, diye yalvarmıştı.
Babası oyuncağın içini açmış, yerinden oynayan mıknatısı göstermiş ve Japon
yapıştırıcısı ile sabitleyip kuruması gerektiğini söyleyerek duvardaki dolaba
kaldırmıştı.
Ertesi gün okuldan gelince, daha önlüğünü çıkarmadan dolaba yönelmiş
ancak kapağı açtığında turuncu oyuncağını göremeyerek annesine seslenmişti.
Annesi her zamanki gibi mutfakta misafirlere ikram edilmek üzere tabakları
hazırlamakta olduğundan onu duymamıştı. Yanına gidip bir kez daha sorduğunda
ise ne bileyim senin oyuncağını, şimdi babaannenin misafirleri için hazırlık
yapıyorum, sen de önce elini yüzünü yıka, üstünü değiştir ve arka bahçede
oturan Kamuran Teyzenlere bir hoş geldin de, demişti. Peki anne, diyerek
denilenleri yapmıştı. Kamuran Teyze haylaz torununu da getirmişti yanında. Arkadaşları
arasında o çocuğu hem çok sever hem de çok kavga ederdi. O gün gülümseyen
gözlerle büyüklerin ellerini öptükten sonra divanın örtüsünün kenarından,yerdeki
turuncu oyuncağını farketmiş, hemen eğilmiş ama en sevdiği oyuncağının içinin
bir kez daha kırılmış olduğunu görmüştü. Kıvırcık sarı saçları, küçük
gözleriyle pişkince sırıtmıştı haylaz çocuk. Ona hiçbir şey demeden,
gözyaşlarıyla içeriye koşup gitmiş, kendini yatağın üzerine bırakıp ağlamaya
devam etmişti. Ne kadar süre ağladığını hiçbir zaman bilen olmamıştı. En
sonunda gücü tükenmiş, oracıkta uyuya kalmıştı.
Akşam babası gelince onu öperek uyandırmıştı. Gözünü açar açmaz
babasından oyuncağını tekrar tamir etmesini istemişti. Bir daha yapışmaz bu
mıknatıs, kötü kırılmış demişti babası, olsun, ben onu istiyorum diyerek ısrar
etmişti. Peki diyerek tekrar yapıştırmıştı babası hacıyatmazı. İlk hali gibi olmasa
da oyuncağını bir daha kimseye vermemişti. Yıllar sonra hacıyatmazla tekrar
karşılaşmak bunları hatırlatıp acı acı gülümsetmişti.
Mıknatıs oyuncağın kalbiydi aslında. Tıpkı insanoğlunun gönlü gibi, o
kırılınca diğer her yeri sağlam olsa da ayakta duramıyor ya insan diye düşündü.
İşte şimdi hacıyatmaz da ne yana çevirsen orada kalan bir haldeydi. Bu sefer onu kendine benzetti. Eline aldı, pencereye doğru yürüdü. Perdeyi araladığında dik
duruşlarına hayran olduğu kavak ağaçları gözüne ilişti. Yaprakların vakur bir
edayla selam verişleri karşısında onu çok özlediğini fark etti. Elindeki
turuncu renkli hacıyatmaza baktı, onun yokluğunda kalbini kıranlar tek tek
gözünün önünden geçti. Acı acı gülümseyip, oyuncağı okşadı, öptü, bağrına
bastı. Ona sarıldıkça kendine sarıldığını hissetti. Ama sabahın serin rüzgarına
rağmen vakur duruşunu sürdüren kavak ağacını düşününce incinmemeli diye
mırıldandı. Boğazında düğümlenen kelimeler onu zorlayınca masanın yanına
giderek çantasından not defterini çıkardı. “Sevgilim” diyerek başladı
satırlara. Yazarken eli yetişemiyordu içindeki çığlığın hızına. Sayfalar sonra ”Senin
için senden vazgeçerim” diye ödünç bir cümleyle mektubunu bitirdi. Altına imzasını
atıp, yazdığı sayfaları defterden kopardı. Dörde katlayıp zarfladı
ve zarfın ağzını kapattı. Hiçbir zaman adresine yollanmayacak mektuplara bir
yenisini daha ekleyerek bahçeye çıktı. Sabah ezanı çoktan okunmuş, gün
yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı.
Gözü kavağın dik duruşunda, kulağı rüzgarla
oynaşan yaprakların şarkısında, bahçede dolaşmaya başladı. Sanki dedesi
sesleniyordu yıllar önce diktiği ağaçların arasından,“Her gecenin sabahı vardır,
yeter ki sen kendini belalardan, kalbini kırgınlıklardan uzak tut da,
ferahlatsın seni Yaradan. Hem unutma, kamil değildir o kişi, incinir
incitenden, sen incinme inci”tenden”.
Handan
Güler
2 yorum:
Kavak ağacı benim için öyle önemliki..dedem ben doğduğum zaman 5tane ekmiş ve aynı resimdeki gibiydi hepside..onların yaprak hışırtılarıyla uyudum çocukluğumda..hala çok severim yaprak sesleriyle uyumayı.
ben de severim:)
Yorum Gönder