28 Ocak 2010 Perşembe

AŞKI, ÖZLEMİ, ACIYI BAL EYLEMENİN SERÜVENİ; CAM VE ELMAS








AŞKI, ÖZLEMİ, ACIYI BAL EYLEMENİN SERÜVENİ; CAM VE ELMAS


Aşk acıların en acıtanı, duyguların en yalnızı… Mor, acının, hüznün, neşenin yani aşkın rengi.

Aşkın yakıcılığını çoğumuz biliriz. Tam olarak içine düşmesek de yanından yöresinden geçmiştir hepimizin yolu. Aşkın yaşatan yanının, vermesi gereken sınavlardan geçtikçe törpülenmesiyle çıkar acıtan yanı. İşte o virajda bir bakış yıkar bazen insanı, bir terk ediş dağıtır içinin saraylarını. Küçük hatalar büyür bazen, maksadını aşan yollara sürükler yalnızlığı tadanı.

İşte öyle bir kitabı aralamıştım ki, bu sefer, aşkın yakıcılığının kelimelerin içine gizlenmiş ateş toplarıyla içime düştüğü satırlar sığdırılmıştı mor bir çerçeveye. Her satırda özlem, her satırda sitem hissediliyordu sevgiliye, terk edilene, terk edene, terkedişe.

Okudukça düşüyordum şiirin içine,

“ Sözde, senden kaçıyorum dolu dizgin atlarla

Bazen sessiz sedasız ipekten kanatlarla

Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla

Karşıma çıkıyorsun en serin imbatlarla

Adını yazıyorsun bulduğun fırsatlarla

Yüreğimin başına noktalarla, hatlarla

Başbaşa kalıyorum sonunda heyhatlarla...

Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla.



Kaç defa çıkıp gittim buralardan yeminle…

Ama her defasında geri döndüm SENİNLE…

Hangi düğüm çözülür… Nazla… Sitemle… Kinle...” dedikçe şair büzülüyor yüreğim benim de, romanın kahramanına eşlik edercesine.



Gözüm, gönlüm deriz ya hani sevdiğimize. Nasıl göz kaldıramaz en ince bir kıymığı, gönül dahi kaldıramaz sevdiğinden gelen acıyı. İncecik kılcallardan başlatır kanamayı, zehirler yavaş yavaş uğradığı her durağı. Önce derin bir uçuruma getirir insanı bu acı, birden rüyadan uyandırır aşkın şamarı.

Aşktan önce ve aşktan sonra diye ayırır kişisel tarihimizi bu acı. Ne yapsa dönemez insan aşktan önceki kendine. Hep daha eksiktir bir yanıyla. Hem de artmıştır bir bakıma, onulmaz yaraların olduruculuğuyla.

Cam Ve Elmas’ı bu duygularla okudum. Her satırından akan aşkın gözyaşları, aşkınlaşma, başkalaşma duası içimi delip geçti. Camdan bir kalbin can kırıklarından sıyrılıp elmasa dönüşme arzusunun sesiz çığlıklarını duymak, sarstı beni. İnsanın var olduğu günden beri çözemediği bu bilmecenin cevabını arama ruh haletinin peşinde kaleme alınmış kitabın içinde kahramanla beraber kah huzura erdim kah iki büklüm oldum.

“Harakanlı bilge Ebu’l Hasan’ın yaşamına ilişkin çarpıcı bir anlatı Cam Ve Elmas. Kars’taki Harakani dergahında geçen olaylar, kente bir belgesel filmin çekimleri için giden ekipteki kameramanın “objektif”inden anlatılıyor. Çekeceği belgesel için açılar belirleyen, kareler seçen kameramanın “ Ben bunları anlayamıyorum. Bana düş gibi geliyor. Dayanamıyorum” sözlerinin ardına gizlenmiş acıları, anıları, ve sarsıcı keşifleri.” şeklinde tanımlanıyor kitap, arka kapak yazısında.

Bu harabe kente gelirken “Ne kendime bir yer, ne kendimi bir yer edinebiliyorum” diyen romanın kahramanı şehri gezdikçe içinin harabelerinde dolaşıyor adeta. Roman iç içe bir akışı sunuyor okuyucuya. Çektiği görüntüler üzerinden farklı bir açıyla bakıyor kahraman kendi hayatına.

Gelgitler içinde gezinirken yaşam içinde var olma zorunlulukları gereği gündüzleri kendisi olamadığını, başkasını oynadığını fark ediyor, geceleri niçin daha çok sevdiğini bulunca. Yaşıyor, biliyor, seviyor, anlıyor gibi yapmak yoruyor insanı zaman sona doğru aktıkça.

İnsan bir gün aşkın tokadıyla uyanınca, niye cam parçalarının peşinde bir ömür harcadığını sorgulamaya başlıyor ya işte bu kitapta “Leyladan Mevla’ya geçme faslı’ndaki zorluk resmediliyor, samimi kelimelerin renk tonlarıyla, himmet diliyor kahraman bilgenin kapısında.

Şehir halkından biriyle çay içip sohbet eden kameraman “Veted” diye bir kavramla karşılaşıyor. Veted, sütun demektir. Dünya onlara emanet edilmiştir, onlar mahlukatı korurlar. Bu iklimi de koruyan Harakani’dir, diyor yaşlı adam. Böylece yavaş yavaş Harakani’nin hikayesi içine düşüyor kahraman.

Günün karmaşasından kurtulup kendisiyle baş başa kaldığı köhne otel odasında “ıssız”lığı yaşıyor zihnindeki kalabalığa rağmen. “İçimdeki boşluk mu, içine düştüğüm tenhalık mı, anlayamadığım o iğrenç melankoli mi canımı fena halde yakan o sarmal yutmaya başlıyor yine…” diye döküyor halini kelimelere. Izdırap içinde kıvranırken yeniliyor gözbebekleri uykunun çekiciliğine. O gece rüyasında “Kulluğu sürdür ki, içtenlik belirsin, samimi olmaya devam et ki, nur ortaya çıksın. Nur doğduğu zaman, O’ nu görüyor gibi ibadet et. Bu sözün sırrı sana verildi. Ona tutun, sahiplen, bırakma. Gece olup insanlar uykuya dalınca, sen bu acılarla dağlanmış bedeni pranga, inciten kaba yünden giysi ve deri kamçının kıskacına al ki, sahibi acıyarak şöyle desin: “Ey kulum, bu bedenden ne istiyorsun?” Şöyle cevap ver: “Sen’i istiyorum.” O zaman sana, “Bırak bu çaresizi” diyecek.” Ben seninim. Bir gün acıların dinecek, acıdan tatlıdan uzaklaşacaksın, seni boğan her şeyden kurtulacaksın.” diyen bir sesle irkiliyor, korkuyla uyanıyor kameraman. Düşündükçe gözlerindeki perdeleri fark ediyor. Tekrar uykuya dalıyor ve şeyh beliriyor önünde: “Bir gün önce zuhur edip geleceğini bana söylemişti.” diyor ve gözden yitiyor. Bu sefer Harakani Hazretleri beliriyor; “ Korkma” diyor, “Sen garipsin, gurbetin ne olduğunu bilirsin. Bedeni dünyada olan kimseye garip denmez. Aksine kalbi teninde, sırrı gönlünde garip olana denir… Bunun belirtisini merak ediyorsan “Gönlünde dünya sevgisi taşımamaktır.” Bu ilginç rüyalarla bezenen gecede “Yardım et” diyor roman kahramanı, “Bana yol göster, ben hiçbir şeyi anlamıyorum. İşittikçe kulaklarım kapanıyor. Yaşadıklarımdan öğrendiğim hiçbir şey yok. Kendimi aldattığımı hissediyorum, biran olsun durup bakmıyorum, içine kaydığım boşluk büyüyor, içimdeki ıssızlık, boşluğu yutacak kadar büyüyor, bana himmet et.”

Yolun başı gönülden istemek olunca ve onu aşkla talep edince, iç yolculuğu daha da derinleşiyor kahramanın. Tabi zor bir yolculuk bu, kendinden sıyrılmalı insan önce, talep ettiklerinden. Ama kolay değil, aşkın dağladığı bir yüreğin küllerinden yeniden doğması. Hele de romanın kahramanı kadar severken, özlerken, ayrılmışken.

Aşk tek kişiliktir ya, aşık da bir başına acılarla; yazar nasıl da güzel anlatmış bunu satırlarında:

“Senin tutsağınım biliyorsun. Seni düşünmeyince içim kalmıyor. İçsiz, kabuk gibi bir şey oluyorum. Seni unutunca olmuyor, hatırlayınca kalmıyor. Alnımdan bir dağ fırlıyor, bir asfalt yarılıyor, kemiklerim eriyor, seni senden alamadım. Bana demiştin, boş duran nefis insanı helak eder, ne ilmim, ne hırkam ne kürek ve bileğim var. Bu ilmin dışı var, dışın dışı var. Bir de içi var. Dışı ve dışının dışı senin benim sözlerimizdir. İçi, yiğitlerin kelimeleridir. İçin içi ise, O’nunla ilgili sırlardır. Benim için oraya yol yok biliyorum.”

Bu satırları okurken yine şair (Yavuz Bülent Bakiler) yükseltiyor sesini içimden:

“ Sultanımsın susunca, konuşunca kölemsin

Eksilmeyen çilemsin

Orada ufuk çizgim, burada yanım yöremsin

Beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin

Çâresizim… Çâremsin...

Şaşırdım kaldım işte bilmem ki neyimsin...”



“Bir insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir, demiştin hatırlıyor musun? Yaşamım kapıyı dışarı itmekle geçmiş. Bir an için durup kapının açılma yönünü düşünmemişim. Bunu boşandığımız gün, duruşma çıkışı, bir veda selamı vermeden koridorda gözden kayboluşunu izlediğimde fark etmiştim. Şiddetli geçimsizlik… Ne yargıç inanıyor buna; ne sen anlıyorsun ne ben. Aklımızın tıkandığı bir yerdeydik… İkimizden daha güzel bir cehennem mi var demiştin. Oysa cennetim olman için istemiştim seni. Yoldaşın olmak için.” diye konuşuyor kahraman içinin derin sularında gezinip anılara daldıkça. Hep acı, hep hüzün, hep aşk çıkıyor kalbinin kıvrımlarında dolaştıkça. Ludwig Wittgenstein’ in o sözü yerini buluyor burada: “Yüreğimin büklümleri hep birbirine yapışmaya çalışır, ben de yüreğimi açmak için büklümleri hep yeniden çekip kopartmak zorunda kalırım.”

Kitapta ilerledikçe birçok farklı boyut ve hikaye de önümüzü kesmekte.

Mesela büyük bilgin İbn-i Sina’nın Harakani’nin feyzinden istifade için bilgeye gelişini de anlatır yazar iç içe geçmiş öykülerde.

“Bu yolun yolcularının çabası kırk yıldır derler. Dilin düzelmesi için on yıl, çile çekmek gerekir. İkinci on yılda ancak el düzelir. Üçüncü on yılda göz, son on yılda kalp temizlenir. Kim kırk yıl böyle yol alır ve davasına sadık kalırsa onun dilinden, içinde benliğin olmadığı bir sesin çıkması umulabilir” öğretisiyle yola çıkan İbn-i Sina, Ebu’l Hasan’ın yaşadığı köye varıp onu sorunca “Boşuna yorulmuşsun” derler, geri dön, o sır sahibi olduğunu söyler ama işinin temeli yoktur.” diye ilave ederler. Ama bilgin vazgeçmez ve dergaha gider, kapıyı çalar, açılan kanadın gerisinden bir kadın, ne yapacaksınız o miskini, burada değil, ormana odun getirmeğe gitti der. “ Sır sahibi olduğunu iddia eden bir delidir, size bir yararı olmaz deyince, İbn-i Sina kadına kim olduğunu sorar ve eşi olduğunu öğrenince şaşırarak ormana doğru yol alır. Az ileride odun yüklenmiş üç aslanla bilgenin geldiğini gören bilgin, yaklaşınca; “ Şeyhim bu ne hal?” diye sorar. Bunun üzerine ”Biz evdeki kurdun, yükünü çekmedikçe, aslanlar da bizim yükümüzü çekmez.” der Ebu’l Hasan Harakani Hazretleri. Gördükleri karşısında çok etkilenen bilgin, yedi gün dergahta kalır ve şehrine geri döndüğünde başka bir bilgin olan arkadaşına, bizim aklımızla bildiğimiz her şeyi o kalbiyle görebiliyor, der.

Cam bir imgedir, kırılıp giden, kaybolan ama yaralayan dünyanın metaılarına işaret eder.

Elmas ise en değerli mücevheri, kaybolmayacak değerleri, dünyayı kalben terk eden kişinin kalbinin alacağı hali anlatır bize. Bir de elmasın oluşumu için geçen süreyi, zorlu aşamaları hatırlatır bu imge.



Dünyanın geçip giden, yaralayan aşklarından, ötelerde kanatlandıracak sevdalara geçişin zorluğunu, Leyla’dan Mevla’ya geçme faslını ve bu noktaya önce kalben talep edilerek liyakate binaen gelineceğini anlatır yazar bu romanda.



Aşk tek kişilik bir yolculuksa eğer, yeryüzünde kaldığımız sürece cam parçalarını elmasa tercih ettikçe acı vermeye devam edeceği belli.



Ve eğer, elmas olma kabiliyetinde yaratılmış kalbi sükuna erdirecek tek aşk O ise, ortak etmemeli aşka ötekini, berikini.

Tek kişilik yaşayıp aşkı, helezonik merdivenin önünde bir başına beklemeli.

Yüreğini kavrayacak “O” aşkın, aşığı bir gün en yukarı almasını dilemeli.

Ötekinin acıtıcı aşkı yerine kalbe inşirah verecek esintiler talep edilmeli.

Belki sadakate binaen açılır bir gün kapılar, ümidi kesmemeli.

“Yeryüzünde yolculuk edenin ayağı; gökte yolculuk yapanın ise kalbi su toplar” diyor Harakani Hazretleri, bilmeli.

Cam parçalarının elmasa tercih edilmediği bir hayat dilenmeli. Cam ve Elmas’ın ışığında yazarın açtığı kapıdan bilgelerin gizemli dünyasına girilmeli.

HANDAN GÜLER




27 Ocak 2010 Çarşamba

muhteşem bir şiir...şaşırdım kaldım işte...yavuz bülent bakiler



Şaşırdım Kaldım İşte




Sözde, senden kaçıyorum dolu dizgin atlarla..

Bazen sessiz sedasız ipekten kanatlarla..



Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla..

Karşıma çıkıyorsun en serin imbatlarla..



Adını yazıyorsun bulduğun fırsatlarla..

Yüreğimin başına noktalarla.. Hatlarla..



Başbaşa kalıyorum sonunda heyhatlarla..

Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla.



Ne olur bir gün beni kapında olsun dinle..

Öldür bendeki beni..

..Sonra dirilt kendinle!



Çarpsan karasevdayı en azından yüzbinle..

Nasıl bağlandığımı anlarsın kemendinle..

Kaç defa çıkıp gittim buralardan yeminle..

Ama her defasında geri döndüm SENİNLE..



Hangi düğüm çözülür.. Nazla.. Sitemle.. Kinle..

Ne olur bir gün beni, kapında olsun dinle..



Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n'emsin..?

Bazen kızkardeşimsin.. Bazen öpöz annemsin..

Sultanımsın susunca, konuşunca kölemsin..

Eksilmeyen çilemsin..

Orada ufuk çizgim, burda yanım yöremsin..

Beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin..



Çâresizim.. Çâremsin..



Şaşırdım kaldım işte bilmem ki neyimsin...

Yavuz Bülent Bakiler




haber - izlesene Şaşırdım kaldım İşte - yavuz bülent bakiler

izlesene.com

26 Ocak 2010 Salı

YİNE ANADOLU MAYASI GÜNÜ GELDİ...



BİR HATIRLATMA: ANADOLU MAYASI KONFERANSLARI PENDİK 'TE DEVAM EDİYOR.


Tarih:  27 Ocak 2010 Çarşamba


Saat: 19:00

Yer: Mehmet Akif Ersoy Sanat Merkezi PENDİK İSTANBUL



karlar düşer ...düşer düşer ağlarım...hep ismini anarım...zeki müren yorumuyla




İnşallah ol sen de böyle


Aşık ol da bak birine

Ben oldum da ne oldu sanki

Senin gibi birisine

Karlar düşer

Düşer düşer ağlarım

Hep ismini hep ismini

Anarım

Gel de gör bak şimdi beni

Bulamazsın eski halimi

Seni düşünmekten

Yitirdim ben benliğimi

Zaten sende insaf yoktu

Olsaydı terk etmezdin beni

Terk ettin de ne oldu sanki

Bak buldum başka birini


nostalji - karlar düşer

izlesene.com

23 Ocak 2010 Cumartesi

"Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur.Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur.Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur.Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir"




Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur.Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur.Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur.Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir"


(Sonuna kadar okunacak harika bir iletişim örneği)


Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lükssayılmazdı ama, küçük bir dükkân için yeterliydi.

Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle...

Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarı fırlayıp:

- Küçüüük! diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir hârika!

Çocuk, ona dönerek:

- Gerçekten çok güzeller! diye tebessüm etti, "Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.

- Bence önemli değil! diye atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı veya vicdanı.

Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:

- Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.

Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

- Anlayamadım! dedi. Neden öyle olsun ki?

- Çok basit! dedi, adam. Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler...

Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:

- Baktığın ayakkabı, sana yakışır! dedi. Denemek ister misin?

Çocuk, başını yanlara sallayıp:

- Üzerinde 30 lira yazıyor dedi, Almam mümkün değil ki!

- İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım! dedi adam, Bu durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.

Çocuk biraz düşünüp:

- Ayakkabının diğer teki işe yaramaz! dedi, Onu kimalacak ki?

- Amma yaptın ha! diye güldü adam. Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım. Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:

- Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.

- İkiye gidiyorum! diye atıldı çocuk, Üçe geçtim sayılır.

- Tamam işte! dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!

Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek

- Benim satış işlemim bitti! dedi, Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.

- Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk, Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?

- Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş... dedi adam,

- Antika eşyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder.

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rûyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rûya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:

- Bana göre 20 lira yeterli. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!

Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu.

Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:

- Babam haklıymış! dedi. Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti.

* Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur.

* Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur.

* Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur.

* Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir.

20 Ocak 2010 Çarşamba

YAHŞİ BATI’ YI NASIL BİLİRSİNİZ? YA CEM YILMAZ'I?



YAHŞİ BATI’ YI NASIL BİLİRSİNİZ?
Dün akşam biraz gülme ihtiyacı hasıl olunca bizde bu işi erbabına havale edelim ve CEM YILMAZ’ ın yeni filmine gidelim dedik. Son seansa kılpayı yetiştik diye sevindik ANKAMALL’ e geldiğimizde. Film 21:55 te başlıyordu, 22:05 gibi gelince reklamlar bitiyor zannıyla hemen geçtik salona. Ama saat 22:30 olduğunda hala film başlamamış, çikolata fıstık reklamlarından gına gelmişti salona. Nihayet filme geçildiğinde saat 22:35 i gösteriyordu ve 40 dakika reklam seyretmiş sinirli bir avuç insan Cem Yılmaz’ a daha da fazla ihtiyaç duyuyordu. Film başladı, neredeyse yarım saat oldu ve salonda tek bir kahkaha yankılanmamıştı. Cmylmz yapımlarından sadece Arog’u izlemiştim sinemada ve salon yıkılıyordu gülmekten, benim de çıktığımda karnım ağrımıştı doğrusu.(oysa geçen tv de seyredince hiç gülmedim arog’a). Sabırla geçen ilk yarı, cmylmz’ ın yere bir şey düşürüp işin yoksa şimdi 10 dakika ara espirisiyle sonlanmasına rağmen ikinci yarıdan ümitliydim ben. Ama saat 01:00 i geçmişken salondan çıkarken koca bir hayal kırıklığı kucağımda bindim arabaya. Allah’tan hava güzeldi de gökyüzüne bakabildim birkaç dakika.


Film gerçekten set, kostüm, oyunculuk açısından iyiydi. Batı kasabaları çok güzeldi. Ciddi emek ve para verilerek yapılmıştı ancak senaryonun zayıflığı, espirilerin yetersizliği, küfürlerin fazlalığı ile film genel manada kötüydü.


Sinema yapmanın zorluğunu düşündüm film boyunca. Bunca iyi oyuncu, büyük paralar aylar süren emekler, hazırlanan kostümler, zamana uyarlamalar falan hiçbir şey yetmemişti filmin iyi olmasına. Cem Yılmaz gibi bir adam bile tıkanmıştı bu filmde. Filmin sonuna eklediği skeçlerde bir daha komedi filmi yok bu son demeyi de ihmal etmeyince umarım dehanı daha verimli olacağın filmlerde kullanırsın dedim içimden.


Eve gelince gecenin bir vakti yarım saat kapıda kalmamızla sonuçlanan gecede filmde neredeyse hiç gülmesem bile -5 derecede dışarıda kalınca sinirden bayağı güldüm doğrusu. Yani evden çıkma niyetimize cmylmz ile olmasak da vasıl olmuştuk)))


Hasılı kelam, gülmek için gidecekseniz paranızı ve zamanınızı boşa harcamayın. (Bu arada o kadar uzun reklam seyrettiren sinemayı kınıyorum, Ankamall’ da 40 dk reklam olduğunu herkese hatırlatıyorum)


Yok ben illa cmylmz naapmış bakıcağım diyorsanız işte size ilgili bilgiler ve medyaya yansıyan yorumlar.




YAHŞİ BATI:

Oyuncular :

Zafer Algöz, Mazlum Cimen, Cansu Dere, Demet Evgar, Istar Göksever, Ozan Guven, Graham Hoadly, Yilmaz Koksal, Muhittin Korkmaz, Tuncay Özinel, Mehmet Polat, Ugur Polat, Demet Tuncer, Süleyman Turan, Özkan Ugur, Tevfik Yapici, Cem Yilmaz

________________________________________

Konu :

Yahşi Batı'da, 1800'lü yılların sonunda iki Osmanlı'nın, dönemin padişahı tarafından gönderildikleri Amerika görevi sırasında başlarına gelen olaylar anlatılıyor. Aziz Bey, ile Lemi Bey, 19. yüzyılın sonlarında padişah tarafından görevlendirilerek Amerika’ya giderler. Yanlarına da hediye olarak verilmek üzere çok değerli bir elmas taş ve yüksek miktarda para vardır. İkili Amerika’ya varınca, gidecekleri menzil için bir posta arabasına binerler. Lemi Bey ile Aziz Bey bu yolculuk esnasında soyulurlar. Önce ellerinden elmas taş gider, sonra da paralarını kaptırırlar. İki Osmanlı, kaptırdıkları parayı tekrar toparlamak için ödül avcılığı yaparlar. Gördükleri ‘ Wanted ’ ilanlarını kendilerine uyarlayıp, sırasıyla aranan haydutların yerine geçer ve ödül avcılığıyla para kazanmaya çalışırlar. Biri haydut olur, diğeri onu yakalar ve başlarına her defasında bin bir olay gelir. Tam canlarından olacakken Aziz Bey aslında ödül avcısı olmadıklarını, Lemi Bey’in haydut olmadığını, ikisinin de Osmanlı olduğunu anlatmaya çalışır

İşte size medyadan yahşi batı yorumları:

http://www.medyaline.com/haber_detay.asp?haberID=7582

http://www.sinemalar.com/film/39625/Yahsi-Bati/

http://medya.webim.eu/?i=31132

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=940094&title=hangisi-daha-zararli-yahsi-bati-mi-aski-memnu-mu-yorumosman-iridag








18 Ocak 2010 Pazartesi

Hayali olmayanlar başkalarının hayallerinin peşine düşmek zorunda kalırlar...MUTLAKA OKUNMALI BU YAZI...MELİH ARAT'tan



Bir Hayalin Var mi?


“Hayali olmayanlar başkalarının hayallerinin peşine düşmek zorunda kalırlar. Çocuklarımıza ne olacaksın yerine, ne yapacaksın diye sormalıyız ki, fabrikalar, hastaneler, dernekler kurabilsinler.”

Melih Arat

Yedi yaşındaki Sanat Arat’ın şirin davranışlarını gören ev tatlıları yapan girişimci bir hanım, “Büyüyünce sen ne olacaksın?” diye soruyor. Sanat Arat, biraz düşünceli görünüyor; sonra cevap veriyor. “Biraz zor olacak ama bir uçak fabrikası kuracağım.” diyor. Aynı konuşmalar Sanat ve bir okul arkadaşı arasında geçtikten sonra arkadaşı da projeyi sahipleniyor. Bu sefer aynı konuşmayı Sanat, kendisine ablalık yapan Yasemin ablasına yapıyor. “Bir uçak fabrikası kuracağım, sen de satış müdürü olacaksın.” Yasemin ablası “Neden ortak olmuyorum da, satış müdürü oluyorum?” diye sorunca Sanat Arat cevap veriyor: “Çünkü senin bir hayalin yok.”

Hayali olmayanlar, başkalarının yanında çalışırlar. Küçük bir çocuğun duru görüşüyle yakaladığı derin bir gerçek bu. “Hayali olmayanlar başkalarının yanında çalışırlar.” Çocukluğumuzdan itibaren ilginç bir şekilde bir şeyler yapmaya değil, bir şeyler olmaya yönlendiriliyoruz. Çocuklara “ne yapacaksın?” diye sormuyoruz da, “ne olacaksın?” diye soruyoruz. Aslına bakarsanız, mühendis ya da doktor olmak küçük hedeflerdir. Bir fabrika kurmak bir hayaldir; bir hastane kurmak hayaldir; ama mühendis ya da doktor olmak aslına bakarsanız pek de önemi olmayan hedeflerdir. Çünkü mühendis olursanız bir fabrikada, doktor olursanız bir hastanede çalışırsınız.

Kişisel gelişim kitaplarının birçoğu,” bir vizyonunuz olsun” diyip duruyor. Ama bu vizyonun nasıl bir şey olabileceğine ilişkin net bir tanımlama veren pek yok. Anlaşılan o ki kişisel vizyon, belirli bir meslek sahibi olmanın, yüksek lisans gibi akademik derecelerine, belirli iş pozisyonlarına ulaşmanın ötesinde bir şey olmalı. Yani “master yapacağım, pazarlamada kariyer yapacağım, ilaç endüstrisinde çalışacağım” diye vizyon olmaz. Olur olur da, gerçek bir vizyonla kıyaslandığında bu hedefler küçük kalır. Onun için insanın hayatında kendine sorabileceği en önemli sorulardan biri, “İnsanlık için hizmet ya da üretim cinsinden benim hayalim ne olabilir?” olabilir. Bu sorunun cevabı, bazen bazen bir dernek kurmak, bazen bir işletme kurmak, bazen bir ilçeyi kalkındırmak, bazen bir sanat organizasyonu yapmak, bazen bugüne kadar bulunmamış bir teknolojiyi geliştirmek, bir hastalığı yenmek, insanların okuma hızını artırmak, havayla çalışan otomobil yapmak gibi bir şey olmalıdır.

Hedefleri iş ya da meslek sahibi olmak olan insanlar, hayalleri olan insanların hayallerinin peşinde koşuyorlar. Tanıdığım girişimcilere bakıyorum. Hepsinin ortak özelliği, işleri geçmiş hayallerinin eseri, işlerinin geleceği de şimdiki hayallerinin eseri olacak. Çalışanlarda ya eski hayal için çalışıyorlar ya da gelecek hayal için çalışacaklar. Eğer patronun hayali biterse, işyeri de bitecek.

İş başvurusu için gönderilen binlerce CV, bir başkasının hayalinin mekanizmasının bir parçası olarak gönderiliyor. Bir ülkede iş imkanlarının artması, girişimcilerin kurdukları hayallerin artmasına ve bu hayallerin organizasyon formuna dönüşmesine bağlıdır. Dolayısıyla bir ülke hayal kuran insanlarla gelişir. Kaç kişi yaşadığı ülkenin dünya lideri olacağına inanıyor? Sezdiğim kadarıyla bu sorunun cevabı şaşırtıcı bir şekilde Türkiye dahil, birçok Avrupa, Afrika ve Asya ülkesinde çok düşük. Hayal kurmak aynı zamanda bir özgüven problemidir. Kendine güvenen çocukları ve insanları olmayan uluslar, hayal kuramıyorlar. Hayali olmayanın hizmeti, hizmeti olmayanın da liderliği olmuyor.




16 Ocak 2010 Cumartesi

sezai karakoç'tan...SÜRGÜN...en sevgili...ey sevgili...SAVAŞ AY 'ın yorumuyla...



...Ask celladindan ne çikar madem ki yar vardir


Yoktan da vardan da ötede bir Var vardir

Hep suç bende degil beni yakip yikan bir nazar vardir

O sarkiya özenip söylenecek misralar vardir

Sakin kader deme kaderin üstünde bir kader vardir


Ne yapsalar bos göklerden gelen bir karar vardir

Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardir

Yanmissam külümden yapilan bir hisar vardir

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardir

Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardir

Gögsünde sürgününü geri çagiran bir damar vardir

Senden umut kesmem kalbinde merhamet adli bir çinar vardir

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili...






15 Ocak 2010 Cuma

aşk için söylenen her söze kandım...leyladan geçme faslındayım...



 Buselik Makamı

Leyladan geçme faslındayım

Mevlayı bulma yollarında

Leyladan geçme faslındayım

Mevlayı bulma yollarında

Majörler tükendi minörlere yolculuk

Buselik makamına buselik makamına



Aşk için söylenen her söze kandım

Pervane misali ateşe yandım

Gördüğüm her dilber ateştir bana

Mecazi aşka inandım güneşli havalarda

Buselik makamına buselik makamına

Buselik makamına buselik makamına

ŞARKIYI DİNLEMEK İÇİN TIKLAYIN:

http://fizy.com/s/102tkb


14 Ocak 2010 Perşembe

AŞK, TEK KİŞİLİK, AŞIK BİR BAŞINA…



http://sensizyildizlarabakamam2.blogspot.com/2010/01/ask-tek-kisilik-asik-bir-basina.html

AŞK, TEK KİŞİLİK, AŞIK BİR BAŞINA…


Aşk tek kişiliktir.

Bir başımıza yaşarız aşk halini. Karşımızdaki asla bilemez içimizin derinliğini.

Kalbe sığamayan duygu nasıl kelimelerin libasına sığdırılabilir ki!

Bizim dışımızdaki herkes hatta aşkımız bile ötekidir aslında.

Kendimizden çıktığımız bir durakta anlatırız bazen aşkımızı öteki olana.

Anladığını zannederiz, anlamayacağını bile bile.

Bunu dileriz çünkü, perdeyi aralayıp baksın isteriz kalbimize.

Bir nefes sunsun acıdan kavrulmuş içimize, ama nafile…

Sadece kalbimizi daha da acıtır ötekinin bilmesi…

Bilip bilmezlikten, görüp görmezlikten gelmesi.

Hatta bazen… Karşılık vermesi… Sadece daha da acıtır içimizi.

Biliriz ki seviyorum dese de hiçbir zaman bizim aşık kalbimize yetişemeyecektir öteki.

Aşığım dese, bu yolun yükü altına girmeyecektir yüreği.

Girse, bir kaç adım sonra oraya yığılacak, geri dönmek isteyecektir gözleri.

Ve bunların hepsi ama hepsi ötekine kalbini açan aşığa daha da acı verecek, incitecektir yaralı yüreğini.

İşte bu yüzden aşk tek kişiliktir.

Paylaşıldığında acısı artar, paylaşılmazsa durmadan kanar.

Sonuçta geriye yanmış ve daha da yalnızlaşmış bir kalp çıkar, aşkla halleşince, aşk dile düşünce.

Neredeyse hiçbir vakit aynı zamanda ve yoğunlukta kesişmez yollar aşk söz konusu olunca.

Hep bir bekleyen vardır, sabahlar çoğu zaman ızdırabın koynunda.

Ve bekleten…Sanki onun etrafında dönmektedir dünya.

Şairin dediği gibi der ötekine bekleyen:

“Ne hasta bekler sabahı, ne taze ölüyü mezar

Ne de şeytan bir günahı seni beklediğim kadar”

Ve uzadıkça yalnızlıkla geçen süre, son noktayı yine şair koyar:

“Geçti, istemem gelmeni, yokluğunda buldum seni

Gelme artık neye yarar” (Necip Fazıl)

İşte böylesi karmakarışık bir duygu çilesidir aşk.

Çözülmesi imkansız, yalnızlığı acıtıcı, birlikteliği sadece hayal kırıklığı getiren bir beladır.

İşte bu yüzden tek kişilikse eğer aşk, en az acıtan şekliyle bizimle beraberdir.

Öyleyse, bu belaya tutulursa yürek ya üstüne basıp kalbin gerçek sahibine vermeli içindeki cevheri ya da altında kalıp aşkın, oracıkta can vermeli, çekilesi değil çünkü aşk çilesi.

Ancak bu iki halde kurtulur kalp, aşkın yükünden, bilmeli.

Bildiklerimizle amel etmeli.

Leyla’dan Mevla’ya geçme faslının zorluğu ve liyakate binaen gelişi gözetilmeli.

Ama o zirvede aşkın acıtıcılığı oranında zevke dönüşeceği vaadi, dünyanın belalı aşkını terk ettirmeli.

Aşk tek kişilik bir yolculuksa eğer, yeryüzünde kaldığımız sürece acı vermeye devam edeceği belli.

Ve eğer, kalbi sükuna erdirecek tek aşk O ise, ortak etmemeli aşka ötekini.

Tek kişilik yaşayıp aşkı, helezonik merdivenin önünde bir başına beklemeli.

Yüreğini kavrayacak “O” aşkın, aşığı bir gün en yukarı almasını dilemeli.

Ötekinin acıtıcı aşkı yerine kalbe inşirah verecek esintiler talep edilmeli.

Belki sadakate binaen açılır bir gün kapılar, ümidi kesmemeli.

HANDAN GÜLER

Kıraç'tan gözyaşı çetesi gitar ...

Gözyaşı çetesi jenerik müziği...harika sözleri ile muhteşem sesten


12 Ocak 2010 Salı

Avatar'a Farklı ve Usta Bir Bakış ve Bir Hatırlatma: Yarın Anadolu Mayası Günü VE HERŞEY SENİNLE GÜZEL...



Avatar

Avatar
Sadık Yalsızuçanlar - 12.01.2010 20:19




James Cameron’un gişe rekorları kıran Avatar filmine ilişkin farklı eleştiriler yapıldı, yapılıyor. Filmi konu edinen bir yazı yazmayı düşünüyorum. Filmi üç kez seyrettim. Son bir kez daha seyredeceğim. Yazıdan önce, Rene Guenon’un, İnisyasyona Toplu Bakışlar-2’deki Avatar’la ilgili bölümü alıntılamak istedim. Bu notları okuduktan sonra filmi tekrar izlemenizi salık veririm :




“Kalp sembolizmi ile “Dünyanın Yumurtası” sembolizmi arasında belirttiğimiz yaklaşım, bizi “ikinci doğum”la ilgili daha önce ele aldığımız görünümden farklı bir başka görünümü işaret etmeye götürüyor: Bu görünüm, ikinci doğumu insanî bireyliğin merkezinde manevî bir prensibin doğuşu olarak temsil eder; bilindiği gibi insanî bireylik tam anlamıyla kalp ile temsil edilir.

Doğuşunu söylemek gerekirse, bu prensip her varlığın daima merkezinde yatar, ama sıradan insanda bu prensip ancak gizli bir şekilde oradadır. Burada, doğum7dan söz edildiği zaman, bununla tam olarak fiilî bir gelişimin hareket noktası kastedilmektedir. Ve gerçekten, inisiyasyonla belirleyen ya da en azından mümkün olan da işte bu hareket noktasıdır. Bir anlamda, inisiyasyonla iletilen manevi etki, o halde söz konusu bizzat bu prensiple özdeşleşecektir. Bir diğer anlamda ve varlığın içinde bu prensibin daha önceden var olduğu hesaba katılacak olursa, o manevî etkinin amacının onu “diriltmek” olduğu (elbette kendi içinde değil, ama içinde bulunduğu varlığa göre), yani başlangıçta tamamen potansiyel/ bilkuvve olan mevcudiyetini sonuçta “ fiilî” kılmak olduğu söylenebilecektir. Bununla birlikte, şu gayet âşikârdır ki, doğum sembolizmi her birine aynı şekilde uygulanabilir.

Şimdi anlaşılması gereken şey şudur: “Makrokozmos” ve “mikrokozmos”u oluşturan benzerlik gereğince, “Dünyanın Yumurtası’nda mevcut olan şey (burada yumurtanın doğumla ya da bir varlığın gelişiminin başlangıcıyla olan ilgisinin altını çizmeye gerek yoktur), kalbin içinde sembolik olarak bulunan şeyle de gerçekten özdeştir. Burada bir manevî tohum söz konusudur ki bu tohum, daha önce de söylediğimiz gibi, makrokozmik düzen içinde Hindu geleneğince Hiranyagarbha olarak belirtilmektedir. Ve bu “tohum”, merkezinde bulunduğu dünyaya göre, tam anlamıyla kadîm Avatâra’dır.

Oysa Avatâra’nın aynı zamanda ve “ mikrokozmik” açıdan ona tetakabül eden şeyin de doğum yeri tam anlamıyla kalple temsil edilmektedir, bu bağlamda “mağara” ile de özdeşleşmektedir ki bunun inisiyatik sembolizmi burada ele almayı düşünebileceğimiz gelişmelere uygun olabilir. İşte şu metin gibi metinlerin çok net olarak belirttikleri şey budur: “Bil ki, ezelî (ilkesel) âlemin temeli olan bu Agni, (kalbin) mağara(sın)da gizlidir, ezelî âleme onunla ulaşabilirsin.” Belki burada olduğu kadar başka pek çok durumlarda da, Avatarâ kasten Agni olarak belirtilmiştir, oysaki diğer taraftan denilmektedir ki “Dünyanın Yumurtası” içine giren Brahmâ’dır ve bu yüzden de Brahmânda diye adlandırılmaktadır, bu girişin amacı da orada Hiranyagarbha olarak doğmaktadır. Ama, farklı görünümlerini ya da sıfatlarını belirtmeleri dışında, ki bunların hepsi birbiriyle daima zorunlu olarak bağlantılıdır ve ayrı ayrı “varlıklar” (enites) kesinlikle değildir, özellikle şunu hatırlamak gerekir ki Hiranyagarbha ışıkla ilgili, dolayısıyla ateşle ilgili bir tabiatın prensibi olarak nitelendirilir. Bu ise onu gerçekten bizzat Agni ile özdeşleştirir.

Buradan “mikrokozmik” uygulamaya geçecek olursak, bireysel varlığın latif embriyonu olan pinda ile Brahmânda ya da Dünyanın Yumurtası arasında mevcut olan benzerliği hatırlamak yeterli olacaktır. Varlığın daimî ve yok edilemeyen “tohum”u olarak bu pinda ayrıca “ölümsüzlük çekirdeği” ile özdeşleşir ki buna İbranî geleneğinde luz denir. Şu bir gerçektir ki genel olarak, Luz kalbin içinde yer almış olarak belirtilmez ya da en azından onun vücut organizması ile uyum içinde elverişli olduğu farklı “yerlerden” biri söz konusu olabilir, ve vücut organizmasındaki bu yer çoğunlukla bu durumla ilgili değildir, ama tam olarak diğerleri arasında bir yerde, luz’un “ikinci doğum”la doğrudan ilişkisi hâlinde olduğu bir yerde bulunur. Gerçekten bu “yerler” chakras’ların Hint öğretisiyle ya da insanî varlığın latif merkezleriyle de ilişki hâlindedir ve insanî varlığın pek çok durumuyla ya da manevî gelişiminin safhalarıyla ilişkilidir ki bu safhalar fiilî inisiyasyonun da safhalarıdır: Omurganın temelinde, “uyku” hâli vardır ki normal sıradan insanda orası Luz’un bulunduğu yerdir. Kalbin içinde ise, onun “filizlenmesi”nin ilk safhası başlar ki tam anlamıyla “ikinci doğum”dur, alın gözünde insanî durumun kemali, mükemmeliği, yani “kadîm durum” içinde yeniden bütünleşmesi söz konusudur. Son olarak, başın tacında, birey üstü hallere bir geçiş vardır ki bu en sonunda varlığı “Yüce Özdeşlik”e kadar götürmelidir.

Bu konu üzerinde, bazı özel sembollerin ayrıntılı olarak incelenmesiyle ilgili olan değerlendirmelere girmeden daha fazla duramayız. O değerlendirmelerin yeri de daha başka incelemelerdir, çünkü biz burada çok genel bir bakış açısı üzerinde durmak istedik ve bu tür sembolleri gerekli olduğu ölçüde sadece örnekler ya da “açıklamalar” tarzında ele aladık. O halde, sonuç olarak kısaca belirtmemiz gerekir ki inisiyasyon, “ikinci doğum” olarak, esasında insanî varlık içinde aynı prensibin, evrensel zuhur içinde “ezelî Avatâra” olarak gözüken bir prensibin “gerçekleşetirilmesi”nden başka bir şey değildir.”


(Dipnot: Burada farklı çevrimsel dönemler boyunca zuhur eden özel Avatara’lar söz konusu değildir, ama gerçekte ve başlangıçtan itibaren bütün Avatara’ların bizzat prensibi olan bir şey söz konusudur, aynı şekilde İslâm geleneği bakış açısından da, Rûh-ı Muhammediye peygamberlerle ilgili bütün zuhurların prensibidir ve yine bu prensip, yaratılışın bizzat kaynağında bulunan prensiptir. Bu arada şunu hatırlayalım ki Avatâra kelimesi, tam olarak bir prensibin zuhurun alanı içine “inişi” ifade eder ve diğer yandan, “tohum” ismi ise de, Kitab-ı Mukaddes’in pek çok metinlerinde Mesih’e uygulanır.)

SADIK YALSIZUÇANLAR




NOT: 13 OCAK 2010 SAAT 19.00 'DA PENDİK BELEDİYESİ MEHMET AKİF ERSOY SANAT MERKEZİNDE ANADOLU MAYASI SÖYLEŞİ DİZİSİNİN YENİ HALKASI YAPILACAKTIR.
İLGİLENLERE HATIRLATILIR.


http://www.izlesene.com/video/muzik-muzik----hersey-seninle-guzel-furkan_cahotmailcom/1273155

 






11 Ocak 2010 Pazartesi

öyle bir yerdeyim ki...dostum dostum...AHMET KAYA yorumuyla...



"Aşk " Suya Düştü,Sonra da "Su" Aşka Yenik Düştü


Suya aşk yazan adamlar gördüm. Suya aşk yazan kadınlar. Kitre dolu kaba narin parmaklarını daldırıp suya şiir okuyan kızlar. Topraktan renk devşirip, renkleri suya dokuyup daha sonra onu kâğıtlarda okuyorlardı.

Önce “Aşk” suya düştü,

Sonra da “Su” aşka yenik düştü.

Ruhun dinginliğini anlamak için ebru yapılan suya bakmak yetecektir. Duru, sessiz, sukut gibi fırtınayı bekleyen bir su. Kabaracak, coşacak, dalgalanacak sevinçlerin yada hüzünlerin habercisi olacak.

Biraz sonra üzerine damlalar düşüveriyor, değişik renklerde ve tonlarda.

Daha birkaç gün öncesinde yollarda ciddiye alınmadan üzerine basılan çiğnenen topraklar şimdi suyun yüzeyinde başlayacak bir fırtınanın hebercisidir.

Düşen her damla daireler çizer. Gücünün yettiğince. Ardından gelen damlaya yer açar daralır sonra. Edebin anlatıldığı mekandır bir bakıma suya düşen her damla. Açılır aşkla ve kapanır utanarak. Hesapsızdır düşen damlalar atanın attığıyla kalır ve genişleyebildiği kadardır dünyadaki yeri. Fırça darbeleri Ebrucunun haleti ruhiyesini bir nebze olsun yansıtır, tedirgin,

sakin, çılgın, dingin. Her bir kelime bir tarzı yada Ebrunun ruh halini yansıtır aslında. Ve bu hareketler sona giden yolda atılan birer başlangıç adımıdır.

Ardından renk renk çeşit çeşit ebrular geliyor, akın akın yürek yürek. Her çeşidin bir hikayesi bir ad vereni var ömürlerini vererek adlarını bırakmışlar.

Hatip ebrularıyla ölürken, bugün onun mirası yeni nesillerin ellerinde ölümsüzlüğe koşuyor. Suyun saçlarını tarıyor ebrucular, suyun rüyasını görüyorlar suyla birlikte. Gidip gelirken tekne boyu, aşka adıyorlar çizdikleri suyu.

Ve laleler; bahçelerden önce teknelerde açan laleler. Ardından kağıtlarda yaşayan laleler. Boy boy renk renk boyun bükmüş divana durmuş laleler.

Ellerin mahareti yüreklerin genişliğince güzel, yapanın titizliğince hassas laleler. Her ne kadar öğretilmiş hareketler olsa da her sanatkarın kendine has bir lalesi ve ruhunun aynası var. Çünki her Ebrudan dünyada bir tane var. Çünki İnsanların ruh hallerinden de bir tane var. Hangi mutluluğumuz yada hangi hüznümüzün tekrarı varki. Her şey aynı bile olsa ya mekan yada gün değişmiştir. Ve her hüzün yada her sevinç bir defalıktır aslında.

Tekneye yazılan her ebru gibi.

Ve güller bütün güzelliğiyle sözü susturan güller.

Ve saygıyla birlikte biraz sukut…

Suda açarken suya ah ettiren güller. Aşk dedirten yar dedirten. Sevgiliye verilirken başka söze luzum bırakmayan güller. Sevgiliye göz atan, sevgiyi en güzel anlatan güller. Ve onu çağıran ve O’na çağıran güller.

Ve Ebrucu Gül işliyor suya Muhammed'i (s.a.v.) çağrıştırsın diye ve Lale Allah (c.c.)' a yakarsın diye eğilen dallarıyla. Bu suyun renklerle oynadığı bir aşk oyunu. Bu oyunun senaristi Ebrucu. Ebrucu daha çok yüreğini yansıtıyor suya. Renkleri serpişiyle, renklere hayat katışıyla ve sonunda aşkını gülle, laleyle ifade edişiyle önce dokunan, sonra okunan bir aşk oyunu bu.

Önce “Aşk suya düştü,”

Sonra “Su aşka yenik düştü”…
(Alıntı.)
 

müzik - ahmet kaya-oyle bir yerdeyim ki

 


10 Ocak 2010 Pazar

bir ödül daha:))) bir de mim var bu defa:))



Bugün de sevgili MİT sunshine ödülü vermiş bana; teşekkür ediyorum ona 3. ödülümü de kalbimin en güzel köşesine yerleştirip ödülün peşinden bloguma düşen ilk mimi cevaplayayım bari:

1-2009' a girerken gözlerinizi kapatıp ne dilediniz? ne oldu?
   Sanırım tatminkar bir iş dilemişimdir, olmadı, canım sağolsun, ben böyle de iyiyim

2-2009'un en mutlu eden olayı nedir?
   Sevdiğim bir yazarın eserini basılmadan önce okuma şerefine layık görülmem:)) çok keyifliydi doğrusu:))
   Ve galiba blog yazmak da mutlu etti beni, iyi ki doğdum:))

3-2009'un en çok üzen olayı nedir?
   Kuzenimin sağlık sorunları ve kendimin bazı nükseden sağlık problemleri

4-2009 Sizce ne renkti?
   Kırmızı yaktı, mavi ferahlattı...ikisi birleşince mor mu oluyordu.mor...aşkın rengi:))

5-2009'u tek cümle ile anlatır mısınız?
   Sen yoktun ben yalnız kalmayı öğrendim,acıya duvar gibi durmayı öğrendim,kaybolmuş bir dilin 
   sözcükleri gibi köksüz bağsız durmayı öğrendim( arada virgül var ya tek bir  cümle oluyor:)))

6-Yılbaşı hediyesi ne aldınız?
    Hiçbir şey:(((
 
7-2010 yılı için ne dilediniz?
    yeni yıla gezgin okuyarak girdim, kalbime inşirah verecek kitapların beni bulmasını diledim. ve galiba
    evimize yeni bir nefes:) hayırlısı, tabi en çok sağlık herkes için, mutlu huzurlu bir ömür diliyorum.

Aaaaaa bir de 3 kişi bulmalıyım mim topunu atacak.....Hımmmm kurbanlarımı açıklıyorum:

1.mehmetadin
2.vecihi
3.bora-man
buyrun beyler meydan sizin:))    


9 Ocak 2010 Cumartesi

ayyy pek keyiflendim... bir günde iki ödül birden aldım...sunshine blog ödüllerim var artık benim



Dün akşam tam tükkanı kapatıp yatacakken
http://mayri-hayriyeninrenkleri.blogspot.com/ adresinde ikamet eden MAYRİ den bir yorum gelmesin mi, ben de ödülün var, uğrayıp alırmısın diye.Koşa koşa gittim tabi, bakalım hangi dalda oscar almışım diye.
Sunshine blog ödülüymüş pek sevindim, o keyifle uykuya daldım, sabah da ben kural gereği 12 kişi bulur, ödüllendiririm dedim, şöyle bir karış burnum havada yattım yatağa.

Sabah uyanınca bir de ne göreyim, kafamdaki ilk ödülün sahibi PABUÇ silahını daha önce çekmiş ve aynı ödülü bana MAYRİ den sonra kendisi yollamamış mı?



http://kararli.blogspot.com/ adresnde ikamet eden bu sevgili kardeşim PABUÇ un ödülü de başım üzere.
AMA ŞİMDİ BEN 12 DEĞİL 24 KİŞİYE Mİ VERECEĞİM ÖDÜLÜ?

ZATEN 12 ZORDU, 24 ANCAK KESER BENİ.Hadi bakalım bu yılın oscarları GÜNEŞ IŞIĞI DALINDA KİMLERE GİDİYOR?

1-http://pembedeniz.blogspot.com/  (blog adresi almayı bile bana öğreten dostuma vefayla)

2-http://www.alivesitesi.com/  (her zaman teknik destekle birlikte moral de veren kıymetli insana)

3-http://askikubra.blogspot.com/ ( iyi ki varsın mehmet, edebiyat dünyasında)

4-http://yorgun-savasci.blogspot.com/ ( desteğin için teşekkürler mitçim, yorumlar hep güç verdi bana)

5-http://moroccom.blogspot.com/ (okuma sevdası gurubunda sevgili ortağıma, güzel sinema yazılarından dolayı teşekkürle)

6-http://busesbitermi.blogspot.com/ (vecihi sesin hiç bitmesin, vur vur inlesin o'nun için yazdıklarını dinlesin, kimse o artık, bahar gelsin de merak etsin)

7-http://susmakguzeldir.blogspot.com/ (hep ümitvar olmak gerektiğini hatırlattı bana varlığın by ene, iyi ki vardın bu alemde)

8-http://renginim.blogspot.com/ (renk oldun hayatıma, blogumdan ilk linki sen vermiştin, sağol funda)

9-http://illegalizma.blogspot.com/ (dostluğun yorumlarının da önüne geçti, sağol, Alicim)

10-http://herfotorafnbirdilivardr.blogspot.com/ (ne güzel fotoların vardır ve yazıların senin,  iyi ki varsın blog dünyasında, diğer blog da ister bir ödül ama yerim dar zehracım:))

11-http://damdakiadam.blogspot.com/ (güzel müziklerin ve şiirlerin hep keyif verdi bana sağol d.adam)

12-http://gereksiz-yazilar.blogspot.com/ (her zaman ters köşeden bakıp farklı yorumlar getirdin gereksiz adam gerekli yorumlarınla, sen de sağol, dön artık aramıza)

13-http://beyazkedi-silbastanbaslamakgerekbazen.blogspot.com/ ( hergün bu kadar güzel yazı nasıl yazılır dedirttin bana, varlığın ve sıcaklığın için sağol öykücüm)

14-http://benve-phonix.blogspot.com/ (hayat beni hep senin onuncu köyüne taşıdı dostum, hemşeriyiz yani, yanımda olduğun için sağol )

15-http://bubenmishim.blogspot.com/ (sevgili burçdaşım, seni okumak da hep zevk veriyor bana, çılgınlıkları severim, çok çılgın olmayı başaramasam da)

16-http://yildizyagmurlari.blogspot.com/ (öykülerin ne güzeldir senin, yorumların için de sağol y.yağmurları)

17-http://bidosttt.blogspot.com/ (çok eğlenerek izlediğim bir blogcu daha, teşekkürler bidost güzel yazı ve yorumlarına)

18-http://nirvanangel.blogspot.com/ (nirvana nerdesin, iki aydır kayıpsın, hadi çık ortaya, güzel yorumlarını özledim, hadi ama)

19-http://kitap-evi.blogspot.com/ (tanıttığın kitaplar hep güzel, eline sağlık, iyi ki varsın bu blog dünyasında )

20-http://sevgilikitaplarim.blogspot.com/ (kitaplar benim için de sevgili biliyor musun , sevgili kitaplarım)

21-http://www.gevezekalem.com/ ( o kadar geveze var ki bu hayatta, ama kalem dediğin geveze olmalı ki, güzel şeyler çıksın ortaya, sağol sen de yazdıklarınla)

22-http://siyahajanda.blogspot.com/(ne güzel yorumların vardır, hayırlı tezkereler sana)

23-http://fikriminincegulleri.blogspot.com/ (her seferinde bir kaç kez dinlerim şarkını, güzel öykülerini okurken fonda)

24-http://www.gediksaray.com/ (bestami palta, seni okumak da zevklidir, çilekeş eğitim kahramanı kolay gelsin sana da)

Varya dostlar beni 24 kişi bile kesmedi.Keyifle takip ettiğim, takip edildiğim, yorumlarını benden esirgemeyen ne çok blogcu varmış...Herkese teşekkürler.

SEVGİLİ MAYRİ VE PABUÇ beni ödülünüzle onore ettiğiniz ve ödül verme zevkini yaşattığınız için tekrar teşekkürler. Mayricim ve Pabuççum size ödül yok, iade-i ödül olmasın diye:))

HAYATLARINIZDAN HİÇ EKSİLMESİN GÜNEŞ IŞIĞI!

YALNIZ MIYIZ GERÇEKTEN? uyan ey gözlerim...dinle neyden...



Dedim ki; çok yalnızım..
Dedim ki; çok yalnızım..

Dedin: ... Ben ki sana çok yakınım. Bakara-186

Dedim: Evet biliyorum sen bana yakınsın ama ben senden uzağım, keşke ben de sana yakın olabilseydim.

Dedin: Rabbini sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret. Araf-205

Dedim: Bu da senin yardımını ister.

Dedin: ALLAH'ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? Nur-22

Dedim: Tabii ki, beni affetmeni çok isterim.

Dedin: (Öyleyse)Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tövbe edin. Gerçekten benim rabbim, esirgeyendir, sevendir. Hud-90

Dedim: Çok günahkârım, bu kadar günahla ben ne yaparım?

Dedin: ALLAH'ın, kullarının tövbesini kabul edeceğini.. ve ALLAH'ın tövbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hâlâ bilmezler mi? Tevbe-104.

Dedim: Defalarca tövbe edip tövbemi bozdum, artık yüzüm kalmadı.

Dedin: ALLAH aziz ve bilendir, o günahları bağışlayan ve kullarının tövbesini kabul edendir. Ğafir-2/3.

Dedim: Bunca günahım var,hangisinin tövbesini yapayım?

Dedin: ALLAH bütün günahları bağışlayandır. Zümer-53.

Dedim: Yani yine gelsem yine beni bağışlar mısın?

Dedin: ALLAH'tan başka günahları bağışlayacak olan yoktur. Ali İmran-135.

Dedim: Ne kadar güzelsin ALLAH'ım! Bilmiyorum bu sözlerin karşısında niçin böylesine içim içime sığmıyor ve erimeye başlıyorum, seni çok seviyorum.

Dedin: Şüphesiz ki ALLAH tövbe edenleri ve temizlenenleri sever.

Birden 'İlahım ve Rabbim benim senden başka kimim var' dedim.

Sen de 'ALLAH kuluna yetmez mi?' (Zümer-36) dedin.

Dedim: Sen ki beni bu kadar çok seviyorsun ve bana karşı bu kadar iyisin ben ne yapabilirim? Dedin: Ey inananlar! ALLAH'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah-akşam tesbih edin. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen Odur. Melekleri de size istiğfar eder. ALLAH, müminlere karşı çok merhametlidir. Ahzap-41/43.

Kendi kendime dedim: ALLAH'ım seni çok seviyorum.


KAYNAK :

http://pembedeniz.blogspot.com/search/label/mail


8 Ocak 2010 Cuma

Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz bir çocuğun gözlerinin içine bakın




YAŞAMI ARAYIN VE BULUN
İki çocuklu bir aile hafta sonunu piknik yaparak geçirmeye karar verirler.
En güzel ağacın altına vardıklarında anne yemeği hazırlarken, çocuklar babalarıyla

birlikte yürüyüşe çıkar.

Uzun uzun yürürler. Küçük oğlan çok yorulur ve babasına yalvarır…

“Ne olur beni kucağına al!”

Baba: “Ben de yorgunum oğlum”demez. Tek kelime etmeden yolun kenarına gördüğü

kuru dalı alır ve oğluna verir…

“Al oğlum, sana güzel bir at. Buna bin git!”

Çocuk sevinçle daldan atına biner ve koşarak, zıplayarak, dehleyerek annesinin

yanına doğru uçar adeta… Babasını ve ablasını çok gerilerde bırakarak…

Baba gülerek kızına döner:

“İşte yaşam budur kızım. Bazen zihnen ya da bedenen kendini çok yorgun hissedeceksin. İşte o zaman kendine değnekten bir at bul ve neşeyle yoluna devam et.

Bu at, bir arkadaş, bir şarkı, bir çiçek, bir şiir, ya da bir çocuğun sevinci olabilir.”



YAŞAMIN İLKESİ
Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz bir çocuğun gözlerinin içine bakın.
Çünkü bir çocuğun bir yetişkine her zaman öğreteceği üç şey vardır:
*Nedensiz yere mutlu olmak,
*Her zaman meşgul olabilecek bir şey bulmak,
*VE elde etmek istediği şey için var gücüyle dayatmak.
PAULO COELHO

7 Ocak 2010 Perşembe

ANNELER DE ÖĞRENİR YAVRULARINDAN...sevmek kolay ezginin günlüğü



SEN UYURKEN
Sevgili çocuğum,

Seni uyurken seyretmek, nefes alışını duymak için sessizce odana girdim. Gözlerin kapalı, huzur içindesin. Sarı buklelerin melek yüzünü çerçeveliyor. Bir kaç dakika önce çalışma odamda çalışırken birdenbire içimin sıkıldığını fark ettim. Dikkatimi işime veremedim ve bu yüzden sessizce seninle konuşmak üzere odana geldim.

Bu sabah, yavaş giyindiğin için sabırsızlanıp, sana söylendim. Yemek fişini kaybettiğin için seni azarladım ve kahvaltı ederken gömleğine süt döktüğün için sana sert sert baktım. "Yine mi?" dedim, içimi çekerek ve başımı kızgınlıkla iki yana salladım. Sense bana bakıp, tatlı tatlı gülümsedim ve bana "Hoşçakal, anneciğim!" dedin.

Öğleden sonra, sen odanda oynayıp, yatağına dizdiğin oyuncaklarına bağıra çağıra şarkı söylerken, ben telefon konuşmalarımı yapıyordum. Sana sessiz olmanı işaret ettim, sonra yine bir saat kadar telefonda konuştum. Daha sonra bir asker gibi sana emir verdim, "Oyalanıp durma, çabuk ödevini yap!" Bana "Peki, anneciğim." dedin ve hemen çalışmaya koyuldun. Sonra da odandan hiçbir ses gelmedi.

Akşam ben masamın başında çalışırken, korkarak yanıma geldin ve bana umutla, "Anneciğim, bu gece kitap okuyacak mıyız?" diye sordun. Sana kesin bir dille, "Bu gece olmaz." dedim, "Odan hâlâ karmakarışık! Sana kaç kez anımsatacağım odanı toplamanı!" Başın önünde, odana gittin. Çok geçmeden geri geldin ve kapının yanından bana bakınca, "Şimdi ne istiyorsun?" diye sordum aksi bir ses tonuyla.

Hiçbir şey söylemedin. Yanıma geldin, boynuma sarıldın ve beni öpüp, "İyi geceler, anneciğim. Seni seviyorum!" dedin. Sonra da aceleyle odana gittin.

Daha sonra, duyduğum vicdan azabı nedeniyle, boş boş masama bakarak uzun bir süre oturdum. Acaba neden böyle davrandım, diye düşündüm. Beni kızdıracak hiçbir şey yapmamıştın. Sadece büyümeye ve öğrenmeye çalışan bir çocuk gibi davranmıştın. Bugün yetişkinlerin sorumluluklarla dolu dünyasında kendimi kaybettim ve sana harcayacak enerjim kalmadı. Bugün sen benim öğretmenim oldun, beni öpmeyi, bana iyi geceler dilemeyi unutmadın ve üstelik ruh halimin iyi olmadığını fark edip, parmaklarının ucunda gezindin.

Şimdi seni uyurken seyrediyorum ve bugünü yeni baştan yaşamak istiyorum. Yarın, ben de sana, bugün senin bana gösterdiğin anlayışı göstereceğim, böylelikle belki gerçek bir anne olabilirim. Uyandığında sana sıcacık gülümseyip, okuldan geldiğinde sana moral vereceğim ve yatmadan sana kitap okuyacağım. Sen gülünce gülüp, sen ağlayınca ağlayacağım. Kendime daha büyümediğini, bir çocuk olduğunu ve senin annen olmaktan mutluluk duyduğumu anımsatacağım. Bugün senin anlayışlı davranışın bana çok dokundu ve bu yüzden gecenin bu saatinde sana teşekkür etmeye geldim. Çocuğum, öğretmenim ve arkadaşım olduğun ve bana gösterdiğin sevgi için.



6 Ocak 2010 Çarşamba

ISSIZ HAYAT= ISSIZ ADAM+SÖYLEYEMEDİM




SÖYLEYEMEDİM




Kapı çaldı… Bir heyecan koşup açtım.

O gelmişti, beklediğim, sevdiğim, sevdiğimi söyleyemediğim.



Oracıkta kalakaldım onu görünce, öyle çarpıyordu ki yüreğim

Her zaman solgun olan benzimin, yanaklarımdan başlayarak bütün bedenime yayılan ateşle kızardığını hissettim.

Beni bu halde görmesinden canım çok acısa da garip bir haz da almıyor değildim.



“İçeri gel, seni çok özledim, ne zamandır nerdesin, anlatsan sabaha kadar dinlerim” demek istedim, diyemedim.



“İstediğiniz kitabı buldum kendim getirmek istedim.” dedi.



Sıkıca sarılıp “iyi ki geldin, iyi ki getirdin bu kitabı” demek istedim, dilime dinletemedim.



“Teşekkürler, kitap için” dedim.



“Bir ihtiyacınız olursa çekinmeyin arayın, ben bu çevreyi iyi bilirim, bir koşuda hallederim.” dedi, gülümsedi gözleri.



“Tek ihtiyacım sensin, gitme artık kal” demek istedim, harfleri bir türlü kelimelerin içine dizemedim.



“Sağ olun, gerisini kendim hallederim, zahmet olmasın size”, dedim.



“Ne zahmet olacak, seni her gördüğümde baharlar açıyor içimde, baksana gülüşüme” desene dedi gözleri, araya içi dolu dolu bir sessizlik girdi, “öyleyse iyi akşamlar”, diyebildi.



“Öyle değil” demek istedim, diyemedim.



”İyi akşamlar” dileyip içeri girdim.



Sırtım kapanan kapıya dayalı, hayır dedim sertçe, gelmeyin artık kelimeler dilime.

Birer damla olup indiler gözümden cümlelerle, sert çıktığımı görünce.



Yoruldum, ne olur durun, akmayın içimden, dedim, dinletemedim.

Aktıkça gözyaşım, sızım bitecek zannettim; artıyormuş meğer içimdeki hayale meylim.

Bir sabah uyandığımda dedi ki bana aynadaki aksim; bir kez olsun söyleyebilseydin, sarılabilseydin eğer, işte o anda kollarında ölecekti sevdiğin.



HANDAN GÜLER

http://sensizyildizlarabakamam2.blogspot.com/2010/01/soyleyemedim.html


müzik - anlamazdın_orjinal ispanyolca

5 Ocak 2010 Salı

Madem ki Söz Sevgiliye Dair Değil, Akılda Tutmak Ne Lazım?



Madem ki Söz Sevgiliye Dair Değil, Akılda Tutmak Ne Lazım?

-Ey vücut tarlasının bereketi; ey ziyan olan ömrümün, elde kalan mahsulü! Övüncüm, şerefim, ümidim, oğulcuğum! Gönlü yıkık ihtiyar isterdi ki, bizden bu taht boşalınca, obamıza sen hâkim olasın. Halk seni görende beni ansın, adım seninle beka bulsun. Yoksa mirasım, varlığım ve obam yok olacak. Genç iken âşık olmak bir hünerdir belki... Belki olgunluk sınırına ulaştıran kılavuzdur. Şimdi ise akıl ve olgunluk çağıdır.

Bu maceralar sana yakışmaz. İnsanın kendi cinsi ile gezmesi hoştur. Bırak artık şu vahşi hayatı; terk et çevrendeki vahşileri, kurdu, kuşu... Ötelere göçme zamanım geldi, anacığın yapayalnız kalacak. Dünyada ümit bir direktir; ümidimizi yıkma. Hercayî ve derbeder olma.

Mecnun bu sözler üzerine başını kaldırdı. Bir an delilik zincirini kırmayı düşündü, ama yapamadı. Şöyle cevap verdi:

-Ey cihanda varı ben olan babam!.. Senin bu cisim ve canda neyin var? Cana tamah etme ki elbet geçicidir.Varlığını bir yana koy ve bir başkasının bil. Senin mecburen koyup gitmekte olduğun bir yere beni de bırakıp ne edeceksin? Oğlunu da kendin gibi hayal et. Malının başına geçtiğini farz et; o da başkasına koyup gitmeyecek mi, erinde gecinde?.. Hiç paramparça olmuş şişenin yapıştırılmasına imkân olur mu? Ben o hâldeyim ki özümden haberim yok. Sense sözümü tut, diyorsun. İçim dışım aşk. Batmışım bu deryaya. Sabrımı yele vermişim. Ben nerde; aşkımı bırakmak nerde? Ev bark, soy, sop, töre, âdet dedin. Bana birçok şeyler sayıp döktün. Duydum. Ne çare ki unuttum. Madem ki söz sevgiliye dair değil, akılda tutmak ne lâzım?..

Mecnun birden sustu ve bir “ah!” etti. Sonra kolundan kanlar akmaya başladı. Görünce bu hâle babasının telaşlandığını, “Dur” dedi,”üzülme. Leylâ kan aldırdı demincek. Cerrah koluna neşter vurdu, eseri bende göründü. Bu hep böyledir, can ile canan arasında. Gördün ki babacığım, biz de ikilik yok. Birbirimizde ayrık can yok. O, odur; ben de benim, sanma!.. Bu iki cisim bir canla ayaktadır. O mesut olursa, artar sevincim; üzülürsem ben, acı çeker o.”

Yaşlı baba sırra vâkıf oldu.Bu işin batıl olmadığını anladı. Ancak oğluna son bir vasiyette bulundu:

-Ben öldüğümde, oğul, öz âdetimizle inle ve sevabını bana gönder. Bari dost, düşman, ardımdan ağladığını görsün ve sana hayırsız evlat demesinler. Kimsesizliğim benden sonra annene utanç vermesin, halkımız benim de bir veliahdım olduğunu bilsin.

Cân verme gam-ı aşka ki aşk âfet-i cândır
Aşk âfet-i cân olduğu meşhûr cihândır

İskender Pala
Leyla ile Mecnun

4 Ocak 2010 Pazartesi

SÜPRİZZZZZ...İKİNCİ BLOG DOĞDU...YAZMAK YAŞAMAKTIR, YAZMAK AŞKTIR.HERKESİ BEKLERİZ:))




YUNUS EMRE, "HER DEM YENİDEN DOĞARIZ, BİZDEN KİM USANASI" DEMİŞYA İŞTE BİZ DE BUNA UYDUK VE YENİ BİR BLOGLA MERHABA DEDİK GÜNE, GECEYE...BU BANA DA SÜPRİZ OLDU AÇIKÇASI.SABAH UYANDIĞIMDA BÖYLE BİR PLANIM YOKTU:))

HERKESİ BEKLİYORUM: İÇERİK, SADECE BENİM YAZDIĞIM ÖYKÜ, DENEME VE KİTAP TANITIM YAZILARINDAN OLUŞUYOR. DAHA SAKİN BİR YER...

UZUN SÖZÜN KISASI; YAZMAK YAŞAMAKTIR, YAZMAK AŞKTIR...AŞK DOLU GÜNLERDE HEP BERABER OLABİLMEK DİLEĞİYLE...











http://sensizyildizlarabakamam2.blogspot.com/


3 Ocak 2010 Pazar

KELİMELERİN ÖRTÜSÜNÜ KALDIRABİLEN BİR BİLGENİN SEYİR DEFTERİ: GEZGİN



KELİMELERİN ÖRTÜSÜNÜ KALDIRABİLEN BİR BİLGENİN SEYİR DEFTERİ: GEZGİN




Kitaplar çeşit çeşittir. Bazılarını bir solukta okur, beğenir lakin kitaplığınızın yüksekçe bir yerine koyar, belki bir daha da okumazsınız.



Kimisi başucu kitabı oluverir; samimiyeti, ve her an okuruna verdiği destekle.



Kimisi kolaydır, elden ele dolaşır, tabi dimağlarda bıraktığı lezzet de okunma hızıyla paraleldir.



Bazı kitaplar da vardır ki; hakikat yolunda kilometre taşı gibidir. Defalarca okunur, düşünülür, sindirilir. Her okunduğunda bir başka giz sunar ısrarlı emekçisine.



Bir de “Her şeyin vakti, saati vardır.” gerçeği ile yüzleştirir böylesi kitaplar ve vaktinden önce lezzetini sunmaz kalbi ile kapısına gelmeyene.



Gezgin, böylesi bir kitap oldu benim için: Yayınlandığı zaman yazarına olan güvenle alıp okuduğum ama “öğrenmenin yolunun aşktan geçtiğine olan inancı” tazelenmemiş gönlümde yeterince makes bulamamış bir eserdi Gezgin. Onu sonrasında defalarca daha okumak arzusuyla elime alsam da nasipten öteye yol olmadığından başlayamamıştı yolculuğum Gezgin’le.



Kısa bir zaman önce, onlarca hiç okunmamış eser sırada beklerken, Gezgin okumak arzusu sarınca ruhumu, vakti saati geldi belki diye aldım elime, başladım satırlar arasında gezinmeye.



Kitaba girizgah yapılan satırlar; Yunus Emre’den alınmıştı,



“Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi

Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası” diye haykıran bu dizeler zor bir yolculuğun takipçisi olunacağını ifade etmekteydi.



GEZGİN’ in baş kahramanı Şeyh-i Ekber de denilen İbn Arabi, bazı kesimler için İslam irfanının güneşi şeklinde tanımlanmakta, bazı kesimlerce ise görüşleri tasvip edilmemekteydi. Devrin son büyük alimi, onun için, 'ulum-ı İslamiyye’ nin mucizesidir' derken vahdet-i vücuda dair düşüncelerine bazı eleştiriler de getirmişti.



Batılı düşünür Voltaire de, İbn Arabi Hazretleri hakkında, 'Müslümanlar arasında bir adam çıktı nihayet, onu da müslümanlar kabul etmiyor' diyerek bu kısır tartışmayı ifade etmişti.



Ancak GEZGİN bu tartışmalar dışarıda tutularak, hatta kalpte en ufak bir şüphe olmadan, tam bir teslimiyetle kaleme alınmış bir anlatı olarak, çıktığı yerden, kalpten kalbe ulaşacak kadar hasbi kelimeler bütünü olarak elimizdeydi.



“Hz. Şeyh-i ekber, sınırsız denizdir, O'nu bir kez tadan, tanıyan sarhoş olur,

başka bir şey göremez hale gelir “ diyen yazar, aşkla yola çıkmış, bu kitapla hayatı boyunca sekizyüzden fazla eser veren bir bilgenin öyküsünü anlatmak gibi ağır bir yükün altına girmişti.



GEZGİN’DE, hayatını bir seyyah olarak geçiren bilgenin gittiği yerler gerek fizik gerek manevi seyir ve menzilleri açısından o kadar net ve canlı resmedilmişti ki, kimi yerlerde okuyucu kitabın yazarının bilgenin yanı başındaki dostu Abdullah olduğunu sanırdı.



Kitap Endülüs’te Gezgin ile Filozof’un karşılaşmasında, “Bugüne değin yaşadıklarından öğrendiğin, ilahi esin ve aydınlanmayla ulaştığın sonuç nedir? Sorusuyla başlıyor ve tüm kitap boyunca yaşananlar ve geçilen menziller sonunda yine aynı soruyla noktalanıyordu.19 yaşında keşfen verilen cevap kalbi mertebeler katedilip bereketli bir yaşam sürüldükten sonra aynı cevapla noktalanıyordu: “Evet ve Hayır”



Kelimenin kalbine bakma gayretinde bir yolculuğun izlenimlerinin sunulduğu kitapta birbirinden ilginç, giz dolu anı, kronolojik sıra gözetilerek sıralanıyor, her sayfada okuyucunun hayret duygusu kamçılanıyordu. Bu anılardan küçük bir seçkiyle devam etmek kitap hakkında daha fazla fikir vereceğinden birkaç anekdotu burada zikredelim:



“Daha dokuz yaşındayken İşbiliyye’deki Müsenna isimli 95 yaşındaki bir gönül eri kadının hizmetinde bulunmak üzere evden ayrılmıştı GEZGİN. Orada hal dilini öğrenmiş, bir aşıktan nağmeler dinlemişti. Bir gün yine bir cezbe halinde, ”Allah’ı sevdiğini söyleyen ama O’nunla huzur bulamayan kimseye şaşırıyorum. Oysa O, kulunun gördüğü Varlıktır. Kulun gözü her gözde O’nu görür. Biran bile gözlerinden yitmez. Bu gibi insanlar sürekli ağlarlar. Bunu ise hiç anlamıyorum. O’nu seviyorken nasıl oluyor da ağlıyorlar?

Hiç utanmıyorlar mı? AŞIK, İNSANLARIN ALLAH’A EN YAKIN OLANIDIR, çünkü her an O’nu görür. O halde kime niçin ağlıyorlar?” demişti kadın, gezgine.



“Orada dört yıl kalan gezgin Kurtuba’ya döndüğünde, kendisini karşılayan şeyin, yüreğine düşmekte olan aşk ateşi olduğunu görmüş ve bunu kaderin bir sırrı olarak alıp bağrına basmıştı. ”AŞKTAN KAÇILAMAYACAĞINI BİLİYORDU.” Diye başlayan üçüncü bölümde Yaşlı kadından aldığı son öğüdü tutuyor, tek çaresinin boyun eğmek olduğunu anlıyordu GEZGİN gönül gözüyle. Aşık olmuştu ama kime aşık olduğunu bilmiyordu. O ateşle dilinden dizeler dökülmeye başlamıştı bile.



“ Koş, acele et, yeniden ele geçirmek için ömründen geçip gideni…Sevgiyle seslen, ey gönlümün son dileği, giz ve anlam ne kadar tutkundur Sen’den gelen habere…Sana benzeyen her şeyin yokluğu ve inkarı olmasaydı, Sen’in bakışından gelen her şey yanmasaydı, Sen’i görmekten başka bir isteğim olmazdı. SEN’DEN SÖZETMEYEN HİÇBİR YAZIYI OKUMAZDIM. SEN’İ ANLATMAYAN HİÇBİR YÜZE BAKMAZDIM. SANA ULAŞTIRMAYAN HİÇBİR YOLA GİRMEZDİM. DİLİYORUM SEN’DEN EY EŞİ VE BENZERİ OLMAYAN SEVGİLİ, SENİN GÜCÜNÜN BANA HÜKMETTİĞİ ŞEYİ İSTİYORUM. HER ŞEY SEN’DENDİR, NİTEKİM BANA DEDİN: KAZAM, KADERİMİ GÖRMENDİR, kim yazgısının dışına çıkabilir?” diye dökülüvermişti kelimeler gönülden söze, yayılmıştı dilden dile.



Önce aşka tutuldu GEZGİN: “Aşk, insanın dünyasını alt üst eden” bir duraktı. Her zaman yıkandığı ırmaktan çıkarır her an ayrı bir gökte gezdirir, her vakit ayrı bir dağa çıkarırdı aşk insanı. Ruhunu dehşet ve ürperti içinde bırakırdı. Aşkla yandıkça etrafını ışıtmaya başlamıştı GEZGİN. Ve aşk burcundan şefkat burcuna geçmesi de uzun sürmemişti.



Manevi seyahatinde menziller aşarken şehir şehir, dergah dergah da gezmekteydi, İbn Arabi GEZGİN’de. Sahiplik duygusundan arındırdı gönlünü cezbe ile ilk açılma gerçekleştiğinde. Elinde ne varsa çıkardı, herhangi bir şeyin sahibi olduğunda onu hemen armağan etmeyi adet haline getirdi. Böylece gönlünde gerçek anlamda kulluk etmekten başka bir dileği ve çabası kalmamıştı.



“Susku, gömünün kapılarını araladığında” gizlere erişti Gezgin ve bir başka diyarın yolunu tuttu. Her gittiği yerde kainatın zikrini izliyor, onlara katılıyor, arzın halifesi olarak Rabb’ine sunuyordu. İşte böyle bir gün korulukta ıslanan ağaçların zikrini dinleyip oraya yöneldi. “Su da bir elçidir.” diye fısıldadı. Çoğu zaman çocukların ve yağmurun biatının, yani Rabb’ine bağlılıklarının taze olduğunu söyler, onların haberini dinlerdi. “Yağmur sık ağaçların dallarının arasından iniyordu. Bu inme değil bir yücelme sanki diye konuştu.“ Damlalara dikkat kesildi sonra.”Her birini bir melek indiriyordu. Melekleri görmeye çalıştıkça, onlar kendini gösterecekti, biliyordu. Damlanın birine girdi ve orada bir dünya olduğunu gördü. Bir prizmanın içiydi sanki…Damla, içinden kandille ışıtılan bir fanus gibiydi. Işığın kaynağına baktı renklerin içinden, renk yoktu. Ama ışık onları bir kaynaktan getiriyordu. Bir zaman damlanın içinde yürüdükten sonra, yağmurun dindiğini gördü. Çıktı damlanın içinden.”



Düşünme katından anma katına geçerken noktanın gizlerine vakıf oldu, GEZGİN. “Kelime, harfin çiçeklenmesidir. Ve tümü noktadır. Nokta, bütün kitapların anasıdır.” gerçeğini idrak ettiğinde “Tüm harflerin noktanın özüne sığdığını, o patladığında sonsuz harfler çıktığını gördü. Zaman içinde zikirlerini “O’ndan başka Allah yoktur “ diye değil Allah diyerek çekti. Bir gün gönül dostu Abdullah bunun nedenini sorduğunda “Soluklar, Allah’ın iki eli arasındadır, benim değil. La (hayır) demekte olduğum bir anda beni çağırmasından, olumsuzlamanın vahşeti ve korkunç yalnızlığı içinde can vermekten korkuyorum” diye cevap verdi.



Bir gün ders aldığı bir Şeyhinden şöyle bir hakikat dinlemişti:

“Beni isteyen Beni arar. Beni arayan Beni bulur. Beni bulan Beni sever. Beni seven Bana aşık olur. Bana aşık olana Ben de aşık olurum. Ben aşık olduğumu öldürürüm. Öldürdüğümün diyetini ödemek bana düşer. Onun karşılığı da bizzat Benim.”



GEZGİN, beş evreden oluşacak yolculuğunun üçüncü evresinde iken Hızır’la karşılaştı. Bu zaman zarfında ders aldığı dergahın şeyhi bir gün GEZGİN’e şu öğütleri verdi:

“Yoksulu doyurmak insanın zikirle ulaşabildiği arınmadan daha yüksek bir huzur hali sağlar. Unutma, biz doğduğumuz gibi terk ederiz dünyayı. Derviş, annesinden dünyaya düştüğü gibi yaşamayı başaran kimsedir. Bunun en etkili yolu ise sahip olduklarından başkaları için feragat etmektir. İnfak etmeyen kulluğunda sadece Allah’ın hoşnutluğunu gözetme düzeyine ulaşamaz. İnsanı arıtan paylaşmaktır.”



Modernleşme ile yalnızlığa sürüklenen, karşılıksız yardım etme duygusu farkında bile olmadan elinden alınmış günümüz insanı ne kadar da muhtaç bu öğütlere. Kendini bir aynada seyretmeye, varlık sebebini anlayıp, kalbini zehirli bir sarmaşık gibi sarıp sıkan sıkıntılardan sıyrılıp aşkın düzeylerine geçmeye.



”İster dünya isterse ahiret yurdu olsun, insanın kendi algısını silerek tümüyle O’na bağlanmasıyla ulaştığı her menzile cennet denir.” diyor İbn Arabi GEZGİN’ de. İman ve inancın , insan, zindanda bile olsa bahtiyar bir ruh hali sağlamasıyla cenneti hissettirir olacağını hatırlatıyor, o ışıkla içi aydınlanmamış bahtsızların da saraylarda dahi mutsuz, çaresiz, yalnız kalacaklarından dem vuruyor Gezgin, kelimelerle ördüğü eserlerinde.

Birbirinden değerli ifadelerin yer aldığı Mekke Fetihleri adlı kitabının dördüncü cildinde

” İnsanlar uykudadır, ölünce uyanır “ gerçeğini de ekliyor GEZGİN, bir şefkat tokadı inceliğinde.



Bir başka bölümde “Hiçbir kederin ruhlarını bulandırmadığı kimselerdir” diye tanımladığı dervişlerin yoksul görünümlerine aldanıp kuşku ve küçümseme ile bakan gayrimüslimlere, “İçi zengin olan dışını süsleme ihtiyacı duymaz” diyerek karşılık veriyordu GEZGİN. Bu söz bile tek başına günümüz sıkıntılarına ilaç olacak kadar veciz iken bugün hala böylesi bilgelerin eserlerinden uzak olmamız ne kadar acıdır.



Gezgin’de yazarın yapmak istediği şey; içimize “ bilge”nin tohumlarını saçmak ve kitabıyla ilk suyu verdikten sonra sahneden çekilmektir. ”Tohum saç, bitmezse toprak utansın!” diyen şair söz konusu dizeyi sanki bu hakikati resmetmek, için söylemiştir.



Kitabın ilerleyen bölümlerinde de “konular kılcallaştıkça”, okuyucunun “dimağı kamaşıyor” ama her sayfasında ayrı bir sır ve o sırrı öğrenmenin ilk adımı hayret karşımıza çıkıyordu. GEZGİN, kitaplarında varlığa ilişkin birçok kavramı açıkladığı gibi burada da devreye giriyor; “Hayret, insanın aklının kilitlenmesinden dolayı ortaya çıkar “ diyordu. “Ancak bunları keşif yoluyla bilenlerin aklının hayrete uğramaksızın kabullendiğini” aktarıyordu yazar seçkilerinde.



Yine bir bölümde GEZGİN şöyle diyor, sanki günümüze ışık tutuyordu: “Öyle bir zamandayız ki bilgisizlik çoğalmış, gayretsizlik artmış ve yalancı iddialar ortayı doldurmuş. İnsanlar birbirlerine uydurma hikayeler anlatıp duruyor. Peki biz ne yapalım? Kime kızalım? Herkes bir yol tutmuş gidiyor. TÜM KEDERİMİZ GELİP GEÇİCİ OLAN DÜNYANIN İŞLERİ OLMAYINCA, OLAYLARIN ELİNDE OYUNCAK OLMAYIZ, FANİLİK VE ÖLÜM ÇIĞLIKLARI KULAKLARIMIZI DOLDURMALI.”



Kitap, “Baştan ayağa gönül kesilmiş” bir bilgenin manevi seyahatinden dem vurdukça, madde aleminde gezdiği şehirler de öyle canlı tasvir ediliyordu ki, bir film seyreder gibi ilerliyordunuz kitabın bölümlerinde ve böylesi zor bir yükün altındaki yazarın da baştan aşağı gönül kesilmesiyle bu işin üstesinden geldiğini anlıyordunuz o demde. Ve eğer siz de gönülden bir okuma yapmıyorsanız dışarıda kalıyordunuz, sayfalar ilerlese de.



GEZGİN sizden vaktinizi, GEZGİN SİZDEN KALBİNİZİ İSTİYOR, öylece okuyup kapağını kapatıp gitmenize müsaade etmiyor. Belki hakikate giden yolda bir anahtar olup kapının önüne getiriyor gezgin. Kapıyı, ardındaki ışığı gösteriyor, lezzetlerinden bahsediyor ama seçimi size bırakıyor.



Yazar bir bölümde Gezgin’in okumaları üzerinden ince bir mesajla şu gerçeği de hatırlatıyor okuyucuya: Kitapları biz seçmeyiz. Kitaplar bizi seçer. Dilerim ki, GEZGİN de bizi seçen, kalbimizi Allah’a açmamıza sebep olan bir kitap olur. Dünyaya gelişinden gidişene kadar yaşadığı yolculukta yalnız olan insanoğluna arkadaş, öteler yolculuğunda da yoldaş olacak kitaplara bir girizgah sunar.



O’na teslim olup nesneleri teslim alacağımız hakikatini gönlümüze kazıyacak kitapların bizi seçmesi temennisiyle…



HANDAN GÜLER







LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin