28 Ekim 2009 Çarşamba

‘Gönül deniz, dil kıyıdır. Denizde ne varsa kıyıya o vurur’




‘Gönül deniz, dil kıyıdır. Denizde ne varsa kıyıya o vurur’
BİR DEĞİL İKİ HATIRLATMA:))

1-Birinci Etkinlik:-------------------------------------------

Türk edebiyatının saygın ve etkili kalemlerinden Sadık Yalsızuçanlar, Anadolu Mayası ile nicedir hasretini çektiğimiz lakin ulaşamadığımız türden bir bilgelik şölenine davet ediyor bizleri…

Anadolu’nun ruhunu oluşturan kültürel ve estetik unsurlar, kişiler, eserler etrafında her ay bir kültürel-tarihsel gezintiye çıkacaksınız. Sadık Yalsızuçanlar’ın dilinden bu kadim toprakların büyük hikayesini kuran, Anadolu mayasını mayalayan kişilerin, eserlerin hikayelerini dinleyeceksiniz. İkincisi gerçekleşecek etkinlik için gerekli bilgiler :

Tarih:  28 Ekim 2009 Çarşamba
Yer: Pendik Mehmet Akif Ersoy Sanat Merkezi
Saat 19..00
 
2-İkinci Etkinlik:--------------------------------------------
 
Konu : Aşkın Zirve Noktası: Hallac-ı Mansur -Sadık YALSIZUÇANLAR
Yeri : Ümraniye Kültür Merkezi
Tarihi: 29.10.2009 Perşembe
Saati : 19:30


İstanbul'lulara sunulan bu fırsattan bu sefer benim de nasiplenme şansım olmasını diliyorum.Umarım en azından perşembe günü dinleyiciler arasındaki yerimi alabilir,aşkın zirve noktasını idrake çalışabilirim:))

MADEM KONU AŞK GÜZEL BİR ŞARKI DİNLEYELİM:





BİR DE BİR ŞİİR MEVLANA'DAN:

AşK Gazeli...................... Mevlana Celaleddin-i Rumi
Ululukta değildir aşk,hünerde değildir..
Bilgide değildir,hem defterde değildir..
Kitap sayfalarında hele hiç değildir.
Halkın dedikodusu da olamaz aşıkların yolu..
Dalı sonsuzluktadır aşkın,kökü ilksizliktedir..
Ne arşa dayanır bu ağaç,ne toprağa..
Bir gövdesi de yok ki gövdeye dayanası.
Aşk gelince aklı koyduk rafa,
Heva ve hevesi falakaya yatırdık.
Akla ve ahlaka yaraşır şey değil çünkü,
Şu kendini beğenmişlik..
Hani ey aşık,hani özlem çekiyorsun ya Sevgili’ye!
Bil ki Sevgili’dendir özlemin özü.
Odur asıl sana özlem duyan..
Çünkü o tutuşturmayınca alevi,kimsede olmaz ateşi
(ve aşk ateşi önce sevilene,ondan sevene düşer.)
Deniz yolcusuna ya korku,ya umut tahtasıdır gemi.
Yolcu da,tahta da yok olunca ne kalır ki yokluktan başka!..
Bir tahta parçasına verdinse gönlünü,
Boğulmaktan korkarak,yol eri değilsin sen.
Belki aslına isyan eden bir isyancı!..
Bir şerbet sun bana canlar bağışlayan dudağından da
Şifa bulayım derhal.
Hastaya bundan daha etkili ilaç mı bulunur?
Sustum!
Bir harf bile söylememin imkanı yok yoklukta artık.
Aslı olmayan sözlerdir çünkü hep dilimde,
Gerçek değil surettir hep..
Cana eziyetten başka bir şey vermez ki söylesem!..
Sustum!
Çünkü hadden aşkın olacak söz,kabından taşacak..
Ne kulaklarda onu anlayacak bir kudret var oysa;
Ne anlayışında ona uygun bir kabiliyet!..
Ey Tebrizli!.
Hem denizsin sen,hem inci..
Allah nurundan başka bir şey değil varlığın da!..
Hz.Mevlana k.s.


27 Ekim 2009 Salı

"Bensizliğin hesabı seni bensiz bırakıyor"


Bu ara bende sadece kitap tanıtımları var...Çünkü sadece okuyabiliyorum koşuşturmaca arasında...Ve size küçük notlar iletiyorum faydası olur belki umuduyla.

Bu akşam Cem Mumcu'nun binbir insan masalları serisinin üçüncü kitabı olan HASSAS RUHLAR TERAZİSİ isimli kitabını bitirdim.Aynaya baktığımda yukarıdaki kapak resminde yer alan kız gibi dağıldığımı gördüm.

Çarpıcı hikayeler var bu seride...Sarsıcı, delilikle deha arasında gelip giden ya da deliliğe çadır kurup oturanların edebiyatçı bir psikiyatrın gözünden gönlünün kalemiyle yazılmış kısa öyküler...Bir kısmı intiharla biten bir kısmında ucu açık bırakılan, sizin tamamlamanız için fırsatlar sunan hikayeler...

Psikoloji, hüzün ve sonuçları ile ilgileniyorsanız okuyun derim.Yok ben eğlenceli şeyler arıyorum diyorsanız Cem MUMCU sizin için doğru adres değil. Her şeye rağmen çarpıcılığı ve yalınlığı ile değerli bir seri var karşımızda...

Bir de pazartesi akşamları 23:30 da TRT 2 'de yayınlanan bir programdan sözetmek istiyorum size:Az önce seyrettim ikinci kez ...Güzel, sakin, ruhu okşayan, kalbe ulaşan bir sohbet vardı SAVAŞ BARKÇİN ile RASİM ÖZDENÖREN arasında...

Sözlerimi bu programın son cümlesiyle bitirmek istiyorum; benim çok hoşuma gitti: ELİNİZ KARDA, GÖNLÜNÜZ YARDA OLSUN...



26 Ekim 2009 Pazartesi

iyi ki doğdun yiğeeeniiimmm!



Bu gün biricik sevgili yeğenim Furkan'ın 2. yaş günü ...İyi ki doğdun bebek...Hoşgeldin dünyamıza...Umarım bu dünyayı güzelleştiren iyi insanlardan olursun...







25 Ekim 2009 Pazar

yürek kredisinin ne dibi vardır, ne bitimi...



Elif Şafak'tan...

 Kadife dostluklar, dikenli aşklar

Dost”, Türkçenin en güzel kelimelerinden. Yalın, şeffaf ve tatlı; insanın ağzında akide şekeri gibi eriyen. “Dost” başka, “arkadaş” başka. Keza “yoldaş”, “kardaş”, “ruhdaş”, “rüyadaş” başka. Öyle güzel ayrıntılar var ki dilimizde, başka dillerde karşılığını arasanız, kolay kolay bulamazsınız. “Sevgi” başka “aşk” başka. Arkadaş bir esinti ise, ferah ve latif; dost kuvvetli bir rüzgâr demek, bir deligüzel yel, saçıp dağıtan, tutup silkeleyen. Arkadaş çiseleyen bir yağmur ise, dost bir fırtına demek. Parçaları yerinden söken, tozu dumana katan, insanı sarsıp kendine getiren.. O yüzden bu kadar azdır gerçek dostlar. Doğası gereği. O yüzden sarılmak gerek sıkı sıkı dostluğun kadife ipine. Ve kulak vermek nabzına, ritmine. Dostların arasında olmak çöl ortasında kendini yemyeşil bir vahada bulmak gibidir. Kuruyan dilin suya doyar, daralan yüreğin ferahlar, içindeki karamsarlık sisi perde perde kalkar. Dost umut demektir. Faniliğinle, eksikliğinle, kusurlarınla, takıntılarınla çok daha barışık hale getirir seni. Dostun seni seviyordur ya, aynen bu halinle seviyordur ya, sen de kendini daha çok sevmeye başlarsın. Onun gözünden kendine bakarsın. Bir damla içersin dostluğun iksirinden, dünyaya bakışın değişir. Bir yudum daha, sırtın dikleşir, özgüvenin pekişir. Dost hekimdir, lokmandır, şifacıdır. Herkese karşı billur bir köşk yahut camdan bir parça olan kalbin, dostunun elinde lastik bir top oluverir. Dost atar topu yere, vurur duvardan duvara, gene de bir şey olmaz. Lastik top seker, zıplar ama kırılmaz. Dost yalakalık yapmaz, lafı dolandırmaz, diplomasi falan bilmez, çat diye söyler meramını, sözünü sakınmaz. Onun yergisinde iltifat, siteminde sevgi saklıdır. Dost ne dese kızılmaz. Ona kırılmak olmaz.
Dosta açılan kredi, yürek kredisidir.

24 Ekim 2009 Cumartesi

:: 'GÜCÜNÜZ YETSE DE AZICIK BAĞIRSANIZ BİR YANKI DURMADAN YALNIZSINIZ DURMADAN YALNIZSINIZ' ::




Güzel bir kitaptan iki değerli deneme var bugün heybemizde:

:: 'GÜCÜNÜZ YETSE DE AZICIK BAĞIRSANIZ BİR YANKI DURMADAN YALNIZSINIZ DURMADAN YALNIZSINIZ' ::
Sadık Yalsızuçanlar

Ne zaman masum bir yalan söylemek zorunda kalsam, Edip Cansever'in bu mısralarını hatırlıyorum.
Ne zaman 'babamın öldüğü yaş'a geldiğimi hissetsem...
Ne zaman istemediğim bir seyahate çıkacak olsam bu dizeler gelip konuyor yüreğime.
Ne zaman Tutunamayanlar'ı okuduğum günleri hatırlasam...
Ne zaman adım başı bir yoksulun mustarip çehresine çarpsam bu dizeler kanatıyor içimi.
Ne zaman ellerinde cep telefonları sağa sola koşuşturan, saçları jöleli, Polo giyimli delikanlıların çalıştığı; granit döşeli, cam kaplamalı büyük ofislere girmek zorunda kalsam...
Ne zaman ruhun bedenden ayrılışı gibi bir acıyla ayrıldığım sevgilimi düşünsem, bu dizeler yakıyor ciğerimi.
Ne zaman güvercinlerin konmadığı lüks iftar yemeklerine gitsem...
Ne zaman kendi doğasına ihanet etmekten çekinmeyen biriyle bir asansörde yalnız kalsam bu dizeler düğümleniyor boğazımda.
Ne zaman kendi doğasının sınırlarına hapsolmuş birine baksam...
Ne zaman ailesini Sırp cellatların ellerinde yitirmiş Ayka'yı görsem düşümde bu dizelerle uyanıyorum.
Ne zaman vapur kaçıran Çeçen savaşçılarının Seben hapisanesindeki mahçup gözlerine baksam...
Ne zaman Nilgün Marmara'nın mor defterine uzansam bu dizeler çarpıyor alnıma.
Ne zaman İlhami Çiçek'in karakalem portresine baksam...
Ne zaman lösemili çocuklar yararına büyük bir otelde yapılan kermese katılsam bu dizelerle dolaşıyorum insanlar arasında
Ne zaman mendil satan altı yaşındaki kız çocuğu, kırmızıda duran arabamın camına doğru koşsa...
Ne zaman Cahit Zarifoğlu'nun güncesinin ilk cümlesini okusam bu dizeler tutuyor elimden.
Ne zaman Frankfurt Taunnusstrasse'deki kaldırımda boyun damarına zehir şırıngalayan Peter aklıma gelse...
Ne zaman henüz doğmamış bir çocuğun acısıyla kıvranan bir genç kadın çıkmasa aklımdan bu dizeler boğuyor beni.
Ne zaman beş yavrusuyla açbiilaç sokakta kalan dul bir kadın tanısam...
Ne zaman ütopyasını yitiren halkıma bir gökdelenin son katından baksam bu dizeler asılıyor zihnimin tavanına.
Ne zaman kalabalık içinde kendimi bir bozkırın ortasındaki tek ü tenha bir ağaç gibi hissetsem...
Ne zaman kirli bir iktidar savaşının mermileri uçuşsa yanımda yöremde bu dizeleri bir kalkan gibi tutuyorum elimde.
Ne zaman yalnızlığımı kötü bir beraberlikle değişsem...
Ne zaman emeğinin karşılığını alamayan bir çilekeş emekçinin evine girsem bu dizeler açıyor kapıyı.
Ne zaman kendi kendini aşağılayan bir kadını seyretsem...
Ne zaman ki bu dizelerin kaçınılmaz olduğunu anlayacağım
İşte o zaman bu dizelersiz bir hayatta olacağım.
* * * * *
Geçen Gün Ömürdendir
Şule Yayınları, İstanbul. 2000

http://www.sadikyalsizucanlar.net/eskisite/turkce/guzeran/deneme/gucunuzyetse.htm

Gecen Gun Ömurdendir

Yine bir gun eskiyor.
Atkestanesinin golgesinin dustugu sokakta guvenli adimlarla yuruyen orta yasli bir kadinin saclarini yaliyor ruzgar.
Kumrular sokaga uzanan yolda zaman zaman sukuneti yirtan tasit gurultulerine boguluyor ayaksesleri kadinin.
Alninda, parmaklarinda ve dizlerinde zamanin kesik ve geri donulmez izleri okunuyor. Telassiz, dalgin bir muzikle cigniyor topragi ayaklari. Zaman ruzgari nesneleri eskiterek esiyor ve bir gun daha buharlasiyor.
Bir an, bir dakika, bir saat derken bir gun daha geciyor omurden.
Kadin yurudukce her an yeni bir zamana erdigini dusunmuyor.
Her adimiyla yeni bir ani resimledigini.
Gunes her an yeni bir yuzle isitiyor nesneleri.
Aydinlanan nesneler her ani daha eski bir gozle gozluyor.
Yine bir gun eskiyor, bir yaprak dusuyor omurden.
Tazelenen omrumuzle her an bir adim daha yaklasiyoruz topraga.
Yogruldugumuz topraga karismak ve varligimiza maya olmak uzere karildigimiz toprakla ortunmek uzere bir adim daha atiyoruz zamanin yeni bir karesine.
Bir cocuk cikiyor kosarak evin birinden kesiyor kadinin adimlarini.
Cocugun golgesine bakiyor kadin sadece.
Taze bedeniyle kendisindeki eskiyen omre kiyas olmasi icin ciplak bir gozle bakmiyor cocuga.
Zaman ruzgariyla yarisircasina ozgur ve serazat kosuyor cocuk.
Isi cok, zamani yok bir adamin telasina benziyor kosar adimlari.
Derken tasitlar, kosusturan birkac ogrenci, ask sakalari yaparak yuruyen bir cift naylon posetle bir gunluk ekmegini tasiyan cizgili, lacivert ceketli yasli bir adam geciyor sokaktan.
Evlerin yuzu eskiyor, bir gun daha yitiyor omurden.
Herkes ve her sey oluye donusmek uzere yarisiyor zaman yeliyle.
O hic durmaksizin esiyor ve dokundugu nesnelerin canindan bir can kopariyor.
Cana can katiyor bu ruzgar kabayel gibi.
Poyraz oluyor bazen donduruyor nesneleri.
Kabayel oluyor eritiyor buzlari.
Samyeli oluyor sonra kurutuyor canlari.
Zamanin dokudugu iplere benziyor adimlari kadinin.
Bir ilmek.. bir ilmek daha...
Bir ilmek.. sonra.. esyanin yuzundeki faniligi resmediyor, Usak Murat Dagi'ndaki Turkmen kizinin ceyizlik kilimini dokur gibi oruyor fenasini her seyin.
Bosluga duser gibi atiyor adimini kadin.
Bir adimla dusuyor bosluga zaman ve gun surekli eskiyor.
Gun eskiyor, pencereden odaya dusen isik eriyor yavas yavas.
Gun eriyor ve bir gun daha ucuyor omurden.
Omurden giden ardinda gun isigiyla yikanmis soylu bir huzun birakiyor.
Geride kalanin huznune atiyor adimini atan.
Gecenin huzunlu resmini tasvir ediyor.
Bir degirmen tasi gibi ogutuyor gunu sokak.
Kirilgan bir genc kiz yuruyor simdi ayni yolda.
O da soluk bir fotograf birakiyor her saniye.
O da her an yeni bir yuze bakiyor eskiyen bakislarla.
Ardindan adimlari geri geri gidiyormus gibi hayata karsi isteksiz bir delikanli...
Araclarin homurtusunda eriyen zamanin kilcal uclarina siziyor gibi yuruyenler...
Ani ogutuyor sokak.
Un ufak ediyor ve geride mutsuz cehreler birakiyor.
Bedensiz yuzler, yuzsuz bedenler birakiyor geride.
Geride daglar yukseliyor komurden.
Bu daglar komurdendir gibi bir agit.
Gecen gun omurdendir...
Gecen, gecilen bir sanciya atiliyor adimlar.
Adimlar komurden daglari golgeleyen bulutlar gibi kendinden geciyor.
Icinden gectigi zamani bir tunel gibi karanlik ve sonu gelmez saniyor.
Sonu gelmez bir kabusmus gibi geciyor gecmekte olan.
Gectikten sonra goruluyor ki felegin bir kusu var.
Cirnagi demirdendir.
Zamanin resmini kazir yuzlere.
Yalnizligin ve mutsuzlugun yuzunu yirtar ve kanatir topragi.
Bir gun daha eskidi agacin dallarindan asti gunes.
Cekildi gun ve yalnizligin resmi fiskirdi komurden daglarda.
Simdi geceni, gecmekte olani bir tokat gibi insanin yuzune carpan resim beliriyor ufukta.
Bu resimde dunyaya ilk kez bakan bebegin gozbebeklerindeki isiltiyla.
Son kez bakan ihtiyarin yuzundeki acinin tum renkleri birlikte gorulebiliyor.
Gecen gun omurdendir diyor her iki bakista.
SADIK YALSIZUÇANLAR

23 Ekim 2009 Cuma

BAŞKALARI İSTEMEZKEN SENİ...


''Bir''................................. Senai DEMİRCİ

Biri iste; başkaları istemeye değmiyor.
Başkaları istemezken seni, önce O istedi.
Yolunu bekleyen yokken, hiç ummadığın bu varlığı isteyeceğini bildi.
Seni yoklar arasından seçti ve istedi.
Yokluğunun derdinde değilken başkaları, varlığını O önemsedi.

Sen şimdi, başkasını istesen bile, başkası seni istemiyor.
Yüzü seni istiyormuş gibi görünse de, özü sana sessizce veda ediyor.
Elinde olsa da, elinde kalmıyor.
Yanında olsa bile, sana vefa göstermiyor.
İstediğin kadar seninle kalmıyor.
İstediğince sana yâr olmuyor.
İstediğin yere gelmiyor.
Sürekli eskiyor, eksiliyor..
Arkasını dönüp gidiyor.
Yanına kâr kalmıyor.

Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.
Sen kendi sesine bile yabancı ve sağırdın.
Sesinin yutulduğu, sözünün boğulduğu o unutulmuşluktan seni O aldı.
Kendi sesin bile erişemezdi kulağına.
Herkesin sana sağır olduğu yerde,
yokluğuna ağlayışına, eksikliğine yanışına kulak veren O oldu.
Ağlayanın bile olamazdı yoksa.
Eksikliğin kimsenin derdi olmazdı asla.
Sevdiklerinin çağırdığı yerde hiç olmasaydın, seni şimdi hiç çağıran olmayacaktı. Adını anmayışlarına bile aldırmayacaklardı.
Sessizliğini kocaman bir imdat çığlığı olarak duyan ilk O oldu.
Seni çağırmasını bile bilmeyecekleri niye çağırıp durursun?
Her çağırdığın yere gelemeyecekler için nasıl da çığlık çığlığa koşturuyorsun. Başka çağırdıkların sana çare olmuyor.
Kalbinin sesini duymuyor.
Yaralarını görmüyor.
Hüzünlerinin yanağına serinlik sunmuyor.

Biri talep et; başkaları lâyık değiller.
Kimselere lâzım olmadığın zamanlarda, varlığını lüzumlu gören yalnız O oldu. Kimselerin seni beklemediği odalarda, seni bekleyen, senden vazgeçmeyen bir O oldu.
“Olsan da bir, olmasan da bir” sanıldığın dönemlerde, başkalarının gözünde hiç değerin olmadı.
Yokluğun dipsiz kuyularından elinden tutup çekecek başka kimse yoktu.
Unutuşun karanlık odalarında yüzüne bakıp seni var etmeye değer gören yalnız O oldu.
Sen O’nu talep etmeden, O seni talep etti.
Kendi yokluğunu kendinin bile dert edinmediği sonsuz s/ağırlıktaki betonların altında seni bir O buldu.
Arayanının bile olmadığı talihsiz bir kayıptın sen, seni hiç olduğun yerden aldı, aranılır kıldı.
Var olmaya değer olduğun konusunda hep ısrarcı oldu.
Seni her an yeni baştan var etti.
Her sabah yeni bir beden içinde uyandırdı.
Başkaları seni gözden çıkardı ama O hiç çıkarmadı.


Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.
Sen seni O seni gördü diye gördün.
Senin kendini görmen bile O’nun seni görmesinden sonra oldu.
O seni görmek için görünür olmanı bile şart koşmadı.
Hesaplarda yoktun.
Ortalıkta gözükmüyordun.
Görünmeye değer değildin.
Görmeye mecalin zaten yoktu..
Başkaları yokluğunu göremezdi ki yokluğuna acısın da seni gözdesi eylesin. Başkaları eksikliğini hesaplayamazdı ki, varlığınla bir şeylerin tamamlanacağına inansın.
Sen görmeye istekli değilken, görmek istediğini gördü.
Sen kendi körlüğüne bile kör iken sana gören gözler verdi, görmeye değer güzellikleri hazır etti.
Yoksa başkaları ne seni görürdü ne sana görünür olurdu.
Başkaları görmeye değer bulmadı seni.
Öyleyse, sen onları niye görmeye değer bulasın?
Başkalarının gözünden düşeceksin nasılsa, onların gözüne girip de n’edeceksin? Başkalarının teveccühlerinin başköşesinde yer kapmak hatırına O’nun seni görmek istediği yerlerden kaçtın.
Seni umursamayan gözlerde, aradığın merhameti bulamayacaksın.
Boş yere yorulma.
Mahzun ve yalnız bir gözyaşı gibi düş dünyanın gözünden…

Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır.
Sen kendi yokluğunu bilmezdin, senin yokluğunu bir O bildi.
Sen kendini bilmediğini bilmezdin, senin kendini bilmediğini de O bildi.
Seni yoklukta buldu.
Kendini bilir eyledi.
“Ben” diye/bilmene izin verdi.
Sen her gece kendini sensiz bıraktın, unuttun uykularda bedenini;
ama O
seni unutmadı,
O’nsuz bırakmadı, göz yummadı varlığına.
Yokluğunu hesaba katamazdı başkaları, bir O hesapladı sevdiklerinin gözlerinde olacak o korkunç boşluğu.
Varlığını yokluğuna tercih etti.
Yoklar arasında bildi seni.
Başkaları bilse de seni, en fazla bir ölü listeye yazarlar adını.
En fazla bir soğuk taşa kazırlar hatırını.

Unuturlar seni.
Önce unutmayacaklarına inanırlar.
Sonra unuttuklarına utanırlar.

Sonunda unuttuklarını da unuturlar.

Biri söyle; Ona ait olmayan sözler lüzumsuz sayılabilir.
Nefesine bir O’nun adı yakışır.
Sesin bir O’nu anmaya değer.
Sözün bir O’nun hatırına yaşar.

Başkaları ölüdür, diri nefeslerine değmez.

Başkaları unutur, sımsıcak sesini harcamaya gelmez.

Başkaları hatır bilmez, söz etmeye değmez.

Huu…

Senai Demirci

22 Ekim 2009 Perşembe

Evet bayanlar baylar mevzu derin, söz sizin!



Bu gün bir yazı paylaşacak ve görüşleriniz üzerinden bir derin mevzuyu tartışmaya açacağım: Dostluk ve Cinsiyet

Yazar diyeceğini diyor , ya siz ne diyorsunuz?


Dostluğun cinsiyeti yoktur o aşka benzer

27-01-2002 tarihli Sabah Gazetesinde yayınlanmış olup romancı BUKET UZUNER tarafından yazılmıştır.

Deniz aradı. Deniz, 'iyi misin?' diye sormak için aradı. Özlemiş.
Yalnızca bunun için. Ne dertlerini anlatmak, ne benim özel hayatımı öğrenmek, ne de benden bir 'ricada bulunmak' için. Hayır. Yalnızca beni merak ettiği ve özlediği için. Bunun güzelliğini bilir misiniz?

Sizi yalnızca bu nedenle arayan kaç kişi var? Annenizi sormuyorum. Benim sorduğum sizi yalnızca siz olarak seven ve özleyen anneniz dışında birileri var mı hayatınızda?

Varsa o kişinin cinsiyeti kesinlikle ama kesinlikle önemsizdir, diyeceğim. Çocukluğumdan beri erkeklerle kadınların iyi dost olamayacağı konusunda beni eğitmek isteyen birçok insan, bana gına getirten şu meşhur 'ateşle barut yanyana durmaz' atasözünü burnuma dayadılar. Her bozulan dostluk ilişkimde bunu karşı cinsiyetler arası dostluğun yürüyemezliğine yordular. Sonra kendi bindikleri dalı keserek, bu kez de kadınların birbirlerini kıskanmaktan birbirlerini sevmeye, dostluk etmeye halleri kalmayacağını anlatmak için 'kadın kadının kurdudur' söylemini ortaya çıkartılar.

ARKADAŞLIK MAHRUMİYETİ Bu durumda dünyaya dişi olarak gelmiş bir insanın cinsiyeti yüzünden asla ama asla tek bir dostu olamazdı. Çünkü bütün erkekler bütün kadınlarla yalnızca sevişmek isterlerdi, bütün kadınlar da kendi hemcinslerini çok ama çok kıskanırlardı. Eh tabii bu durum kadını bütün hayatı boyunca bir tek sevgilisi veya kocasıyla arkadaşlık etmeye mahkum ediyordu. Yani yapayalnız bir paranoyak olma şansı (!) veriyordu.

Ben bu sözlerin hepsine hep güldüm, hâlâ da gülerim. Çünkü doğru değildir. Çünkü kötülüğün, kıskançlığın, cinsiyetçiliğin, aptallığın ve sığlığın cinsiyeti yoktur. Kendi yaşamınıza, çevrenize ve tarihe bakın, kötülük, ihanet, aptallık ve iyiliğin adresinde cinsiyet yoktur. Ayrıca insanları cinsiyetlerine göre sınıflamak, onları tıpkı renklerine göre ayırmak kadar büyük bir ırkçılık, kötülük ve (eğer dindarsanız) günahtır. Ama en çok kolaycılıktır.

… Oysa benim yaşantımın her döneminde güvenilir ve insancıl erkek dostlarım oldu. Benimle sırlarını bir erkek arkadaşlarıyla paylaştıkları kadar içten paylaşan, benim de aynı içtenlikle yaklaştığım, sevecen, yapıcı, duyarlı, karşılıksız yardıma hazır, üzüntülerim kadar sevinçlerimi de paylaşacak kadar gani gönüllü, her yaştan, farklı uluslardan sevgili erkek dostlar, güzel insanlar tanıdım, tanıyorum. Zaten dostluk bu değilse nedir? Tıpkı aşık olduğum erkekler gibi, yalnızca arkadaşım olan erkekler de hayatımı güzelleştirdi, zenginleştirdi. Onlar olmasaydı, yaşantım yavan, bereketsiz kalırdı

… Evet, zor iştir ve herkes başaramaz ama işte aslında ondan sonra özgürleşiyor, ancak ondan sonra yaşamınızı kaliteli kılacak dostluklara açılabiliyorsunuz.
Şimdi bu yazıyı yazarken bazılarını yılardır görmediğim, ama yazışmayı sürdürdüğüm, bazılarını belki bir daha hiç göremeyeceğim, bazılarıyla da geçen hafta kahve içmek, yemek yemek için buluştuğum dostlarım burnumda tütüyor. Sevgili dostlarım, iyi ki var(dı)sınız, hepinize teşekkür ediyorum.

Bana gelince, benim yakın dostlarım arasında kurtluk yerine dostluk eden çok sevgili kız arkadaşlarım da ol(du)uyor elbette. Çünkü dostluk güzeldir. Dostluk aşka benzer, yaşamı zenginleştirir, kalitesini arttırır ama aşktan daha uzun ömürlüdür ve tarçın kokar.

Deniz'in cinsiyetine gelince... Artık bunun ne önemi var Allahaşkına? (Değil mi Deniz?)

yakaza...yakarken ...


21 Ekim 2009 Çarşamba

DELİ HASRET VURUYOR BAZEN...İÇİMİN DENİZLERİNDEN ...



İçimde bu şarkı gezinirken naif bir şekilde eski dostlara dair deli hasret
vurdu bir de...söz söyleyecek hal kalmadı ben de.Bu gün için Ahmet Altan'dan bir alıntı var:

Özlemek

Birden özleyiveriyorsunuz...
Çoktan unuttugunuzu sandiginiz
ya da yalnizca bir kere karsilastiginiz
ve özlemek için yeteri kadar tanimadiginiz birini
bir sabah çilginca özleyerek uyaniyorsunuz.
Rüyalariniz, içinizdeki o gizli,
esrarini ele vermez büyücü,
siz çarsaflarinizin arasinda,
bütün tehlikelerden uzak,
güvenle yattiginizi sandiginiz bir anda,
usulca ruhunuza sokulup,
sizden habersiz oralara yigilmis cephanelikleri
birer birer atesleyiveriyor.
infilaklarla sarsilarak uyaniyorsunuz.
Hayatinizda olmayan birini hayatiniza almak,
ona dokunmak,
onun sesini duymak için kivranirken
buluveriyorsunuz kendinizi...
Özlemek, o yakici istek,
bilinen herseyi ve önem sirasini degistiriveriyor.
Özlediginiz ise çok uzaklarda...
Yaninda olmasini istediginiz halde
yaninizda olmayan bir tek kisi,
yaniniza bile yaklasmadan,
hatta onu özlediginizden
ve onu istediginizden haberdar bile olmadan,
bütün hayati,
bütün görüntüleri eritip
baska kiliklara sokuyor...
Ahmet ALTAN

İlgili aramalar: müzik - yusufu kaybettim -  fatih -  yusuf -  kayıp

19 Ekim 2009 Pazartesi

NERDESİN...CANIM, NERDESİN...


Konu: Çiçekle suyun hikayesi-Gönderen Birol Tekin

ÇİÇEKLE SUYUN HİKAYESİ

Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.

İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder
birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.

Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan
içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur.

İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar,
"Sırf senin hatırın için ey su" diye...

Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı
birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki,
çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.

Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba
"Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar.

Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek,
alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.

Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni
seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek
yine "Seni seviyorum" der. Su, yine "Ben de" der.
Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler...

Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz
etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der.

Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der
ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek
artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler
çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine...

Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla
başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben,
gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum
karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır
nedir sorun diye...Doktor gelir ve muayene eder
çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu
ümitsiz artık elimizden birşey gelmez."

Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık
nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir
bakar suya ve der ki: "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum...
Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der.

Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece
"Seni seviyorum" demek yetmemektedir...

SANA HERGÜN MEKTUPLAR YAZIYORUM, MEKTUPLAR...SESSİZ...CEVAPLAR SESSİZ

18 Ekim 2009 Pazar

EN SADIK DOSTLARIMIZA...



KİTAP, OKURUNU BULUP KUCAKLADIĞINDA UMUTSUZLUĞUN ŞANSI KALMAMIŞTIR HAYATIMIZDA!

Kitaplar…Hemingway’e göre en sadık dostlarımızdır.Bu söz ne kadar klişe olsa da kitaplar önemli yoldaşlarımızdır, kendimizi keşfetme yolculuğunda.

Bazen cesaretimiz kırıldığında elimizden tutup kaldırır bizi kitaplar.Hadi ama, denemelisin der, hayatın içine salarlar korkusuzca.

Kimi zaman sevinçlerimizi, aşklarımızı resmederler, kelimelerden örülmüş tablolar misali.

Kimi zaman üzüntümüze ortak olup sarılırlar dostça, her an yanı başındayım derler usulca.

Sıcacıktır bazı kitaplar, samimi bir gülümsemeyle girerler hayatımıza.

Kötü beraberliklerden korurlar bazen yalnızlığın kuytularından yanlışlığın bağrına düşeceğimiz sırada.

Bir de bu sıcacık kitapların yazarları vardır, perdenin ardında.Yazarak kendini bize açan, ruhunda ruhumuzu hissetiğimiz insanlardır yazarlarımız aslında.

Her kitap okunmak için yazılır, her yazı insanın sesini duyurma çabasıdır.Bazen bir asır sonra ulaşır okuruna kitap, bazen raflara çıktığında bulur aradığını.Kimi zaman da kağıtlar üzerinde kalır el yazısıyla, basılamadığından ulaşamaz dostlarına.

Gönül tahtımıza oturan kitaplar vardır, sessiz sedasız gelirler bazen içimizin saraylarına.

Şanstır bazen kitaplar, köprü olurlar yazardan okura, hayalden hayata.

Ve kitap okurunu bulup kucakladığında, umutsuzluğun şansı kalmamıştır hayatımızda.

Bazen sanki bizim için, o günkü ruh halimiz için dizilmiş gibidir satırlar alt alta, doğru zamanda karşılaştıysak onunla.Sıcacık kelimelerle sarılıverirler boynumuza, bizi yalnız bırakmazlar bir daha.





Üniversitede öğrenci olduğum zamanlardı.
Bir gün bir kitapçıda, içimin o günkü halini resmeden bir kapakla göz göze gelmiş, mavinin kaotik bir resme dönüştüğü noktada uzun uzun bakmıştım o kitaba.
Sonra koşmuştum yanına, parmaklarımı dolaştırırken üzerinde, YAKAZA, yAkAzA, YaKaZa, yakaza… diye sayıklamıştım heyecanla.

Kapağını çevirip ilk sayfasını açtığımda “Ilgın günü” diye başlayan altı satır görmüştüm kısacık, sıcacıktı kelimeler, girmişlerdi kol kola.

“Ilgın”…Ne kadar naif bir kelimeydi, ılık bir su gibi değivermişti gönlümün kurumuş dudaklarına…Baharla birlikte pembenin her tonu ile açan, insana tatlı bir huzur veren bir bitkicikti ılgın, yol kenarlarında bulunurdu çokça.Ya da serap derlerdi halk arasında…Hangi anlamıyla alırsanız alın ılgını, içinize dokunan incecik bir sesi vardı YAKAZA’da.

Gelincik şerbeti günü gelince ardından inceden inceye büyüleyici bir renk cümbüşünün içine çekildiğimi hissetmiştim lakin sürgün günü olduğunda ömür boyu sürecek o bağın içimin bir yerlerine yerleştiğinin farkında değildim daha. Sarıldığım kitabı alıp çıkmış eve gelmiştim koşar adımlarla. Yüzüstü uzandığım yatakta başlamıştım kitabı okumaya.

Morsalkım günündeydi yazar, ruhuna temiz bir aynadan bakmağa çalışıyordu da, ben de, ben de bakacağım diye ayak diretince çevirdi aynayı bana. Siluetsiz bir hayali gördüm o anda, bir serap, bir ılgın gibi bakıyordu içimin kuytularına. Belli belirsiz gülümsüyordu çektiği acıları yüklerken kelimelerin sırtına.

Ünsiyet günü, çıkrık günü, güvercin günü geldi ardından.

İçimde kabaran denizin üzerinde savrulan bir gemi gibiydim, kaptanını arayan.

Bir dolunay akşamı, med-cezirine tutulduğum satırlarının, gelgitleri içinde dolaştım bütün gece YAKAZA’nın.

Kalbimi gözyaşına boğuyordum, çürüyen çekirdekten yeni bir nemalanma da beklemiyor değildim, havf-reca denklemi kuruyorum, kurup kurup bozuyorum, seninle ilgili olarak hissetmenin ne demek olduğunu düşündüğümde bu denizde boğulmaktan çekinmiyorum. Nasılsa bir gün dalgalar sahiline taşıyacak beni.” diyor, teselli günü geliyordu sonra.

Evet, dalgalar sahiline taşıyacaktı beni yıllar geçtikçe ardısıra. Bu kitabı içtiğim geceden sonra yanımdan ayıramadım bir daha. Ardından yazılan her kitapla da şiddetli bir med-cezir yaşadım ama ilk göz aydınlığımdı YAKAZA.

İçimin en güzel yerine yerleşip benimle yaşamaya başlayalı iki yıl olmuşken Yakaza’yı, bir ikindi sonrası, staj yaptığım büronun en değerli konuklarından Tahsin Ağbi’ye uzatmıştım sessiz ama kitaptan emin bir tavırla. Fikirlerine çok önem verdiğim bir edebiyat aşığıydı Tahsin Ağbi. Rafine eserler okuyan, beğendiği yazar sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen bu tat(hak)lı ukala adam alıp giderken kitabı, bir dostumdan ayrılır gibi hüzünlenmiş ama aynı zamanda böyle zengin kaynaklardan beslenmiş bir dimağı henüz yeni yeni keşfedilmiş uçsuz bucaksız bir okyanusla, bir başka muhteşem dimağla tanıştırmanın heyecanı sayesinde dayanmıştım ayrılığa.

Ertesi gün büroya geldiğimde Tahsin Ağbi, çoktan kitabı bitirmiş, üzerine notlar almıştı bile. Romanın içinde geçen filozof sözlerinin kimlere ait olduğundan tutun da, ünlemlere , işte budur’lara varan bir dikkatle çizmiş, benim çizdiklerimi zenginleştirmişti okuyuşuyla. Sayfa sayfa irdelemiştik o gün yazılanları, o da beğenmişti bu kitabı.Ve yerleşmişti yüzüme zafer kazanmış bir kumandan edası.

Sonraki günlerde aynı yazara ait öykü kitaplarından Halvet Der Encümen, Şehirleri Süsleyen Yolcu, Gerçeği İnciten Papağan’ı okumuş, kritiğini yapmış, daha önce anlamadığım yerlerde felsefe okumalarının da verdiği derinlikle devreye girmişti Tahsin Ağbi.

Zihnimde özgür düşünceye giden yoldaki kapıyı nazikçe açan anahtar YAKAZA olmuşsa, yeni soru işaretlerini kucağıma bıraktığı kitaplarla zihnime sokan Tahsin Ağbi olmuştu o zamanlarda.

O, beni başka okumaların içine salarken, el yordamıyla yavaş ve korkak adımlarıma önümden giden, feneri ile karanlığı delen sevgili Nihat Dağlı eşlik etmişti sonralarda.

Zamanla yolun uzun, menzilinin çok olduğunu anlayıp, keskin virajları alamadığımda yardıma koşup beni tekrar yola sokan, soru işaretlerimi zihnimden söküp atan, hep Sadık Yalsızuçanlar olmuştu, kalbini koyduğu kitaplardan çıkagelmişti kelimeler ben yalpaladıkça.

Bir gün yine bir yol ayrımında durup sağa ve sola ayrılan yolların yükünü kıyaslarken yalnızlığımla, Tahsin Ağbi çıka gelmişti büroya. Darmadağan olmuş zihnimi okuyunca gülümsemiş “Yüreğinin götürdüğü yere git “ demişti pervasızca. Oysa yüreğimin götürdüğü yer yoktu seçeneklerim arasında.

Sigarasının dumanı yüzüme vurduğunda “O’na soracağım.” dedim heyecanla.Güldü bana, “Çocuklaşma, yazar kısmının işi gücü çok, burnu havada olur, seninle mi uğraşacak” dediğinde “O farklı bir yazar, bunu biliyorsun, sen de kayboldun satırlarında” demiştim ona.“Peki, yaz bakalım, ama sen yine de çok umutlanma. Bulduğun kadarıyla yetinmeyi öğren hayatta, düşme hayal kırıklıklarına.” diye eklemişti, şefkatli tavrıyla.

Akşam olup gün gecenin koynuna bırakırken beni, kalemi elime aldım heyecanla.Peki ama neyi, nasıl yazacaktım ben şimdi, her kelimesinden büyülendiğim bir yazara?

Kelimelerinin kelimelerim olmasından duyduğum cesaretle bismillah deyip başladım yazmaya. Tarih 14 Ekim 1999’du. O gün bir televizyon programında konuktu, naif, edeb timsali tavrıyla.O’nu seyretmek samimiyetin en değerli duruş şekli olduğunu anımsatınca, ”Sizin gibi bir ustanın karşısında tarifsiz bir heyecana kapılan kalemimle dil, duygu ve düşüncelerimin koalisyonundan çıkacak hatalar için şimdiden affınıza sığınıyorum “ diye başlamıştım satırlarıma.

“Umudu nasıl canlı tutup zaman çarkının dişlileri arasında ezilmekten kurtulabilirim? “ diye sorduğumda yedinci sayfanın ortalarına gelmiş olduğumu fark ettim.Sağ yada sol yolu seçmek yerine geri dönüp cevabını beklemeye başladım mektubu yolladığımda.

Son satırında ”Kendini kaybetmeden bulamaz insan diyorsunuz ya, işte ben de, kendimi bulma arefesinde ızdırap kadehini yudumlamaktayım.Kadehime ab-ı hayat sunar mısınız ? “ diye sorduğum mektubuma cevap olarak bir akşamüstü telefonum çaldığında, televizyon karşısında oturuyordum, umutsuzca. Böyle bir mektubu yazacağımı bilen Tahsin Ağbi’ce işletildiğimi sanmıştım yazarım adını söylediğinde bana. Bir kaç saniyelik bir tereddütten sonra kısa(!) mektubumun içeriğinden bahsettiğinde,inanmıştım, arayanın, ruhumu kucaklayan yazarım olduğuna.

Ne saadetti Allah’ım!
Nasıl bir mütevazılıktı bu, nasıl bir nezaketti sergilenen, donup kalmıştım koşarak çıktığım cambalkonda.

Yurtdışına gideceğini, döner dönmez mektubuma cevap yazacağını söylediğinde, güneş doğmuştu içimin umutsuzlukla malul karanlık odalarına.

Bir zaman sonra çıkıp geldi yeşil bir zarfla el yazısının kullanıldığı üç güzel sayfa.

Sevgili Handan,
Mektubunda sayfalarca dile getirdiğin çelişkiler, bize hayatın ve hakikatin paradoksal olduğunu gösteriyor .
Allah , Hakim’dir, O’nun yaratışında korkusuz, kuşkusuz, sonsuz ve sürekli / süreksiz bir hikmet gizlidir.
Varolmak, bizatihi bir sınavdır ve yeryüzüne inmiş olan bütün fanilerin zekalarının birleşse sadece bir görünümünü fark edebilecekleri kadar sonsuz ve çetin bir imtihandır.
Biz, önümüze çıkarılan bir çelişkiyle baş eder, yener, yenilerini bulur, onlarla uğraşır gideriz.
Bizler, sabah ne yapacağımızı değil, Allah’ın bize sabah ne yapacağını düşünmeyi akıl edemeyecek kadar aptal; Allah’ın verdiği özerk, ontolojik alanı kendi mülkümüz sanacak kadar zavallıyız.
Bizler istiğfar lifleriyle dokunmuş günahkarlarız.
“Alnımızda her birinin bir hesaba” tekabül eden çizgiler bulunmasından daha “tabii” ne olabilir?
Varolmak bir belaya uğramaktır.
Belayı hem tasdik hem de ikrar, hem de musibet olarak okuyabilirsiniz.

Aslında ne ben bir yazar , ne de sen bir okursun.
Her insan bir imgedir ve sen de ben de birer kelimeyiz.
Bu kozmik kitabın harfleriyiz.
Hep O’nu ima ediyoruz “ demişti yazarım cevabi mektubunda, ab-ı hayatı sunarken bana.
“Gerçekten de insan bir yalnızlıktır ve akla sığmayan bir acıdır”
diye de bitirmişti mektubunu beni anladığını ifade eden bir edayla.İnsanın bazen sırf bunu duymaya ihtiyacı olur ya, işte öyle bir vakitti yazarımın girişi hayatıma.

Tercihlerimi yaptım sonra.Kimisinden pişmanlık duyduysam da, çoğaldım, her gün geçtiğim sınavlardan aldığım puanlarla.Yazarım hep yanı başımda oldu, kitapları ve gazete yazılarıyla.

Kişisel menkıbesindeki şehirler birer birer girdi benim de hayatıma: Doğduğu yer Malatya’dan sıcacık esintiler getirdi kuzenim her defasında.

Üniversitedeki en yakın arkadaşım uzun yıllar yaşadığı Hatay-Dörtyol’dandı mesela.

Öğretmenlik yaptığı Sivas bir şekilde girdi kardeşimle beraber benim de hayatıma.

Kader rüzgarıyla savrulup yayıncılığa başladığı şehir, mavi gözlü memleketim İzmir’di sonra.

Bir gün nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde onun şehrinde buldum kendimi, Ankara’da.

YAKAZA adlı romanla başlayan yolculuğum sürüyor bugün hala.
Onun yazdığı eşsiz eserleri okuyarak yaşıyor, onunla aynı göğe bakıyor olmanın kıvancını duyuyorum başkentin birbirinden güzel renklerle bizi kuşattığı sonbaharda.

Bazen bir şanstır kitaplar, kucaklar sizi, taşır umudun nefeslendirici, yeşil ormanına.Bir kitaptan çok öte bir dost oldu, yeni dostlar sundu bana YAKAZA.

KİTAP, OKURUNU BULUP KUCAKLADIĞINDA UMUTSUZLUĞUN ŞANSI KALMAMIŞTIR HAYATIMIZDA!

HANDAN GÜLER

17 Ekim 2009 Cumartesi

HADİ O YILLARA GİDELİM...ŞARKILARIN ANLAMLI SÖZLERİ OLAN YILLARA:))



Konu: Aşk ve çılgınlık

(Bu yazı Birol Tekin tarafından FACEBOOK'tan mine'l AŞK üyelerine gönderilmiştir,yazarı belirtilmemiştir.)

Uzun zaman önce, dünya yaratılmadan, insanlar dünyaya ayak basmadan önce,iyi huylar ve kötü huylar ne yapacaklarını bilemez vaziyette dolanıyorlarmış.

Bir gün, toplanmışlar ve her zamankinden daha fazla canları sıkkın oturuyorlarken;

Saflık ortaya bir fikir atmış;

- "Neden saklambaç oynamıyoruz?"

...Ve hepsi bu fikri beğenmiş, hemen çılgın Çılgınlık, bağırmış:

- "Ben ebe olmak ve saymak istiyorum, Ben ebe olmak istiyorum!"

...Ve başka hiç kimse Çılgınlığı arayacak kadar çıldırmadığı için, Çılgınlık bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış, 1, 2, 3 .....Ve Çılgınlık saydıkça, iyi huylarla kötü huylar saklanacak yer aramışlar;

Şefkat Ay'ın boynuzuna asılmış;

İhanet çöp yığının içine girmiş;

Sevgi bulutların arasına kıvrılmış;

Yalan bir taşın altına saklanacağını söylemiş,

Ama yalan söylemiş çünkü gölün dibine saklanmış;

Tutku dünyanın merkezine gitmiş;

Para hırsı bir çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış.

...Ve Çılgınlık saymaya devam etmiş, 79, 80, 81, 82.....

Aşkın dışında, bütün iyi huylar ve kötü huylar o ana kadar zaten saklanmış, Aşk, kararsız olduğu gibi, nereye saklanacağını da bilmiyormuş..

Bu bizi şaşırtmamalı çünkü hepimiz Aşkı saklamanın ne kadar zor olduğunu biliriz.

...Ve Çılgınlık 95, 96, 97... ye gelmiş ve 100'e vardığı anda, Aşk sıçrayıp güllerin arasına girmiş ve saklanmış.

...Ve Çılgınlık bağırmış "Önüm, arkam, sağım solum sobe, geliyorum!"

....Ve arkasını döndüğünde, ilk önce Tembelliği görmüş, o ayaktaymış çünkü saklanacak enerjisi yokmuş. Sonra Şefkat 'i ayın boynuzunda görmüş, ve İhaneti çöplerin arasında, Sevgiyi bulutların arasında, Yalanı gölün dibinde, ve Tutkuyu dünyanın merkezinde, hepsini birer birer bulmuş, sadece biri hariç. Ve Çılgınlık umutsuzluğa kapılmış, en son saklı kişiyi bulamamış, derken Haset, Aşk bulunamadığı için haset duyarak, Çılgınlığın kulağına fısıldamış;

- "Aşkı bulamıyorsun çünkü o güllerin arasında saklanıyor."

...Ve Çılgınlık çatal şeklinde tahta bir sopa almış, ve güllerin arasına çılgınca saplamış, saplamış, saplamış, ta ki yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar. Ve haykırıştan sonra, Aşk elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış, parmaklarının arasından sicim gibi kan akıyormuş, gözlerinden. Çılgınlık Aşkı bulmak için heyecandan Aşkın gözlerini çatal sopa ile kör etmiş...

- "Ne yaptım ben? Ne yaptım ben?" diye bağırmış.

- "Seni kör ettim. Nasıl onarabilirim?"

...Ve Aşk cevap vermiş;

- "Gözlerimi geri veremezsin. Ama benim için bir şey yapmak istersen, benim kılavuzum olabilirsin."

...Ve o günden beri, Aşkın gözü kördür ve o günden beri Çılgınlık da her zaman onun yanındadır..

16 Ekim 2009 Cuma

çarpıcı satırlar...


"ETİYLE VE KANIYLA YAZANLAR "
...
"Bir yazısında Enis Batur (günce miydi yoksa, yoksa söyleşi mi?), en saldırgan sorunun 'nasılsın?' olduğunu söyler ki, bu doğrudan varoluşun kalbine bir hançer saplamak gibidir.
'Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi' diyor Nilgün Marmara ve ertelenen acıyı deşen o gizil saldırıyı, 'nasılsın?'ı çıt çıkarmanın bir biçimi olarak niteliyor.
O halde, bireyin yaşama hastalığını yoklayan her öykü, 'cam kelepçeye evet' der :
"Ilık bir süzülüşle/geri dön hayat/bırakma yeryüzü salına/tünemiş pek kara kuşlar/örtsün bakışımı/görmek acısı sürsün/pencere tutsağının/düşsün hayatı suya..."
Nilgün Marmara, Özlü, Burak, Atay ve Karasu ile akrabadır tedirginlikte.
Kimisi, yaşamın özündeki şiirsel mantığı yazar, kimisi, yeryüzüne tünemiş kara kuşların büyüsünü. Acı ile tatlı, aynı tecellinin iki ayrı yüzüdür gerçi. Cemal ve Celal Allah'ın iki ayrı elidir, ne ki, bir Elçi (as) sözü, 'Allahın iki eli de sağ elidir, yani yaşamda baskın olan veya aslolan Cemal'dir' der. Kaybedenler, Celal sillesiyle parçalanmış ruhlardır, daha doğrusu, Celal'in tokadıyla paramparça olmuş ruhların dilleridir.
Edebiyatımızın bu kara yazıcılarını kabusçulukla suçlayan kolaycı yaklaşımlar, kendilerine, 'nasılsın?' diye sorulduğunda, 'iyidir' deyip geçen ve bu sığlığı tevekkül sananlardır. Oysa 'iki dünya' arasında yarılmış bir toplumun ve onun 'birey'inin acısını bize en çok Özlü ve Atay anlatır ki, edebiyatın varoluşsal anlamı üzerine kafa yoranları da en çok onlar ilgilendirmelidir.
Onların 'canı sıkıntı sınırı'dır Marmara'nın ifadesiyle.
Onlar, "yollarda. Okurken. Pencereden caddelere bakarken. Giyinirken. Soyunurken. Herhangi bir kahvenin içinde oturan insanlara gelişigüzel bakarken. Hiç bir şey aramazken. Herhangi bir kahvede oturan insanları görmezken, başka olgular düşünürken. Yosun kokusunu yeniden duymaya çalışırken, bir kavşakta karşıdan karşıya geçerken, arabalar dünyasında yaşadığını son anda algılarken, büyük bir bulvarın tüm kahvelerinde oturanlardan hiç birini tanımazken, bir mağazadan gelişigüzel yiyecek seçerken, ya da bir satıcıdan herhangi bir malı isterken, aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri, gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri, yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil miyiz?" diye sorarlar. "...
SADIK YALSIZUÇANLAR

YAZININ TAMAMI İÇİN:
http://www.sadikyalsizucanlar.net/eskisite/turkce/guzeran/elestiri/etiylevekaniylayazanlar.html

maraz...arızalı bir kitap



Ruskin kitapları iki gruba ayırmak mümkündür der.Günün kitapları ve her zamanın kitapları.

Bugün son okuduklarım arasında yer alan ve her zamanın kitabı olamayacak bir kitap var huzurlarınızda:

Kitabın tanıtım yazısı şöyle:

"Yürek burkuntularının mahrem romanı...
Hande Altaylı'nın çok satan Aşka Şeytan Karışır'ın ardından heyecan verici yeni eseri.
Bazen hayatın sigortası atar; ışıklar söner ve her yer karanlığa gömülür. Sesler seslere, nefesler nefeslere karışır; doğrular yalana bulanır. Gözbebekleri büyür, gözbebekleri küçülür...
Maraz, hiç beklemediği bir anda kendi karanlığında kalan genç bir kadının, Aslı'nın hikâyesi. Aniden tuzla buz olan bir evlilik ve sonrasında büyük bir hızla tersine dönmeye başlayan dünya..."

KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ KANAATİM:

1-Popüler kitapları pek okumamama rağmen herşeyi yoğun eleştiren ünlü ve medyada güçlü bir adamın karısının büyük bir kitapevince basılan romanına duyulan merak yüzünden zaman ve enerji ve para kaybettiğime üzüldüm.

2-Edebi açıdan vasat altı bir kitap.Uslup reklamcı ağzıyla kimi zaman argoya kaçan günlük bir dilde yazılmış çerez hükmünde bir kitap.

3-Hiçbir şeye inanmayan dolayısıyla koyu bir karanlığı ruhunda barındıran ölüm gibi hayatın en önemli gerçekliği karşısında çaresiz kalıp yakılmayı dileyen bir kahramanın çıkmazları ve sonuçta hiçbirşeye ulaşmayan bir hayatın çalakalem hikayesi.
Size inancın ne kadar mühim bir ferahlık aydınlık vesilesi olduğunu tersi eserler okumuşsanız farkettirebilir ve şükredebilirsiniz sonunda iyi ki inanıyorum diye.

4-anneyizbiz.com da yapılan röportajı okuyunca aslı karakterinin yazarın kendisi olduğuna olan inancım arttı.işte röportajdan bir bölüm:
"Hande Altaylı’dan kısa kısa

• Yazarlığa devam edecek.

• Önümüzdeki günlerde senaryo yazma teknikleri eğitimlerine başlayacak.

• İlk kitabının müzikalinin yapılmasıyla ilgili görüşmeleri devam ediyor.

• Maraz’ın sinema filmi olmasıyla ilgili Osman Tan Erkır’dan aldığı teklifi değerlendiriyor.

• Bir tek nazara inanıyor. Başkalarının nazarına değil de kendine karşı kendini koruyor.

• İlk yaptıklarını çok iyi yapmak gibi bir özelliği var. Bunu iyi konsantre olmaya bağlıyor.

• Hırslı değil ama bencil. Bencillik tanımı: “Kendi isteklerini biraz daha ön plana koyabilmek.”

• Bencil insanların kusurlarını daha az gizlediklerini düşünüyor.

Hazırlayan: Hatice Özbay"

Hasıl-ı kelam vaktinize ve enerjinize yazık etmeyin derim.Galiba bilgelerin yazdığı zamana ve zemine dayanmış rafine eserleri okumalı hayat kısa...

14 Ekim 2009 Çarşamba

VİZYONDAKİLERDEN...UZAK İHTİMAL...



UZAK İHTİMAL...TARIK TUFAN'IN ANLATIMIYLA FİLMİN KONUSU KISACA ŞÖYLE:

"istanbul'a resmi tayini çıkan Musa, müezzin olarak Galata'da küçük bir camiye yerleşir. Caminin müezzin lojmanı olarak kullandığı daireye yerleşen Musa, karşı dairede yaşayan Clara ile karşılaştığında hayatında neler değişebileceğinden habersizdir. istanbul'un aristokrat ailelerinden birine mensup olan ve şimdilerde sahaflık yapan Yakup Demir, yıllar önce birlikte yaşadığı Anita' dan doğan kızını aramaktadır. Rahibe adayı Clara, müezzin Musa ve Sahaf Yakup Demir'in hayatları Galata'da kesişir. Üç farklı hayat, üç farklı insanlık durumu kesiştiğinde ortaya sıcak, kimi zaman neşeli, kimi zaman da hüzünlü bir öykü çıkar. Müezzin Musa'nın gün geçtikçe Clara'ya aşık olması ve fakat ifade edememesi bir başka hüzünlü hikayenin başlamasına neden olur. Musa bir yandan Clara ile yakınlaşmaya çalışırken diğer yandan da sahaf Yakup Demir'in dünyasına girmektedir. Bu süreç Musa'yı bambaşka dünyalara yakınlaştırırken, hayata bakışında da değişik kapılar açmaktadır. Musa artık istanbul'a geldiği günden farklı bir kimlik olarak karşımızdadır. Yakup Demir'in yaşam öyküsünde ortaya çıkan büyük bir sürpriz bütün kahramanlarımızın hayatlarını alt üst eder. Bu yeni durumda Musa'nın bir karar vermesi gerekmektedir. Musa'nın kararı çok kolay olmayacaktır. Üç Mesele; üç farklı insanın hayatını gerçek bir dille anlatırken, sıradışı bir aşkın insani sıcaklığını taşıyor"

Mahmut Fazıl Coşkun'un yönetmenliğini yaptığı filmin senaryosunda Tarık Tufan, ismail Kılıçarslan, Bektaş Topaloğlu, Görkem Yeltan isimleri var.
-------------------------------------------------------------------------------------
Film hakkında kişisel izlenimim ise şöyle:

Başrol oyuncusu Nadir(musa)çok iyiydi.
Belki de filmin belkemiği onun oyunculuğuydu.
Senaryo diyaloglardan arındırılmıştı.
Nuri Bilge ceylan vari bir yönetmenlik denemesi olmuş.Ama planlar, görüntüler arası geçişlerde kopukluklar olsa da verilmek istenen duyguyu musanın üstün performansı ile alabiliyorsunuz.
Yavaş, neredeyse günle birebir eş zamanlı,platonik bir film isteyenler için biçilmiş kaftan.
Polisin eve baskını falan komikti yalnız, polisleri oynayan oyuncular da kötü
idi.Öyle karakol sahneleri 1980 de vardı
Şimdi emniyet gayet demokratik, polisler kibar, karakollar bakımlı,
dört yıldır ikiyüzden fazla karakola giden, ifadede bulunan bir avukat kişisi:)) olarak inandırcı bulmadım o sahneleri.

Bir de böyle silik, aşkına sahip çıkmakla çıkmamak arasında gidip gelen erkek tiplerini sevmediğimi belirtmeliyim.Maalesef böyle insanlar çok...O açıdan film güzel bir fotograf çekmiş, görüntüler üzerinden duyguyu geçirmeyi hedefleyen bir film izlemek istiyorsanız kaçırmayın derim.Yok ben diyalogsuz, yavaş şeyler izleyemem diyorsanız bu film size uygun değil derim.
----------------------------------------------------------------------

Senaristlerden Tarık Tufan'ın kaleminden bir yazı var şimdi de sırada:

ANNA

Biz her şeye, esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan Rabbin adıyla başlayan adamlarız Anna.

Büyücülerin, haramilerin, borsacıların, reklamcıların, korsanların, işgalcilerin, bankacıların elinden kurtulmamız da bundan.

Sanayi devriminde bile, karanlık, rutubetli, çok bağırışlı, çok nefessiz, çok sabahsız, çok aşksız, çok çiçeksiz, çok neşesiz, çok kitapsız bir fabrikada hayatta kaldık sırf bu yüzden.

Piyasaların hınçla dolu iniş çıkışlarına kalbimiz dayanıyor bir şekilde. Kalbimiz derken, ilk gençliğimiz, sakalımız, bir kasetiniki yüzüne de ardarda kaydedip dinlediğimiz şarkımız diyorum aslında.

İşte böyle yaşıyoruz ve yaşamak da sana dair uzayıp giden bir özleme dönüşüyor.
İnsaf et Anna!

Gidelim buradan.

Senin masumiyetini, bilgelik zamanlarından kalma sırları, dünyanın bütün sabahlarını yanımıza alıp da gidelim.

Hesap etmeden, haritaya bakmadan gidelim.

Ölelim diyecektim az kalsın. Ölmeyelim. Hiç ölmeyelim Anna.

Sarılalım diyecektim az kalsın. İçimden böyle şeyler de geçiyor işte. Sarılalım, dudakların…

Tamam sustum.

Gitmek istemezsen bir şiir miktarı kadar otursak diyorum. Şiir kalsın istersen, sadece otursak. Oturmasan da olur benimle, sadece ellerimi tut. Ellerimi tutma dilersen sadece yüzüme bak. Yüzüme bak ama Anna, yüzüme bak. Gözlerime bak, gözlerimin içine bak.

Gözlerim biraz karanlık. İçinde cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, cipralexler, Turgutlar, Edipler, Sezailer, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen başağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var.

Gözlerim biraz yorgun. İçinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler…

Bekleyişler Anna. Köylü çocukların parasız yatılı sonuçları mesela. Nişanlısı askerde kızlar, kızı ölüm orucundaki baba, babası tersanede oğul, oğlu şizofren anne.

Hepsini sayamam gerçi, utançlarım da var. Ama geçecek hepsi, geçecek. Şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek.

Gözlerimin içine bakmaktan korkma Anna.

Sen adımını attığın andan itibaren Hira dinginliğine dönüşecek ortalık.

Tanrı bizimle de konuşur belki.

TARIK TUFAN

13 Ekim 2009 Salı

MÜTHİŞ BİR ŞİİR...OSCAR WİLDE'DAN...


HERKES ÖLDÜRÜR SEVDİĞİNİ...

Ama gene de herkes sevdiğini öldürür,
Bu böylece biline,
Kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar,
Kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür,
Korkak
bir öpücükle,
Yüreklisi kılıçla,
bir kılıçla öldürür!

Kimi insan aşkını gençliğinde öldürür,
Kimi sevgilisini yaşlılığına saklar;
Bazıları öldürür
Arzunun elleriyle,
Altın’ın elleriyle
boğar bazı insanlar:
Bunların en üstünü bıçak kullanır
çünkü
Böylelikle ölenler çabuk soğuyup donar…

OSCAR WİLDE

12 Ekim 2009 Pazartesi

"HERŞEY SENDE GİZLİ" GÜZEL KARDEŞİM:))))

ESKİ İZMİR'Lİ, TAZE İSTANBUL'LUYA...UMUT DOLU BİR HAYAT SENİN OLSUN POLYANNAM:))



Herşey Sende Gizli

Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,

Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..

İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...

Can Yücel

BU ŞARKI SENİN İÇİN CANIM:))İYİ Kİ 23 YILDIR BİZİMLESİN...NİCE YILLARA NURDAN'IM...

11 Ekim 2009 Pazar

9 Ekim 2009 Cuma

AŞKIN "O" HALİ...



AŞKIN “O” HALİ.

O Hal…OHAL…Olağanüstü hal…her şeyi belirleyen o hal…
Normali yıkıp hayatımızdan, tüm kuralları baştan koyan o hal.
Sınırları sınırsızlaştıran, yasağı mübah yapan…
İçimize saldığı zehir ile elden ayaktan düşüren hal …
Aşkın “o” haline düşmüş olmalıyım yine; sensizlikte kaybolduğuma göre.
İçim nasıl yanıyor anlatamam.
Yokluğun öyle acıtıyor ki canımı…
Ahhh, kelimeler, siz de çaresiz bekliyorsunuz içimde “o”nun dönüşünü, sarılıp bana sizdeki bağları çözüşünü.

Niye yetmiyor bana gün, güneş, hava, su, toprak…
Varsa yoksa “o”…
Her acıda benimle ağlayan “o”.
Cebinden çıkardığı mendiliyle yüreğimden akanı silen “içimdeki o”.
Benimle gülen, benimle gezen, benimle seven hep “o”.
Yalnızlığımın yoldaşı, kalabalığımın sırdaşı, kendimin tek arkadaşı yine “o”.

Gelişiyle saatimin işleyişini, kalbimin ritmini bozan “o”.
Giderkenki her adımıyla içimin saraylarına balyoz indiren beni evsiz barksız bırakan, gündüzümü gece, neşemi keder yapan “o”.

Tekrar döndüğünde, bir nefesiyle mevsimimi değiştiren, kelimelerini dizdikçe üst üste her seferinde daha güzel evler inşa eden, beni o evin içine yerleştirip varlığına müteşekkirim diyerek sarıp sarmalayan “o”.
Ama sonra saatine bakıp gitmem gerek, biliyorsun diyen gözlerle tüm ışıklarımı söndüren yine “o”.

Karanlığa, yokluğuna, içimdeki varlığı ile katlanabildiğim fenerim “o”.
“O”nun kırdıklarını toplayan, birleştiren “içimdeki o.”
Dışımdaki dünyayı görünmez kılan, beni devamlı sona doğru koşan zamanın akışından azad eden, hiç geçmez bir acının ortasında terk eden yine “o”.

İçim öyle acıyor ki, anlatmak istiyorum "o"na bu yakıcı hali, ama harfleri bırakmıyor parmaklarımın ucuna zihnim, onun da hali karışık belli .

Hem diyorum nerden bilecek ki, yükü ve yakıcılığı benim üzerimde olan bu hali

Hal anlatılabilir mi?

Aşk anlatılabilir mi?

Onsuz nefes alamayışımı hissedebilir mi?
Dumanına sığınışımı, sarsılışımı…yokluğunda içimdeki varlığına sarılışımı…
Orda, öylece kalışımı…Çalan şarkının koynunda sabahlayışımı…
Gözlerimdeki hüznü…Sadece aynadaki aksine gülümseyişimi görebilir mi?
Hasreti yükleyip kelimelerin cılız bedenine göndersem yüreğine, kapıyı bile çalamadan oracığa yığılan özlemimi görebilir mi yüreğinin gözleri?
Yoksa eline aldığı çalı süpürgesiyle, bertaraf mı eder dökülen kelimelerimi?

İçim çok acıyor, ama yine de acıtmak istemiyor onun içini.
Gözümde yaş dinmiyor, içime akıtıyorum kederimi niye, değmesin “o”na bir damla hüzün diye.
Bir tatlı tebessüm sarsın çehresini her daim muhabbetle, aşkın halleri bulaşmamışken üzerine.
Ben taşırım aşkın “O” halini,içim yansa da,sığınırım sonbaharın serinliğine.

Handan GÜLER



7 Ekim 2009 Çarşamba

KARANLIKTAKİLER...ÇAĞAN IRMAK'TAN...






KARANLIKTAKİLER…HEP DAHA KARANLIK KUYULARA MI DÜŞMELİLER?


Dün bir ilk gerçekleştirip hafta içi ve yalnız başıma sinemaya gittim.Film olarak Çağan Irmak’ın Karanlıklar filmini seçtim.Girip salona oturdum.Dokuz kişi vardı salonda ;
ikisi alışverişe yemek molası vermiş, sürekli bir şekilde bilumum çerez, meyve vs. gıdayı torbalarından çıkartıp takma dişlerle kemiren yetmişlik teyzelerdi.
Dört de genç vardı, çift olarak gelmişlerdi ve muhtemelen bir ıssız adam beklentisi içerisindeydiler, salonda koltuklarını ararken.
Önümde bir genç oğlan ve az ilerisinde de emekli bir amca hiç kıpırdamadan oturuyorlardı. Dünyanın karmaşasından kaçmak için buraya sığındıkları belliydi.
Ben de Aşık Veysel’in bir şiirinde,
"Bir kız ile karşılaştım/Göz aldatan bir sinema/Gözlerine baktım, geçtim/Ben de oldum bir sinema.
Göçler gider, katar katar/Kimi alır, kimi satar/Okun doğrulamış atar/Batan oklar, hep sinema.
Bir an evvel geçen halım/Gözünden kaçtı maralım/Felek, çeviriyor film/İşte büyük bir sinema.
Şaşar Veysel bu ne haldır/Hakikat da hep hayaldır/Hayat filime misaldır/İşler güçler hep sinema." dediği gibi hayat da filme misaldir düşüncesiyle koltuğumdaki yerimi aldım.
Televizyonda olsa asla seyretmeyeceğim reklamları gözümün içine soka soka sıraladı hepimizi her yandan kuşatan sistem. Bir de sürekli bir şey kemiren ve sık sık yorum yapan teyzelerin yanında zor bir film olacağı baştan belli olsa da yönetmen Çağan Irmak’tı, her şeye katlanılırdı.


Ama adı da Karanlıklar olan bir filmden neler beklenebilirdi. Ben söyleyeyim, aydınlığa çıkması, her gecenin sabaha ulaşması. Ama karşımızda Çağan Irmak var, unutmamalı.


Filmin kısa hikayesi şöyle:


“Korkularımız ve kuşkularımız aslen karanlıkta ortaya çıkarlar ve karanlıkta kaldığımız sürece asla terketmezler bizi” tezi üzerine kurulu film.”Kendini karanlık ile çevreleme durumunu “ anlatan filmin kahramanları, güneş görmeyen, gölgede bekleyen karakterler , tehlikeleri kendince dışarıda tuttuğuna inanan bir anne ile oğlu. Dışarıdaki başıboşluğu evinden kovarken, oğlunu da dışarıda tutmamak için çaba gösteren bir anne... Başlangıçta "garip" hal ve hareketlerine anlam veremediğimiz anne, etrafın kendisine yapıştırmış olduğu "deli" armasını da üzerinde taşımak zorunda!


“Egemen ise işyeri ve ev arasında kalakalmış, kendisini ifade etmeyi hayatı boyunca öğrenememiş bu sebeple insan ilişkilerinde sürekli olarak çatırdamalar yaşamış bir birey. Ona tam anlamıyla mağdur diyemiyoruz. Çünkü kendisini insanlara yabancılaştıran anlayış aynı zamanda kişiliğine de çamur sıçramamasını sağlamış. İş yerinde ve evde hava alamadığı için günden güne daha da ölüyor ve her geçen gün gölgelerin esiri oluyor. Patronuna duymuş olduğu ilgi de her geçen gün daha da artıyor. Etrafında kendisini gerçek anlamda yakın hissedebildiği hiç kimse olmadığı için de bir süre sonra patlama noktasına geliyor. “


Oldukça yavaş akan filmde karakterlerin sıkıntısını kameranın usta kullanımları, ışığın oyunları ile içinizde hissediyorsunuz. Bir anda aynı nefes alamamayı, insanların nice karanlıklarda debelenip durduğunu fark ediyorsunuz.Sonra bir daha içine doğduğumuz toprakların mayasını taşıdığınıza, filmdeki karakterlerin düştüğü karanlıkları tatmayışımıza, kalbimizi o ışıkla aydınlatan hakikate, Hakikatin Sahibi’ne şükrediyorsunuz, en azından ben bu hislerle doldum ve film boyu hadi Çağan Irmak , elindeki feneri taşa çal ve etraf birden aydınlansın, hadi kendini de bu insanları da karanlıkta bırakma diye yalvardım.
Ama nafile, usta yönetmen yine doğru resmetmişti sıkıntıyı, kadrajları mükemmeldi, oyuncusu başarılı lakin senaryo yine baltayı taşa vurmuş, karanlıklara saplanıp kalmıştı.


Film boyu karanlıktakiler, hep karanlıkta kalmak zorunda mı? Sorusu beynimin çeperlerine çarpıp durdu.Bir şeyler eksikti filmde ama ne?
Ortada ne kendi kültürünü yaşayabilmiş ne de ondan tamamen koparak batılılaşabilmiş, inancın o güzel ferahlığını da tadamamış bahtsız insanların karanlığı sergileniyor, acıları unutmak için içkiye ve sonunda maalesef ki, esrara başvuruluyor, geçici olarak acıları unutturulan ve insanın ancak kafası iyiyken mutlu olduğu resmi ile film bitiriliyor.


Karanlıktakiler filmi, dejenere olmuş, yorulmuş insanların resmini çekiyor ve onları daha büyük bir karanlığın içine yuvarlayıp orada bırakıyor.


Karanlıkları yırtacak pencerelere ihtiyacı var filmin, yani senaristin.
Sorduğu ama karanlığında daha da kaybolduğu karanlıklardan kurtaracak ışık dilerim ki tez zamanda bulur ruhunu Çağan Irmak’ın.
Açılarını çok iyi ayarladığı kamerasını umarım bir gün cevapların arandığı, önyargıların arkaya atıldığı, görünmez sınırların kaldırıldığı yöne çevirir de bize kalbin zümrüt tepelerinde gezinirken çektiği filmlerde cevapları da sunar yetenekli yönetmen.


Şu hususları tekrar beyan etmek istiyorum, film planları o kadar güzel ki iç sıkıntısını, hayata sıkışmışlığı çok güzel yansıtıyor.Vapurdaki sahneler, motor üzerindeki çekimler muhteşem. Kalabalıklarda yalnızlığı çok iyi resmediyor ve şunu söylüyor her insan bir alemdir.Ben de diyorum ki, her alem de kendini keşfetmeli, hayatın üç boyutuna sıkışıp kalmamalıdır.Elbette her film bir şey söylemek zorunda değildir.Resmi çekmesi ve doğru olarak yansıtması önemlidir.Bu sağlandığında sinema salonundan çıkan kişi bıraktığı yerden devam etmemelidir hayatına.Gördüğü resmin üzerine düşünmeli, hayatın, varoluşun sebepleri üzerine kafa yormalı ve film beyninde domino taşı etkisi yapabilmelidir bence, tabi gişe başarısı amaçlanmamış, sanat öncelenmişse.Ki, bu filmde gördüğümüz de budur, esas kız esas oğlan güzel-yakışlı değil, mekanlar eğlenceli sunulmamıştır.Fragmanına koyulacak aşk(!) sahneleri de barındırmayan bu film, gözyaşına boğacak derin aşk acısı da barındırmamaktadır.
Öyle ki, bir iki hızla geçen ayrıntı olmasa filmin İstanbul gibi dünyanın en güzel şehirlerinden birinde çekildiğini anlayamayacağız.
Hatta fragmanını izlediğimde Fatih Akın’ın şu, Almanya’da çektiği, içinde iki toplum arasında kalan ve batılılaşmayı mayasına yediremeyen ruhların yoğun bunalımını barındıran filmlerine benzetmiş, herhalde orada çekildi demiştim.Yani seyirciyi dinlendirecek manzaralar kullanılmamış bu filmde.İki kez deniz görünüyor o da adamın uçurumun kenarına gelmesiyle.
Anne çok çirkin, yaşlı, ışık ve makyajla daha da itici hale getirilmiş bir kadın (ama çok iyi oyuncu )
İnsanı kadından yada yaşlanmaktan tiksindirebilecek kadar kötü, sadece bu görüntüler bile karanlığa itiyor ruhu.


İşte bu karanlık filmde o anneyle yaşamak gerçekten çok zor ama iyiliğini kaybetmiyor adam
sonunda ne olacak acaba diye beklerken arka sokalardan esrar bulup annesinin sigaraları içine sarıp bütün gece kafa bulmasını sağlıyor kendi de şarapla beraber bolca esrar içiyor.Kadının korkuları ve bunca aklını yitirmesiyle ilgili olarak burada zihninden açılan bir pencerede geçmişe gidilip bilgi veriliyor.
Meğer kadın genç bir kızken kaçırılıp günlerce tecavüz edilmiş, sonra dönüp evine geldiğinde aile bunu herkesten saklamış, hamile kaldığı anlaşılınca kapıcıyla 3 ay süren sahte bir evlilik yapılarak güya ailenin namusu temizlenmiş ama kadın ruhen bir daha hiç düzelememiş, yaşaması için tek sebep olan oğluna bağlanmış ve onu boğacak derecede koruyucu bir anne olmuştur.Yalanlarla başlayan bir özgeçmişten sıyrılamayan kadın kendine sahte bir dünya kurmuş ve içine sadece oğlunu almıştır.Filmin sonlarında, kadına söyletilen ve afişe de taşınan tek cümle ” Ölmek kolaydı ama sen vardın” olmuş.Aşırı baskıcı bir anne var önce kızıyor, hallerinden iğreniyor ama sonra sebeplerini öğrenince acıyor, üzülüyorsunuz.
Ama sonunda ikisinin de kafası esrarla iyiyken motora atlayıp karanlığa doğru ilerlemelerine daha da karanlığa düşürülmelerine bir anlam veremiyorsunuz.


Gönül kapılarına vurulan kilitleri ışıkla kırdırmasını bekliyorsunuz senaristten.Ama nafile, dilerim bir dahakine diyerek çıkıyorsunuz girdiğiniz karanlık dünyadan alışveriş merkezinin ışıltılı, yalan, zengin, görünüşte mutlu dünyasına.
Yanımdaki teyzelerin her şeye bir yorum yapan homurtularına, sevgilisiyle gelen şımarık kızların bir daha gelmeyelim böyle eğlencesiz filme aşkımmm sözleri arasında, uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece, ulaşmak için menzile gidiyorum gündüz gece ,çalıyor zihnimin odalarında, ve Aşık Veysel’in mısraları düşüyor dilimden; “ Hakikat da hep hayaldır/Hayat filime misaldır/İşler güçler hep sinema."


Bu filmden bana kalan mı, sadece hüzün...insanların bunca karanlığına hüzün…Işığa bu kadar ihtiyaç duymamıza rağmen anadoluyu mayalayan kaynaklara yönelmek yerine, gözünü çoktan doğuya dikmiş batının eskiliklerinde debelenmemizin hüznü.
Gün gelecek güneş batıdan doğacak demişler ya, galiba doğudan yükselen hakikatin çığlığı batıdan sinince üstümüze dağılacak karanlıklar içimizde.
Işığın gelip karanlıklarımızı boğması dileğiyle…


HANDAN GÜLER

İKİ KAPILI BİR HANDA GİDİYORUM GÜNDÜZ GECE...


FAZLA SÖZE NE HACET...

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin