şarkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şarkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Eylül 2010 Perşembe

GURBETTE…BAYRAMDA…


Zaman, içinde bir daha yıkanılamayan bir nehir gibi hızla akıp gidiyor hayatlarımızdan. Sürekli değişiyor takvim yaprakları, eksiliyor ömrümüz biz farkına varmadan.
Gün geceye bırakıyor yerini, çocuk gence, genç yetişkine…
Yetişkin…Gelişimin herhangi bir yönünde veya tümünde duraklama düzeyine erişmiş olan diye tanımlıyor sözlükler bu kavramı. Artık yetişkiniz, duraklama döneminin yükü üzerimizde ilerliyoruz gelmesi mukadder çöküş dönemine.
Bugün bayram… Bayram neşe demektir, kalabalıkta koşuşturmak, el öpmek, harçlık dağıtmak-toplamak, hasretle kucaklaşmak demektir sevdiklerimizle.
Bayramın yetişkinlere hatırlattığı ise zamanın akış hızı oluyor şimdilerde. Daha dün annemizin kollarında yaşarken, çiçekli bahçemizin yollarında koşarken şimdi bir garip halde gurbette olduğumuzu anımsıyoruz hüzünle.   
Gurbet; gariplik, yabancılık, vatandan ayrı düşme mânâlarına geliyor. Herkes bir şekilde gurbet yaşıyor bu dünyada. “Garip” oluyor bazen, kocaman sevgi dolu kucaklar açılsa da. Çünkü gurbet; sofiye ıstılahında, Maksud'a ulaşabilmek için, o güne kadar alışılagelen dünya ve onun câzibedar atmosferinden uzaklaşma veya o atmosferde uhrevî buudlu yaşama şeklinde yorumlanmıştır ki, buna dünyanın mânevî mimarlarının hâlleri de diyebiliriz. Bu mana derinliğinde dahi, çeşit çeşittir gurbet; hâlden hâle intikal gurbeti, halktan Hakk'a yönelme gurbeti, Hakk'tan halka nüzûl gurbeti bu sözcükle zihinlerimizde canlanan ahvâlden sadece bazılarıdır.
Ama bir de ıstılahı manadan uzakta, yaşamın ortasında yapayalnız bir yetişkin olduğumuzda, maruz kaldığımız gurbet vardır ki, acısı yürek dağlar.
Hele de vakit bayrama uğramışsa gurbetteki yüreğin acısı kat kat artar. Zaman ırmağında yitirdiklerimiz arttıkça özlemlerimiz büyür, bayramın diğer adı olan neşe hüzün-sabır ortak yapımı bir tebessüme evrilir. Gurbet kalmadı yalanı gereği telefonlar açılır, görüntüler, sesler, kelimeler değiş tokuş edilir, bir nebze su serpilir yüreğe.
Böyle bir bayramdayım yine, bir sürü kelimeler hediye ettim sevdiklerime. Güzel dilekler, dualar aldım özlem dolu seslerden. Vazifemizi yapmanın rahatlığı ile açmış kitabımı okurken bilmem kaçıncı gurbet yılımda, garip bir bayramdayken Barış Manço’nun “Bu gün bayram” şarkısı değiverince yüreğime, gözyaşlarım boşandı bendinden hüzünle. Birbirimize baktık ve sarılıp ağladık eşimle, annelerimizin özlem kokulu sesleri içimizde. En azından hala aynı zaman ırmağındayız diyerek teselli bulduk. Mezarlarının başında anne-babalarını ziyaret edenler, hatta onu bile yapamayacak kadar uzağa düşenler gelince hatırımıza, her şeye şükür dedik, kalbi bir duayla.
Sen gittin gideli içimde öyle bir sızı var ki 
Yalnız sen anlarsın 
Sen şimdi uzakta cennette meleklerle bizi düşler ağlarsın 

Bugün bayram erken kalkın çocuklar 
Giyelim en güzel giysileri 
Elimizde taze kır çiçekleri üzmeyelim bugün annemizi 

Sen yaz geceleri yıldızlar içinde 
Ara sıra bize göz kırparsın 
Sen soğuk günlerde kalbimi ısıtan en sıcak anısın 

Bu gün bayram çabuk olun çocuklar 
Annemiz bugün bizi bekler 
Bayramda hüzünlenir melekler 
Gönül alır bu güzel çiçekler” diye söylerken Barış Manço, onu da rahmetli diye anmak derinleştirdi gurbetimi.
Erken kalmadım bu sabah, hatta hiç uyumadım. Ne kahvaltıya yetişeceğim bir yer vardı ne de el öpmek için çalacağım bir kapı. Uykudan talep ettim koynuna sığınmayı. Biraz izin verdi gözlerime, sonra bir sürü rüya arasından sıyrılıp çıktım güne,  sessiz, sakin, kıpırtısız bir evin soğuk duvarlarına baktım öylece. Defalarca dinlediğim bugün bayram erken kalkın çocuklar şarkısı eşliğinde dolaştım hafızamın derinlerinde, en güzel giyisileri giydiğim zamanları, gözyaşları eşliğinde.    
Bayram çocuklar içindir gerçeğine binaen bari yavrumuzun zihninde güzel bayram resimleri dizilsin diye yollamıştık onu büyüklerine. Bu teselliyi alıp sarıldım “oğlummm” deyip özlemle. Yetişkin olmak buydu işte, gereklilikler üzerinden verilen kararları yerine getirip sağduyulu bir şekilde hayatı kabullenme.
Oysa çocukken öyle miydi? Nasıl da güzel telaşlardı bahtımıza düşen. Mesela bayramdan bir hafta önce Kemeraltı’na gider, bayramlık arardık, anne ve babamla, kardeşlerim yanımda. Hacıbabamın Araphan’ındaki dükkanına da uğrardık mutlaka, cam şişelerden soğuk su içerdik. Hacıbabam hemen yemek söylerdi bize, bir daha o tadı hiçbir yerde bulamadığım lezzetli dönerler yedim o birkaç metrekarelik dükkanın bereketli atmosferinde.
En güzelini alırdı babam, seçtiğim ayakkabı kırmızı olurdu çoğu zaman. Bazen birkaç bayramlığımız olurdu. Teyzem ve annem rahat durmaz, konfeksiyon ürünlerini beğenmez, “Burda” dergilerinden çıkardıkları kalıplarla kıyafetler dikerlerdi illa ki, bayramda en şık biz olalım diye.
Evleri temizlerdik günler önceden, ben en çok cam silmeyi severdim, varendaları yıkamayı, toz almayı. Şimdilerde yetişmekte zorlandığımız bu işler o zaman ne kolay gelirdi, boyum kadar koltukları devirir, altlarını silerdim, perdeleri yıkar, ütüler ve asardı annem.
 Teyzemlerle birkaç gün önceden bir araya gelip mutlaka cevizli ev baklavası yaparlardı. Hacıannem başlarında, olmadı öyle, becermezsiniz durun ben yapayım diye tez canlılığıyla atardı kendini hamurun başına, her biri ayrı usta olan kızlarına emirler yağdırırdı usulca. Yetişmeyecek, hadi sarmanın başına der bizi de harekete geçirirdi, dizildik mi bahçeden yeni toplanıp haşlanmış asma yapraklarının başına, tencerelerce sarmalar sarardık coşkuyla.
Muhabbetin ilişkilerin temelinde olduğu ve değdiği her yeri güzelleştirdiği, yorgunlukları neşeye çevirdiği zamanlardı çocukluğumuzun bayramları.
Tepsi tepsi su böreklerinin karnıyarıkların yapıldığı, tavukların, pilavların piştiği anneannemin iki metrekarelik mutfağını hatırlayınca daha da şaşırıyorum şimdilerde. Kocaman evlere sığamadığımız şu zamanlarda iki oda bir sofa, bir terasta nasıl onca kişi sığışır, mutlulukla kaynaşırdık anlamak zor. Demek ki büyüklerin sevgi dolu gönülleriymiş bizi ağırlayan. Dört oda bir salon değilmiş aslolan.
Lise ikinin başında ani bir trafik kazasında yitince Hacıbabam, bir daha bayram yaşamadım diyordum bunca zaman. Oysa dedemin ardından anneannem onbeş yıl yaşamış ve bize nice bayramlarda açmıştı kapısını. Son gününe kadar eksik etmemişti harçlıklarımızı, dualarını.
Anneannemin mis kokan ellerinden öpmekmiş meğer bayram, hacıbabamdan sonra da bayramlar görmüşüz aslında. Ama hacıannem de gidince ötelere, bayram sadece tatlı anıların eski adı olarak kazındı zihnime. Arada adını taşıdığım babaannem ve yirmi sekiz gün ardından dedem de gidince bayram çadırının tek direği anneannem kalmış meğer, o da bırakınca bizi gurbette, yürüyüp gidince sevinçle Sevgili’ye, yıkılmış neşe çadırı üzerimize. Çocukluktan yetişkinliğe çabuk geçiş yapıyor insan kayıplar üst üste gelince.
Bu sene de ayrılanlar oldu aramızdan, Hacı Enişte, Nuriye Teyze ramazanda yürüdü Cemal’e, büyük dayı daha önce. Artık memleketten sürekli kayıp haberleri geliyor, eksiliyoruz günden güne. Tabi yeni doğanlar, emekleyenler, yürüyenler, konuşanların haberleri de geliyor arada, yaşamın hızını anlatırcasına.
Daha dün anneannemin çatısında oyun oynadığımız, harçlıklarımızla çat-pat, çikolata  alıp kavgalar ettiğimiz, sonra sarılıp barıştığımız, topladıklarımızı yarıştırdığımız kuzenlerim birer yetişkin olmuş, yüzlerinde kederli ifade, çocukları kucaklarında, her biri ayrı şehirde devam ediyorlar yaşamaya. Arada tatillerde kesişince yollarımız kısacık da olsa halleşiyoruz, eski bayramları yitirdiğimize değil, eskiyen yanlarımıza bakıp üzülüyoruz, ama yine de güler gibi yapıyoruz. Aslında biz yetişkinler ne de çok maske takıyoruz. Şöyle sarılıp birbirimize doya doya ağlayacakken, cebimizden başka bir maske çıkarıyor, ne olacak memleketin hali diyerek kaçıyoruz söze.   
Çocuklar da çağın hız aldatmacasından nasiplerini aldığından olsa gerek, bizim gibi heyecanlanmıyorlar bayram deyince. Sürekli alışveriş yaparak, kıyafete, pastaya, böreğe doyurduğumuz ve farkında olmadan kapitalizm çarkına kurban ettiğimiz çocuklarımız sevinmiyor şimdilerde bayramlıklara, ayakkabısını alıp koymuyor baş ucuna. Bir sürü ayakkabı kutusundan seçerken birini, dudaklarını devirip, öf ya hangisini giysem diye kederleniyorlar hatta.
Her bayram bir şeyler daha yitiyor gönüllerimizden, doldurmaya çalışıyoruz yerini yitiklerin, anlamıyoruz çoğu zaman, sonsuz ihtiyaçlar yalanına kanıp esiri oluyoruz maddenin. Artıkça bağlarımız, azalıyor iç yolculuklarımız.
Eksiliyoruz sürekli, heyecanlarımız bizi terk edeli nice zaman olmuşken koca koca evlere, geniş gardroplara sığamazken neden daralıyor dersiniz içimiz? Nedir kaybettiğimiz? Dar zamanlarda geniş gönüller sürememek mi derdimiz?
Oysa gurbetteyiz işte. Gidenler ve gelenler, hızla akan zaman bunu haykırıyor durmadan. Gideceksin diyor. Şimdi gurbette olduğun gibi dünya da bir gurbet yeri. Asıl yurduna dönünce bitecek özlem dedikleri. Yoksa burada kalabalık zaman ve mekanlarda olsak da içimizdeki gariplik duygusunu silemeyiz ki!
Tabi gurbette olduğumuz bu dünyada bir de fiziki gurbet evreni sarınca atmosferimizi daha da yaralayıcı oluyor sevdiklerimizin sesleri. Yalnızlığı daha derinden hissedince insan, bayram gelmiş neyime duygusuna giriyor, bıçak olup saplanıyor sessiz sedasız geçen nam-ı diğer neşe günleri.
Bir çok ses, görüntü, ve kelimenin üzerimize akmasına rağmen hala garipse yüreğimiz bu bayram, uzaksak sevdiklerimizin şefkatli kollarından, hayatta bir türlü kimse çalmamışsa gönül kapımızdan garipliği basamak yapıp doğrulmak gerekiyor dualarla.
İnsan düştüğü yerden kalkar derler ya, belki yaşadığımız fiziki gurbetler aczimizi hatırlatan bir şans, asli yurdumuza götürecek bir Burak gurbette olana.
“Mevla bizi affede, bayram o bayram ola” dediği gibi bilgenin, hüzünle bizi terk eden Ramazan’ın yüzü suyu hürmetine Rabb’im,  gönüllerimize genişlik, evlerimize huzur, ülkemize aydınlık günler sunsun dilerim.
Dar zamanlarda, geniş gönüller sürebilmek duasıyla, nice bayramlara.
HANDAN GÜLER

BARIŞ MANÇO'dan BUGÜN BAYRAM

8 Temmuz 2010 Perşembe

NE DOĞRU DİZEDİR: "Kes gayriden ümidi kes!"...HAYIRLI KANDİLLER


Herkese hayırlı kandiller...Güzel bir kitap var bugün elimde...Herkese şiddetle tavsiye edeceğim bu güzel
kitabı edinip okuduğunuzda Kainat kitabının canlı bir anlatıcısı olan Peygamber Efendimiz'e (sav) olan aşkınız artacak, enfes yazılar ve şiir derlemesi olan bu kitap Sadık Yalsızuçanlar'ca hazırlanıp bize yollanmış bir mektup gibi...

İŞTE ARKA KAPAK YAZISI:
O, dünyanın ve varlığın gözbebeğidir.
Kâinat ağacının meyvesidir.
O, hem kâmil hem kadim insandır.
Rahman suretinde yaratılan insanı ve insanlığı temsil eder.
O, ilk insanlıktır, insanın kadim halidir.
Beşerdir evet, ama bizim gibi değildir.
O, yetimdir. O’nun sahibi, mürebbii, Rabbi’dir. O’nu O terbiye etmiştir.
Söz, o’nunla güzelleşir.
O’ndan söz eden, o’nu söyleyen bu konuşmalar da o’nun nuru ve hakikati çevresinde gelişti.

Abuzer Akbıyık, Cemalnur Sargut, Mahmut Erol Kılıç, Rabia Christine Brodbeck, Raşit Küçük, Seyyit Erkal ve Tuğrul İnançer, “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” haberine mazhar, Fahr-i Kainat, Habibullah, “Adı Güzel, Kendi Güzel Muhammed (sav)” için bir araya geldi.
“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım”
Hz Muhammed (sav)’in pek çok sıfatı vardır. O, sıfatların şahikasını, zirvesini yaşamıştır. Çok şefkatli bir baba, çok sevgili bir eş, çok muktedir bir kumandan, çok ince görüşlü bir diplomattır. Hz Muhammed (sav)’in Mekke’de doğmuş, Abdullah oğlu Muhammed (sav) şeklinde bedenlenen varlığının içinde bir de ölümsüz hakikati vardır. Bu gözle bakıldığında Hz Peygamber Efendimiz bütün insanlığın atasıdır, tasavvuf diliyle insan-i hakikidir, asli insandır. Ve o ölümsüz hitaba, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” haberine mazhar olandır. Sadık Yalsızuçanlar’ın yayına hazırladığı kitapta Nur-u Muhammedi, Hakikat-i Muhammediyye, Hakikat-i Ahmediyye, Habibullah gibi yüce kavramlar, marifet ve aşk ehlinin dilinden yansıyor.

VE BİR ŞİİR...GÜNÜN ANLAM VE ÖNEMİNE BİNAEN:))

DİL HANESİ PÜR NUR OLUR
Dil hanesi pür nur olur,
Envar-ı Zikrullah ile.
İklim-i dil ma’mur olur,
Mi’mar-i Zikrullah ile.
Her müşgil iş asan olur,
Derd-i dile derman olur,
Canın içinde can olur,
Esrar-ı Zikrullah ile
Gamgin gönüller şad olur
Dem-besteler azad olur
Gümgeşteler irşad olur
Asar-ı Zikrullah ile.
Zikreyle Hak’kı her nefes
Allah bes, baki heves..
kes gayriden ümidi kes!
Tekrar-ı Zikrullah ile.
Gör ehli halin fırkasın.
Çak etti ceyb-i hırkasın,
Devr eyle Zikrin halkasın;
Pergar-ı Zikrullah ile.
Terk et cihan arayişin
Nefsin gider alayişin
Bul can-ı dil asayişin
Efkar-ı Zikrullah ile


Dilhanesi pür nur olur ilahisi eşliğinde herkese hayırlı kandiller...En yakınlarımızdan başlayıp tüm insanlık için dua edelim bu gece...Dualarınızda unutulmamak dileğiyle...

1 Temmuz 2010 Perşembe

SÜRGÜNDE YÜREĞİM…AHMET KAYA'dan sürgün acısı eşliğinde...


Bu yazı bugün EDEBİSTAN.COM'da yayınlanmıştır.


SÜRGÜNDE YÜREĞİM…
                                      “Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
                                       Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği”  
                                                                                               SEZAİ KARAKOÇ
Bir sürgündü yaşadığım, ana kucağından kopuşla başlayan, ucu bucağı, sonu olmayan…
O zamanlar, gerek fizik gerek zihnen varoluş sebebim babamın hasretiyle böylesine kavrulacağımı, gurbet duygusunun giderek derinleşeceğini bilmiyordum daha. Şairin
“Daha şıvan düşmemişti böğrüme, daha deli deli esmemişti rüzgar
Sanırdım bütün ırmaklardan aşacaktım, halayda delikanlı başı olacaktım” dediği gibi iki kere ikinin dört ettiğini sandığım zamanlardı…
Yıllar içinde, uzağından kucağına döndüğüm vakitlerde bile onunla aramıza giren, kalbime dokunmasını engelleyen bu sürgün hali oldu hep. Aslında, beni bu sürgüne ilikleyen kodları da o girmişti belleğime. Zamanla beni benden alan, beni benden çalan, sadece silüetten ibaret kılan bir sürgüne dönüştüğünde kodları okuyuş farkımız, derin bir uçurumdan düşmüştük birlikte. Birbirimizi az çok görebilecek bir mesafede, karşılıklı adım atamayacak kadar yaralı ve beni kahreden, yakan, yıkan bir dokunamama haliyle karşı karşıyaydık.  Zamanın karakediliğine yenik düşen duygularımız bizi kelimelerden de mahrum edince içine düştüğüm kimsesizlik kuyusunda epeyce kaldım. Sanki sürgün içinde sürgün, acı içinde acı yazılmıştı kader çizgime, sürekli tekrarlayan bir döngüsellik içinde…
Bir vakit sonra kendimi öyle bir sarmalın içinde buldum ki bu sürgünde, kimsenin göremediği çelikten bir örüntü çevrelemişti yüreğimi, esir almıştı zihnimi. Hayat hızına yetişemediğimiz yanılsamasıyla akıtılırken ben olduğum yerde kıpırdamadan duruyor, sanki demir parmaklıkların ardından izliyordum olup bitenleri. Kendimi dinliyordum bazen, sürgünün ruhumun çehresinde bıraktığı kalıcı izlerden mütevellit ağrılarımın rutinleşmesini .
Hiçbir zaman kurtulamayacağım o yalnızlık duygusu ile bitişen yüreğim sılaya dönme arzusunu da yitirdi bu çıkmazda.
Sonra bir gün bir başka günü kovalayıp erişmişken şimdiki zamana farkettim ki, dönebileceğim bir yerim yok artık benim. Nereye sürülse bedenim kalabalıklarda, gurbet koluna girmiş yüreğimin, “garip”liğime sırıtmakta. Gördüklerim, sevdiklerim, bildiklerim, biliştiklerim hepsi kurmaca. Dokunduklarım birer gölge, dokunamadıklarımsa sadece gölgede yitmemiş hayal kırıntıları.
Bıraktıklarıma, koparıldıklarıma, ayrıldıklarıma şimdilerden bakınca, oraya buraya savrulmuş, ruhumdan çalınmış parçaları görüyorum aslında. Ne yapsam bir daha geri gelmeyecek aidiyetlerim resimlerde kalmış birer hatıra. Her seçiş bir kaybedişmiş ya, tercihlerim mi, vazgeçtiklerim mi daha değerli anlayamadım hala.
Yavrum diye açılan o emniyetli kucağa başı yerde bir yaslanış bekliyor artık beni sılada,  “Olmadı işte, olmadı!!!” diye bağıran yüreğime inat sessiz kalış, içimde derinleşen boşluğu artırıyor ama olmuyor işte, olmuyor hiçbir şey istediğin(m) gibi baba!
Her gün yeni bir mucize ile uyanıyor dünya, her şey her an yeniden yaratılıp tazeleniyor ama  insan içten içe kemiren bir pişmanlıkla iki büklüm olduğu yerden etrafına bakınca, güneşin doğuşuna bile bana ne diyecek bir lakaydlığa  hapsoluyor, ülfet perdesi kalınlaşıp ışık sızdırmaz bir hal alıyor zamanla. Ve apaçık hakikat gizleniyor; yaprağı yaprak, damlayı damla, güneşi güneş sanan aklın odalarında.  
Kıs(tır)ıldığın köşeden kurtulmak için “Ben”in kalmadığı bir noktada bir başkasının benliğine yerleşmeye çalışıyorsun. Yaradılışına ters bir benlik kurmaya uğraşıyor, her seferinde çatmaya çalıştığın yapının çökmesiyle enkaz altında kalıyorsun sonra.
Bir el, bir söz, bir gülüş tutup çıkarıyor bazen seni ordan umuda, bazense organ mafyasının acımasız örgüt mensupları gibi gelip deşiyorlar parçalarını acımasızca. Kestiklerini hissediyor, seslerini duyuyorsun ama tek kelime çıkmıyor dilinden, ben ölmedim, yapmayın, yaşıyorum ben diyemiyorsun.
İçinden bir ses susturuyor seni, bırak yapsınlar kabul et artık ölüsün sen, belki bir yerlerde bir parçan işe yarar, birine göz olursun, birine huzur, kanın bulaşır belki geleceğe uzanan köprünün bir tuğlasına, sesini çıkarma gassalın elindeki meyyit gibi ol yaşatmak adına...Rabb, nimetlerle terbiye eden ya, kıymetini bilmediğin her nimet gibi yaşama hakkın da alındı unutma. Bir kalbin, tek o var hala. Belirsiz bir zaman daha seninle beraber kalacak sarayının konuklarına dikkat et ki, tek sığınağın da kayıp gitmesin elinden. Sağlam at adımını, tutun o ipe, sakın bırakma! Eline  geçecek fırsatlar, ipten elini bırakırsan yakalayacaklarına hani, dur demeyi bil, aldanma, aldatma.
Kırılacak şişeleri elde etmek için, zamanı geldiğinde elmasa dönüşecek kömür karası yüreğini inceden inceye her yeri saran rengarenk cam işçiliği örneklerine tutulup cam ocağında ateşin kollarına bırakma.
Dinle bak, ne kadar da sessiz dünya…Hiçbir gürültü yok aslında. Kuş sesindeki cıvıldamalar çocukların şen kahkahaları da olmasa yaprak kımıldamıyor huzuru kaçmasın diye insanın sanki bu gün doğada.
Bembeyaz martının kanadında süzül özgürlüğe, oradan dalga boyuna gir sukunetin yanılsamalar denizinin terkiyle.
Şiirin sıcak kollarına bırak kendini, izin ver sarmalasın seni, tıpkı eski günlerdeki gibi. Şairin gönderilen ilhamı, hatırlatsın indirilen aziz kelimeleri.
En güçlüsü bile mısraların, cılız nehirler gibi olsa da okyanusun yanında, ona kavuşmak için baş koymuşlar o yola, secdeye kapanırcasına: “O gün her kim azaptan uzak tutulursa, muhakkak ki Allah ona merhamet etmiştir. İşte en büyük mutluluk, en açık başarı budur. Eğer Allah sana bir sıkıntı verirse O’ndan başkası onu gideremez. Sana bir hayır ya da nimet verirse…Zaten O herşeye olduğu gibi buna da elbette Kadir’dir. O kulların üstünde hükmünü yürüten mutlak hükümrandır, her işi tam hikmetle yapar ve her şeyden haberdardır”(En’am, 16-17-18)
Evet baba! Ben, sendeki ben değilim artık ama O herşeyden haberdar: çabalarından, dualarından, çatmaya çalıştığın benliklerimizden, bitmek bilmeyen kışlardan, hergün başka surette hayatımıza süzülen gulyabanilerden, sahte kimliklerle gönül kapımıza dayanan şeytanlardan, bazen onlara yenilişimden, daha çok direniş çabamdan, çoğu zaman halsiz bırakan yaralardan, nefesimi kesen heyecanlardan, evin içinde deli divane dönüp durduğum gecelerden, gözyaşıma yüklediğim hasretten, sensizliğimden, kimsesizliğimden haberdar.
Ben de O’nun her işi hikmetle yaptığından, sabrından, mühlet verişinden, kimsesizlerin kimsesi oluşundan, yüreğimizi delip geçen anne şefkatinin, başımızı döndüren, benliğimizi unutturan aşk duygusunun sadece Rahmet’inin yüz damlasından bir damla bile olmadığından haberdarım.
Bana seni ve annemi verişinden, kardeşlerimle zenginleştirmesinden, hayat yolunda beraber yürüyecek yoldaşlara eriştirmesinden, aşka düşürmesinden, düştüğüm yerden yükselen yolumu, yitirilmiş cennet yönünü gösteren levhalarla kuşatmasından, sürgünümde yitirdiğim benimi bulmam için karanlık patikayı ışıklandırmasından biliyorum ki seviyor beni. Senin de sevdiğin gibi, sürse de sürgünlüklerimin süreği, olanda da, olacak da da mutlaka bir sır gizli. Onu öğrenmek için biçilen rolü oynayacağız ki sabırla, aşkı göstersin kalp ibresi. Sürgünde yüreğim…Bana dua etmeni dilesem bulunduğun uzaklardan hissedersin değil mi?
HANDAN GÜLER        
   
SÜRGÜN ACISI...Ve tabi muhteşem yorumuyla AHMET KAYA:))  

29 Haziran 2010 Salı

GELSE DE TRENDEN şiiri...RÜYA...EZGİNİN GÜNLÜĞÜ YORUMUYLA...



GELSE DE TRENDEN

gelse de trenden ikimiz insek
camları buğulu iki tas çorba
bir kitap--çantana korkup tutunmuş
kağıda samandan şiiri zorba

ve hışırdıyan o uykudan geçsek
sobanın ayrımsız adaletinden
çok büyük bir yağmur işte başlamış
kimse çıkmayacak bugün evinden

böyle susuyorum ben çok değiştim
sense nasıl denir-- hala o kızsın
dinle ağlayarak çıkrık sesini
işte şu dünyada yapayalnızsın

her neyi dilesek burada olmaz
en büyük erdemi bunun,susamak
yalar yarasını içte bir geyik
hepsi bu kadardır;adı yaşamak

Süleyman Çobanoğlu



Ezginin Günlüğü' nden muhteşem bir yorum...dinlemek için Rüya


Ezginin Günlüğü – Rüya

Bir kus ucar gökyüzünde süzülür
Bir cocuk bütün oyunlara yazılır
Bir gül kokar tüm çiçekler ezilir
Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir

Yüzünü görmem, yerini sormam
Elini tutmam oy oy
Seni hic unutmam

Tenine degmem, sesini duymam
Adini koymam oy oy
Sana hic doymam...

26 Haziran 2010 Cumartesi

BENİ GÜZEL HATIRLA şiiri ve HAYRANIM SANA şarkısı eşliğinde bir hatırlatma...AÇIK DENİZ huzurlarınızda...






...
Beni güzel hatırla
Bunlar son satırlar
Farzet ki bir rüyaydım esip geçtim hayatından
Yada bir yağmr sel oldum sokağında
Sonra toprak çekti suyu kaybolup gittim
Belki de bir rüyaydım
Senin için..
Uyandın ve ben bittim
Beni güzel hatırla
Çünkü sevdim seni ben, her şeyini
Sana sırdaş oldum dost oldum koynumda ağladın
Yüzüne vurmadım hiçbir eksikliğini
Beni üzdün kınamadım
Alışıktım vefasızlığa el oldun, aldırmadım
Beni güzel hatırla
Sayfalarca mektup bıraktım sana
Şiirler yazdım her gece
Çoğunu okutmadım
Sakladım günahını sevabını içimde
Sessizce gittim senden öncekiler gibi sende anlamadın
Beni güzel hatırla
Sana unutulmaz geceler bıraktım
Sana en yorgun sabahlar
Gülüşümü gözlerimi sonra sesimi bıraktım
En güzel şiirleri okudum gözlerine baka baka
Söylenmemiş merhabalar sakladım her köşeye
Vedalar bıraktım duraklarda
Ne arasan bir sevdanın içinde
Fazlasıyla bıraktım ardımda
Beni güzel hatırla
Dizlerimde uyuduğunu düşün
Saçını okşadığımı üşüyen ellerini ısıttığımı
Mutlu olduğun anları getir gözünün önüne
Alnından öptüğüm dakikaları
Birazdan kapını çalan kişi olabileceğini düşün
Şaşırtmayı severim biliyorsun
Bu da sana son sürprizim olsun
Şimdi seninle yaşanan günleri ateşe veriyorum
Beni güzel hatırla
GİDİYORUM …

CANDAN ERÇETİN' den muhteşem bir yorum HAYRANIM SANA

İLGİLİSİNE DUYURULUR...

AÇIK DENİZ'e bu hafta Yürütme Kurulu üyesi Prof. Dr. Muhittin Şimşek katılıyor. Gaziantep'li olan Şimşek'le, Akademya, üniversiteler, yüksek öğrenim hayatı, uzmanlık alanı olan sanayileşme tarihimiz, iktisadi yaşamımız, Devrim otomobili, kağıtla kalemin aşkı, Gaziantep barak ve iskan havaları üzerine söyleşilecek. Pro...grama ayrıca Milli Eğitim eski Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik ile Yök başkanı Yusuf Ziya Özcan ve Gaziantep Belediye Başkanı Dr. Asım Güzelbey de telefon ile katılacaklar....Programda Barak havalarından seçmeler sunulacak...


24 Haziran 2010 Perşembe

Bir kadının yaşamından 24 saat ve bir yüreğin ölümü...ACILARA TUTUNMAK...AHMET KAYA yorumuyla...





Gerçekten etkileyici bir anlatımla kaleme alınmış, iyi bir çevirmene rastlamış bu güzel eseri bir solukta okuduğumu ifade etmek isterim. Öyküdeki kişilik tahlilleri derin psikolojik çözümlemeler, canlı tasvirler öyle çarpıcı idi ki öykü severseniz mutlaka okuyun derim:)))
Tutku, yalnızlık, değerler üzerine bir şölen...Psikoloji ile edebiyatın mükemmel evliliğinin hala yaşayan meyvesi...Meraklısına... 

Stefan Zweig’ın psikolojiye ve Sigmund Freud’un öğretisine duyduğu ilgiyi yansıtan Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü adlı yapıtlarını bir araya getirdiğimiz bu kitap, yazarın öykü sanatındaki olağanüstü becerisini gözler önüne seriyor. İnsan ruhunun en karmaşık duygularından biri olan tutkuyu olanca canlılığıyla dile getiren öyküler bunlar. Bir Kadının Yaşamından 24 Saat, duygularının peşinden korkusuzca giden bir kadının apansız yön değiştiren yaşamını konu ediniyor. Bir Yüreğin Ölümü ise, ruh ikizini Lev Tolstoy’un unutulmaz kahramanı İvan İlyiç’te bulduğumuz yaşlı bir adamın ailesinden ve yaşamdan uzaklaşmasını öykülüyor.
Düşsel ve tarihsel karakterler üzerine yazdığı biyografilerinde olduğu kadar öykülerinde de karakterlerini kendine özgü derin, incelikli ruh çözümlemeleriyle betimleyen Zweig’ın bu kitapta buluşturduğumuz iki uzun öyküsü, edebiyat tarihinde Freud’un çözümlediği yapıtlar arasında yer alıyor.

Öyküden bir kısım okumak için buraya bakabilirsiniz...

AHMET KAYA... ACILARA TUTUNMAK...

14 Haziran 2010 Pazartesi

BİR YAŞAM BİÇİMİ OLARAK; AŞK…ÇİLE…ŞİİR…HEDİYE...KOL DÜĞMELERİ EŞLİĞİNDE...


Finallerden sonra özgürlüğüne kavuşmuş köleler gibi olur ya öğrenciler; ne yapacağını bilemez, işte öylesi bir halin içine düştüm ben de dün sınavlarım bitince. Aslında yapacak onlarca önemli işim, önemsiz ama acil gerekliliklerim hadi diye başımda beklese de önce yazmak dedim ve vurdum kendimi klavyeye. Sonunda ne çıkar bilmiyorum ama bu ara o kadar çok yazacak şey olurken ben gereklilik kiplerinin prangası boynumda tek satır yazamıyorum. Şimdi bilgisayar başında kalbim kadar temiz bir sayfada yakalamışken kendimi yükleneyim bakalım ne diyor içim:
Kalabalık bu aralar gönül ülkem, hani iğne atsan yere düşmeyecek cinsinden. Herkes kendini önemli sayıp öncelik istiyor, birini sustursam diğeri fırlıyor, o sussa öbürü başlıyor konuşmaya, beni yaz diyene sıranız gelecek diyorum, hayır beni yaz bırak onu diye atlıyor meydana diğeri, ama diyorum henüz vaktin değil, bırakmalıyım seni bir kenara şimdi, bırakırsın tabi, çünkü yazamazsın ki diye nanik yapıyor küstahça. Dikkatim dağılıyor sonunda, Offff sessiz olun, zaten uykusuz, yorgun, yalnızım diyorum, çekemem şimdi kaprislerinizi, başım da zonkluyor, yumuşak bir kahve içmeli, şöyle sütlü şekerli, eritmeli derdi kederi.
Bilmiş bilmiş şiir oku o zaman diyor içimdeki fırlamalardan biri: Sen hep öyle yaparsın ya, üzgün ya da neşeli olduğunda, yalnızken; kalabalıklarda ya da dört duvar arasında, mutsuzken gündüzde ya da gevşediğinde koynunda gecenin şiir okursun ya!
Susmak adasına düşünce, susturmak istediğinde çevrendeki ve içindeki gevezeleri şiir okursun ya!
Kimseler anlamadığında seni, nakite dönüşmeyen her şeyin değersizleştirildiği bir çağda gereksiz melankoliklikler diye yaftalandığında ruhunun sicili dağlara kaçıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istersin ya, dağlar, alıp başını gidemeyecek kadar uzaklarda… Taşıdığın kimlikleri, sırtlandığın rolleri bırakamayacak kadar sarmalanmışken hayatla. İşte tek sığınak yine şiir, gir mağarana oku bağıra bağıra. Üşüdüğünde üstüne ört, sarılmak istediğinde sarıl kelimelerin sıcak kollarına. İçindeki boşluğu doldur, hakikat arayışındaki sevdalarla. Bu fikir cazip gelince bana yine bıraktım kendimi şiirin, yani  yaşamın sularına. Aşka düştüm yine, bambaşka bir hal sarsın diye içimi dışımı. Renklerin birbirine geçişi kadar naif, karanlığı silecek, soğuğu ısıtacak kadar yakıcı... Karmakarışık, sarmaşık gibi bir düş, katışıksız, yatışmasız, tartışmasız bir hal olan yaşam biçimime, şiire verdim yüreğimi yine…
Tükenme dedi mesela şairin biri, tuttu elimden kaldırdı beni, baharı müjdeledi diğeri. Bismillah de başla, götürür seni götüreceği yere şiir bineği diye fısıldadı öteki,taş gibi ol, moleküllerini değiştiremesin kimse dedi taş gazeli. Kurşun gazeli ile hasret dile geldi, yine seni özlemek birikti, bir dağ gibi yürüyüp üstüme, altına aldı beni. Kimi sevsem sensin diye hatırlattı diğeri. Gam dağları kurup, kayaları kelimeler olan zirveye, çağırdı öteki.
Firar ettim seve seve içimin zindanlarından, bir gamzelik rüzgar yetecekken ha itti beni ha itecekken, bir dolmuşta yorgun şöförler için bestelenmiş bir şarkıdan bir kelime düşünce içlerine, karanlık sokaklarına dalarak şehirlerin, beton apartmanların, sağır duvarlarını yumruklayan, ya da melal denizi parkların ıssız yerlerinde gezinen gencecik aşıkların yürekleri gibi tutundum yine şiire.

Güçlendirsin istedim beni şiir, yaslandın mı çınar,  sardın mı umut gibi olayım, isyan şiirleri okuyayım sonra, kelimeler ki tank gibi geçsin yüreğimden, harfler harp düzeni alsın mısralarda, varlık denizindeki bülbüle sesleneyim sitemvari,  kıyametler koparmasına gönül koyayım yoklar bataklığında.
Derdiyle dertlenip şairin unutayım dertlerimi, bir bomba gibi taşıdığım yüreğimle savaşa gireyim, ne denli acı varsa arayıp bulan beni, en ağır yükün altına sokan buyruk gibi, kalbi sökülmüş çağı yeniden kurmak bize düşmüş gibi okuyayım istedim mısralarını şairlerin.
Kırgın kırgın bakmasın yüzüme Roza, henüz dinlememişken her saza uymayan türkülerimi, mektup mektup büyüyüen umutlarım düşmesin aşk uçurumuna. “Bilmesin kalabalıklar yağmura bakmayı cam arkasından, insandan insana şükür ki, fark var, birine cennetse, birine zindan gelen sözler” desin şairim. Hayatla doldursun boş yelkenimi o masum bakışlar, sonunun bir kaza kurşunu olduğunu hatırlatsın süvarisiz şaha kalkan atların o yakıcı satırlar.
Yine sarsın beni, içinden şiir geçen şarkılar, dudaklarıyla dudaklarımın arasında kalan. “Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara; ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara” desin şair, siyah gözlerine beni de götürsün, artık bu yerlere sığamadığım demlerde, kurtuluşun mu harabın mı gözlerin, gözlerinde mi serap, serabın mı gözlerin diye inlesin içimin uçsuz bucaksız çöllerinde.
Beni ırmağa karıştırsın yeniden, düşürüp düşürüp kaldırsın yeniden ve yeniden, yorgun kuraklığında ıslanmaya değer mi dedirtsin, güzelliğin beş para etmez bu bendeki aşk olmasa desin pervasız sözlerin.
Sigara külü kadar yalnızlık sardığında kızamayayım ona, gördüğü her dilbere tutulan yüreğine, Leyla’dan Mevla’ya geçme faslının bitmek bilmeyen gelgitlerine ben de katılayım mısralarında. Şairdir, ne yapsa yeridir, ne söylese doğrudur diye biat edeyim ona, şiirin bir yalan, bir büyü olduğunu bilen aklıma sen karışma deyip çıkışayım mesela. Yürek kredimi kefilsiz vereyim, kapıma gelen şair olduğunda. Acıdan acıya, sevdadan sancıya düşürseler de vize soramıyorum hala, elinde şiir pasaportu olana.
Düzenin, intizamın hakim olduğu lügatımda her şey serbest şairlerime, tabi gerçekten şiirleşmiş olanlara. Aşktan bahsederken, sevdadan, adanmaktan, yanmaktan, kalbimi eline alıp dilediği kadar acıtabilir şair mesela, varlığın da yokluğunda yetmediği bir menzile fırlatabilir beni. Kesse kanım akmaz, ağlatsa beni güldürmüşcesine severim yüreğini sergilediği şiirini.
 “Bir yıldız kayıyor, bir dal uzuyor, bir gül kanıyor bir seher vaktinde, yanıyor bir ateş için için, içimde içimin de içinde, bir ezgi dönüyor dönüyor dönüyor
Bir ney eriyor dudaklarımda, aşkın bir adı da yorulmamaktır.” dediğinde şair kalkarım şevkle bir asker gibi girerim emrine. “Kendimi de koysam ayağımın altına yine de yetişemiyorum ey aşk, omuz hizana” diye seslenip sorgulamam kelimeyi kanatlandıran şiirin sağdan mı soldan mı estiğini mesela. Ruhuma deyip geçen, değmeyip delip geçen rüzgarlardır mısralar, nasılsa çıktığı yerden ulaşırlar gidecekleri noktaya.                
  
Anlayacağınız eski bir hikaye bu. Hatta yürek kredimi sonuna kadar kullanabilecek şairlerle ve şiirlerle, tanıştığım zamanı hatırlamıyorum desem yeri var, belki anne karnından, belki ruhlar aleminden aşinayım yürek tınılarına, bilemiyorum. Bu tanışıklığı hatırlatan adamsa hala kalbimin sahibi, ilk aşkım, babam; sonraları en çok şiire düşmemden, şiirden düşmemden şikayet etse de kanıma bu zehri ilk şırıngalayan adam, babam. Okuma yazma bilmediğim zamanlarda şiirlerini ezberlediğim şairler vardı, mesela onun çabasıyla. Şiir okuyan ve okutan, kitaplığında Niyazi Mısri’ den, Yunus’a, bir çok divan bulunduran yufka yürekli bir realistti benim babam. Bir gün büyük bir üzüntü ile geldi yanıma,  Necip Fazıl ölmüş dedi, beş-altı yaşlarında bir çocuktum o zaman. Dün gibi hatırlıyorum seyrettiğim cenaze törenini…Saatlerce ağlamıştım şairimin ardından…Okumuştum ezberlediğim şiirlerini hiç durmadan, yaşım anlamaya elvermese de, ruhum kabul etmişti demek ki haykırdığı hakikatleri. Yıllarca onun kelimelerine meftun oldum sonra, her gittiğim yerde okudum usanmadan…
O zamanlar daha bu kadar esiri değildi insanlar paranın…Genişti zamanlar, niyedir bilinmez: Yoksa şiir miydi vakti açan, bizi idealler etrafında tutan. Durun Kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak diye çığlık attığında şair dinlerdi onu kalabalıklar.
Bir genç arıyorum diye seslendiğinde umursamaz bir halde en hızlı mesaj atma, kontür kapma çılgınlığında değildi çocuk yaştaki sevdalılar.
Oğlunun, kızının kalbi olsun, davası olsun telaşındaydı anneler-babalar.
Edebiyat öğretmenlerinin bile şiir okumadığı, okutmadığı hapishaneler değildi okullar. Çile’nin kutsallığına inanmış son çocuklardık o zamanlar. Oysa şimdi bu kelimeyi izah etmek istesek ne deriz, bir dediğini iki etmediğimiz efendilerimize bilmiyorum. Sadık Yalsızuçanlar’ ın bir yazısını hatırlıyorum bu noktada. Yer, beş yıldızlı bir otelin yemek salonu, konu, tasavvuf, dervişler…Yanında liseye giden büyük oğlu var. Konuklar sıcak-soğuk-ara sıcak çeşit çeşit yiyeceklerden hangisini alsam diye düşünürken tabaklarına, dar zamanlarda geniş gönül sürebilmekten bahsediyorlar konuşmalarında. “Çilehane” diye yabancı olduğu bir terim geçince sohbet esnasında babasının kulağına eğilip soruyor, sekiz yaşında ezbere bildiği şiir sayısı bugün şairim diye gezen bir çok adamdan fazla olan,o nadide genç. Ve babası yemek masasına bakıp bu kavramı nasıl izah edeceğini bilemiyor o an.
Çilehane, çile, mukaddes, derviş, dava ne kadar da uzak  şimdilerde hayatlarımızdan. Aynı adla anılan yalanlar ya da sahtecilerin çoğalttığı suretler dolaşıyor ellerimizde, okusak da hiçbir kelime inmiyor gözümüzden, dilimizden gönlümüze.
 Vakit yok diyor spiker, duran düşer, durma devam et yola. Çıkmaz sokak yok, bas üstüne şairin, geç git, mutlaka çıkar yol bulunur bu zamanda. İstediğin kişiye sekiz dakikada nasıl evet dedirtirsinizi oku, beden dilinin öğren ki, maskele kendini, farket samimi halini gizleyemeyen safi gönülleri, kullan sonra bir kenara at beceriksizleri, hala kalp taşıyan çaresizleri.
NLP ile kontrol et kendini, CEO gibi düşün, yönet istediğini ya da yönettiğini zannet, sıradan bir şarkının klibine kadar inen bilinçdışı mesajlarla doldurulan zihnini.
Galiba çok öncelerde dilimizi aldıkları gibi şiirimizi de alınca devrildi içimizdeki hakikat kuleleri. Onları yeniden inşa edecek yine, yeni şairler olacaksa, şiirlerle yürünmeli yollar. Sahih kaynaklara dönmeli, ona göre çizilmeli projeler planlar. Tanımalı, tanıtmalı gerçek şairleri, şiirleri tüm çabalar.
Kendimizi yeniden bulmak için, yitirilmiş cennete giden yolu açmak için muhtacız yine şiire, eskimeyen sözden beslenen, besleyen söze.
Mesela, ARAMAK’ ta“Ey hep bir kelime arayan kalbim, Sonra arayan tekrar arayan kalbim” diyen şaire,  Erdem Bayazıt’a tutunmalıyız yine, yeniden. BULMAK’ına kulak vermeliyiz gecikmeden.
Yaşamak sandığımız kaostan yaşayamadığımız günler için, dalımıza yaprağımıza aşk suyu yürüsün diye, bir gülüş içimizdeki lambaları yaksın, göz çeşmemiz suya ersin diye, çağrılan isimler kurtuluşumuz olsun diye, bir yol bulmak için öteye, düştüğümüz kuyulardan çıkıp, ansızın patlayan bahara pencere açmak için, gözden döküleni, gönülden geçeni, ah hep o kelimeyi bulmak çabasındaki gönüllerimize sıcacık şiiri ile yeniden düşmeli şair bize bırakıp gittiği şiirleriyle.
Hüngür hüngür ağlayarak dualar ederek uğurladığım ikinci şairimdir Erdem Bayazıt,  gönlümün aşk sultanları geçidinin en gür seslisi, “cankuşum, umudum, canım sevgilim” diye diye yaşadığım hayatın bestecisi.
Orta okul yıllarımın içimdeki sesi, aşkın risalesini yazan edep abidesi bir fanidir bahsettiğim. Ne yazsam ne söylesem sönük kalacağını bilir onu tanıtmaktan haya edip bu işi şiirlerine bırakırken, mısralarını hala zihnime kazınan kendi sesinden, yorumundan dinlediğimi de ifade etmek isterim.
Çok az şair vardır, kendi şiirini güzel yorumlayan, onlardan biridir şairim, duyduğunu duyumsatan.
Onu hiç tanımadım, yıllarca ses kasetlerini dinlesem de, dergilerde kitaplarda buluşsam da gönlüyle, sezişin görselliğin önünde gittiği zamanlarda tanıdığımdan belki, tek resmini görmedim, merak da etmedim, kelimeleriydi ilgilendiğim. Yok sayılan güzel adamlardan olduğundan devlet televizyonunda seyretmedim o yıllarda, detaylı bir hayat hikayesini dinlemedim bir belgesel sunumundan. Ama onu ve arkadaşlarını, o yedi güzel adamı çok sevdim, mısralarında dolaşıp durdum, yüreğimi hangisine emanet edeyim bilemedim, en sonunda yıkıp içimin eskiyen yapılarını yer açtım hepsine. Ve itiraf ediyorum, en çok onların dostluklarına özendim, birbirine rakip olmak yerine yapbozun vazgeçilmez parçaları olmayı becerebilmelerine, muhabbetlerine imrendim. Birbirlerini bulmalarını kıskandım, hayatımın her durağında. Artık yalnızlığı içselleştirsem de, bırakın kırkı, yediyi, üçü, iki tane kalbimi anlayan adam yeterdi bana, tamam, bir de olur, dost gibi dost, adam gibi adam ya da kadın…Hiçbir şey acıtmadı gönlümü yüreğimden tutacak dost bulamadığım kadar. İnsan yalnız yaşar, yalnız ölür, konuştukça yalnızlaşır hakikatini bilsem de omzuna başını yaslayacağım, beraber ağlayacağım, sırtımı dönüp giderken yalnızlığıma dostluğuna dair en ufak kaygı taşımayacağım bir dosttur hasretiyle yandığım. Yorulsam da aramaktan, kırık dökük olsa da içim, yaşadığım sürece Sahibi’ mden ümit kesmeyeceğim. Gönül sultanlarımdan budur, devşirebildiğim. Sadakatle durma gayretime binaen belki açılacak bir gün kapılar, dostlarım olacak, sarılacak bir bir yaralar. Ama o güne kadar aşkım şiirdir, her daim şairlerdir beni anlayacaklar.

Şiirden şairden bahsedince sözün bitmeyeceği bir iklime giriyor insan. Hepsinden bahsetmek, tanıtmak, alıntılarla gönül çalmak istiyor şiire aşık olan. Böyle güzel bir amaç için toprağından şair fışkıran Maraş’ın güzide bir sivil toplum örgütü olan MARAŞDER’in vefa göstergesi bir çalışmasından söz etmek istiyorum. Çok şık, çok dolu dolu bir hatırat hazırlamışlar şairim dediğim ERDEM BAYAZIT anısına. Yazıları ile devlet adamlarından dostlarına, şairlerden, yazarlardan herkesin kişisel menkıbesine düşülmüş kısa notlar gibi sunduğu ERDEM BAYAZIT’ ın seçkileri ile tarihe not düşmüş bu armağan.
Sözünü ettiğim eser bana da sunulunca nazik bir davetin akabinde, ne kadar mutlu olduğumu ifade etmek istedim bu satırlar ile. Geçen hafta yazmayı istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım bu teşekkür yazısına verdim sırayı ve susturdum nihayet içimde konuşanları.
Bu armağana ulaşma hikayem ise daha da ilginç. Birkaç haftadır blogdaki eski yazılarımı okuyan ve yorum yazma zahmeti gösteren DİLSUHAN isimli bir blogun da yazarı olan hanımefendi öyle heyecanlandırdı ki beni, epeydir yazı ekleyemediğim blogumla her hal ve şartta tekrar ilgilenmem için güç verdi.
İstanbul’a gittiğim bir zamanda tanışıklığımızı gıyabiden vicahiye çevireceğimiz bir buluşma planladık aynı zamanda meslektaşım olan Şebnem Hanım’ la.
Sonunda buluşma gerçekleşti, yağmurun bile bereket ve sel arasında huyunun değiştiği bir günde, şehirlerin şahında, doyurucu bir Maraş kahvaltısı esnasında. Sadece internet vasıtasıyla tanışan iki edebiyat sevdalısı, zor bir mesleğin icrası değildik de, sanki yıllardır birbirini görmemiş ama çok özlemiş dostlar gibiydik verdiğimiz resimde. Uzun ve keyifli sohbetimizde neler konuşmadık ki, MARAŞDER’ in başkanı avukat ve şair olan eşi ile beraber yaptıkları dernek çalışmalarından başladık mesala söze. ŞAİRİME ağabey diye hitap eden, içi dışı çok güzel bir yürekti karşımda duran.
“Bizleri kardeş kılan Yüce Kudret’e hamd olsun” diye yazıp imzaladığı hatıratı okumaya onun yazısı ile başladım dün akşam. Ve öyle çok ağladım ki, tıpkı şairimin ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm diye diye Hakk’a yürüdüğü günkü gibi bendini aşmıştı, gözümde duran.
Bana bu armağanı sunan güzel insan, tabiî ki kişisel hikayemden habersizdi, henüz bilmiyordu şiire olan tutkumu, aşkın yaşam şeklim olduğunu…Yazılar ve sohbetimiz verse de ipuçlarını, aldığım bu güzel hediyenin manevi değerini bir nebze olsun ifade etmek istedim bu yazıyla. Yoksa ne şiir ne şairler konusunda yetkin değilim yazmaya.  İyi ki, bir gün uğradığı bu blog vesilesiyle kaynaştı ruhlarımız, kesişti yollarımız.
Hepsini ayrı özenle seçip hazırladığım mektupları, başka başka şişeler içinde bırakıyorum bu blogdan açık denize…sahibine gideceğinden emin bir içsesle.
Ve bir gün o mektubun sahibi buluyor şişeyi açıp okuyor bahtına düşen kelimeleri ve dönüp cevaplıyor kalbimi.
İşte bu nedenle, vakit ve dolayısıyla nakit kaybettiğimi söyleyenlere inat, devam edeceğim mektuplarımı göndermeye, yüreğim açık yedi-yirmi dört, ben de buradayım diyene.

Sevgisini sunarken vesile ettiği kitap, kaderin bir cilvesiyle beni aşka düşüren şairimden gelmiş bir mektup oluyor DİLSUHAN’ın ellerinde, ben de o aşkla alıyorum mektubumu elime.
 Şairimi görmüş bir gözle göz göze gelmek ise ayrı bir hediye. Ben de, bizleri kardeş kılan Yüce Kudret’e, şükürlerimi sunuyor, bizi, dostluğun zamanın ve mekanın bağlarından azad edeceği güne eriştirmesi dileğiyle son veriyorum söze.
Demek ki, “Erdem’li şairler çekilse de göğümüzden” birer birer başka alemlere, sesleri davudi bir şekilde hala yeryüzünde, birleştiriyor kalpleri en içten kelimelerle. Dua ve muhabbetle.
HANDAN GÜLER    

VE...BARIŞ MANÇO' DAN...KOL DÜĞMELERİ
  

12 Haziran 2010 Cumartesi

AÇIK DENİZ' DE Samiha Ayverdi ile SIRRA YOLCULUK





AÇIK DENİZ'DE SIRRA YOLCULUK....SAMİHA AYVERDİ öğrencisi CEMALNUR SARGUT hanımefendinin dilinden bu kitapta anlatılmış...Henüz aldığım kitap hakkındaki görüşlerimi okuyunca paylaşacağım Ama önce bu gece AÇIK DENİZ'de SADIK YALSIZUÇANLAR'ın konuğu olduğunu hatırlatmak istedim:))

Bir de AHMET KAYA'dan YALANCI AYRILIK gelsin gecenize...

5 Haziran 2010 Cumartesi

'Kaderini sev' demişti Nietzsche, kaderini sev ki o senin hayatındır...KEMAL SAYAR AÇIK DENİZ'DE...

NOT: Aşağıdaki yazı KEMAL SAYAR'ın YAVAŞLA adlı kitabından alınmıştır. Yazar, şair, psikiyatrist olan Kemal Sayar bu gece AÇIK DENİZ'in konuğu...Bazı insanlar vardır hani, sadece seyrederken, dinlerken bile huzur verir.İşte Kemal Sayar da benim için öyle bir insan...Enfes yazıları, şiirleri ve kitapları var, programı kaçırmamanızı tavsiye ederim.:))   


KADERİNİ SEV

'Eğer hayat, Tanrının bize bir sınavı ise, benim sorularım neden bu kadar zor?' Bu cümle, bir mektubun, elektronik iletiyle gönderilen bir iç dökmenin ortasından zıpkın gibi fırlayarak yüreğimi deliyor. Ve işte mektubunu okuyalı bir hafta bile olmadan karşımda oturuyor, bir Avrupa kentinden, içinde ancak kırıntılarını saklayabildiği ümidin yorgun kanatlarıyla gelmiş. Dudaklarına iki damla su değmezse, uzun kanat çırpışların ardından vardığı o sahilde hemencecik can verecek bir kuş gibi bitkin.Yüreğinin sızısına nihayet bir çare, hayatına bir derkenar, herşeyi toparlayıp denkleyecek bir formül bulmak ümidiyle karşımda oturuyor.
Yirmili yaşlarını bitirmek üzere olan bu genç kadın Avrupada doğup büyüyen ikinci nesil Türklerin çalışkan bir örneği. İyi bir okul bitirmiş ve çalışma hayatında hep övgüler alıyor. Ama babacığının ani ölümüyle ağır bir depresyonun pençesinde buluyor kendisini, ondan yıllarını alan, onu hayata küstüren bir zifiri karanlık. Hüsrev Hatemi bir şiirinde, 'Çünkü her Türk, yüreğine acılar dokuyan bir tezgâhtır' der. Yüreğinize acılar dokuyabilmek için, bir yüreğiniz olması gerekir. Biz kalbin çocuklarıyız. İç hayatlarımız, dünyanın neresinde olursak olalım, Anadolunun türkü ve öyküleriyle şekil bulur, bu toprakların öyküleri ruhlarımızı mayalar.
Dünyaya kalbiyle sokulanlar çabuk yaralanır, kalb hassastır, hile bilmez. İşte hayatı kalb yordamıyla tanımaya başlamış bu genç kadın, üç dört yıl sonra toparlanmış ve hayata tutunmaya başlamıştır. 'Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda' diyor Attila İlhan, babaların gidişinin açtığı yara da kız çocuklarının yüreğinde şifa bulmaz. Ama o direngen genç kadın, yıllarını alsa da, kederin dipsiz kuyusundan çıkıp gökyüzünü göreceği bir vadiye tırmanıyor. Ve o vadide hayatının ikinci kara haberini alıyor, kanser.
Tam da dünyanın daha iyi bir yer olabileceğine inanmaya başlamışken. Depresyonun dev dalgaları bu kez Tsunami şiddetinde dövüyor ruhunun kıyılarını, artık kadere ve Tanrıya küs. 'Ben hep iyi bir insan oldum' diyor, 'bunu asla hak etmedim'. Hayatımızın kontrolden çıktığı yerler, kaderin ansız dönemeçleri ruhumuzu kimileyin fena sarsıyor. Şimdi ilaç tedavisini başarıyla tamamlamış ve hastalığı yenmiş olsa da bununla teselli bulamıyor. Hayatın önden kestirilemezliği, ele avuca gelmezliği ve insanın kaderine her zaman hükmedemediği bilgisi, bir kez içinde yer etti. Bu bilgi ağzının tadını bozuyor, onu dünyayı yurt edinmekten, burada kök salmaktan alıkoyuyor. O kaderinin dizginlerini eline almak istiyor, kadere hükmetmek, hayatını kontrol edebilmek istiyor. Oyunbozan ölüm, bunu ona çok görüyor. O yüzden sevemiyor, ya sevdiği insan ölür giderse? Her sokak başında yolunu ölüm kesiyor.
Kontrol ihtiyacı insanda doğumdan itibaren var. Hayatın ilk aylarından itibaren çocuklar çevreyi kontrol etmek ve ona boyun eğdirmek isterler. Pek çok yetişkin de dünyanın kontrol edilebilir olduğuna inanır. İyi çalışır, planlarımızı dikkatlice yapar ve doğru araçları, bilim ve teknolojiyi kullanırsak başaramayacağımız şey yoktur sanırız. Afetlerin, hastalıkların, ekonomik ve toplumsal sorunların hep çözülebilir sorunlar olduğuna inanırız. Çalışıp çabalarsak başaracağımıza ve tembellik edersek başarısız olacağımıza eminizdir, bu yüzden başarısızlığı bir tembellik belirtisi olarak değerlendiririz. Pek çok insan kaosun ve beklenmedik olanın hayatlarının seyri üzerinde bir rol oynayabileceğini kabul etmez. Ernest Becker, Denial of Death (Ölümün İnkârı) adlı kitabında, dünyanın kontrol edilebilirliği ve muntazamlığı yolundaki görüşümüzün, bizi kendi ölümlülüğümüzün gerçeğiyle yüzleşmekten koruduğunu öne sürer. Ölümün yanı başında, ondan bir adım ötede yaşadığımız bilgisi, bizi endişelendirir ve işte bu yüzden, dünyanın kontrol edilebileceğine inanmak isteriz.
İnsan, değiştiremeyeceği karşısında, kaderine rıza göstermeyi bilmeli. 'Kaderini sev' demişti Nietzsche, kaderini sev ki o senin hayatındır. Hepimiz kırılgan varlıklarız. Hayat hakkında bir düş kuruyoruz, sevdiklerimizle sonsuza dek birlikte olacağımızı, bela ve musibetlerin bize erişmeyeceğini hayal ediyoruz. Oysa hayat yordanamıyor. Ani sıçrama ve kırılmalarla seyri birden değişebiliyor. Hayat ırmağımız, bazen karmaşalar, beklenmedik olaylar, tesadüflerle yatak değiştiriyor ve bizi hiç ummadığımız bir menzile ulaştırıyor.
Ona diyorum ki derdini sev, kaderini sev, sana kuyuların karanlığından sonra aydınlığı göstereni sev.

VE BİR DE GÜZEL BİR ŞARKI GELSİN...

Ele güne karşı:)) M.F.Ö


Arayıp sormasan da unuttum seni sanma
Dünya bir yana sen bir yana

Aşık ettin beni kendine sonra da terkettin gizlice
Aradım seni her yerde hiç kimselere soramadım

Bekledim dön diye dönmedin bile bile
Bile bile sevdiğimi korkundan gelmedin

Arayıp sormasan da unuttum seni sanma sakın
Dünya bir yana sen bir yana

Ele Güne karşı yapayalnız böyle de olmaz ki
Nasıl da gittin insafsız böyle bırakılmaz ki

Unuturum sanmıştın güzelim
Gözüm yollarda kaldı

Haberin gelir bana duyarım nasıl olsa
Bilirim kimlerlesin ne yaptın neler ettin

Aklım fikrim hep sende sevsen de sevmesen de
Seni hiç aldatmadım aldatmayı hiç sevmem


13 Mayıs 2010 Perşembe

UÇAN SÜPÜRGE'DE YOLCULUK 3...Fonda DELİ MAVİ eşliğinde:))

 
1-HİÇ NOTHING
POLONYA/POLAND, 1998, 35 mm, renkli/color, 80’

YÖNETMEN/DIRECTOR: Dorota Kedzierzawska
OYUNCULAR/CAST: Anita Kuskowska-Borkowska, Janusz Panasewicz, Danuta Szaflarska, Violetta Arlak
ÖDÜLLER/AWARDS:
Brüksel Uluslararası Film Festivali “En İyi Avrupa Filmi”, “En İyi Kadın Oyuncu” (Anita Kuskowska-Borkowska)/Brussels International Film Festival “Best European Feature”, “Best Actress”, 1999
Denver Uluslararası Film Festivali “Krzysztof Kieslowski Ödülü”/Denver International Film Festival “Krzysztof Kieslowski Award”, 1999
Uluslararası Film Müzikleri Bienali “İkincilik Ödülü”/International Biennal for Film Music “2nd Place”, 1999
Polonya Film Ödülleri “En İyi Yönetmen”, “Jüri Özel Ödülü”, “En İyi Görüntü”, “Film Eleştirmenleri Ödülü”, “En İyi Kostüm Tasarımı” (Magdalena Biedrzycka)/Polish Film Awards “Best Director”, “Special Jury Prize”, “Best Cinematography”, “Critics Award”, “Best Costume Design”, 1999
Sochi Uluslararası Film Festivali “FIPRESCI Ödülü”, “Jüri Özel Ödülü”/Sochi International Film Festival “FIPRESCI Prize”, “Special Jury Award”, 1999
 
“Güçlüler, her şeyi planlayan, başarıdan başarıya koşan insanlar beni ilgilendirmiyor. Zayıf insanlar yaşama daha başka bakıyorlar” diyor Kedzierzawska.
 
Gazetedeki gerçek bir olaydan yola çıkan bu üçüncü uzun kurmaca filminde de yönetmen yoksul, umutsuz, çaresiz, yaşamın kıyısında tutunmaya çalışan genç bir kadını, üç çocuklu bir anneyi anlatıyor. Festivale daha önce, bütün zamanların en iyilerinden kabul edilen filmi Kargalar ile konuk olan Dorota Kedzierzawska, Hiç ile de meraklısına Polonya sinemasından etkileyici bir örnek sunuyor.
 
KİŞİSEL KANAATİM: Gerçekten çaresizliği, kimsesizliği gösteren, yardım, insaniyet, aile, koca, baba olma kavramlarını yitirmiş batının resmini çeken bir filmdi. Çaresiz bir annenin çocuklarıyla çırpınışı, baba olan erkeğin vurdum duymazlığına, bencil komşuların duyarsızlığı da eklenince ailesi de olmayan kadın sık sık yaşamın kıyısına geliyor ve çocukları düşünerek yaşamaya çalışıyor, daha doğrusu buna yaşamak değil yaşatma arzusu ile ayakta kalma çabası denir herhalde. İzlenmeli:))
     
2-MUCİZE LOURDES
AVUSTURYA-FRANSA-ALMANYA/AUSTRIA-FRANCE-GERMANY, 2009, 35 mm, renkli/color, 99’

YÖNETMEN/DIRECTOR: Jessica Hausner
OYUNCULAR/CAST: Sylvie Testud, Lea Seydoux, Gilette Barbier, Gerhard Liebmann
ÖDÜLLER/AWARDS:
Venedik Film Festivali “FIPRESCI Ödülü”, “Brian Ödülü”, “SIGNIS Ödülü”, “Sergio Trasatti Ödülü”/Venice Film Festival “FIPRESCI Prize”, “Brian Award”, “SIGNIS Award”, “Sergio Trasatti Award”, 2009
Viyana Film Festivali “Viyana Film Ödülü”/Viennale “Vienna Film Award”, 2009
Varşova Film Festivali “Varşova Ödülü”/Warsaw International Film Festival “Warsaw Award”, 2009
 
Pirene dağlarının eteğinde kurulmuş olan ve katolik inancında ruhani ve bedensel rahatsızlıkları iyileştirdiği rivayet edilen Lourdes kasabasının ziyaretçilerinden biri tekerlekli sandalyedeki Christinedir. Seyirci Christine’in gözünden bu mucizevi yere yapılan hac ziyaretini ve Christine’nin sosyalleşme çabalarını izlerken, benzer amaçlarla Lourdes’a gelenlerin herşeyden çok insani bir dokunuşun peşinde olduğunu farkeder.
Yönetmen, açıklayamadığımız, beklenmeyen iyileşmelerin olduğuna inandığını ama dinsel mucizelere inanmadığını söylerken, mucizenin gerçekleşmesi beklentisinde bulunan insanların trajik hallerini göstermek için böyle bir film çektiğini belirtiyor.
 
KİŞİSEL KANAATİM: MS hastası olan ve boyundan aşağısı felç olan kahraman katoliklerin hac yeri dedikleri şehre gelir. "Neden ben?" sorusunun cevabını arar, dua eder ve nasıl olduğu belli olmayan bir iyileşme ile karşılaşır ve bu sefere diğerleri neden ben değil neden o sorusuna takılır.Hristiyan öğretisini verirken inancı, mucizeleri de sorguluyor. Biraz bizim türbe ziyaretlerine benziyor. Ve insana çaresizliğin her yola başvurduracağını, hastalığın zorluğunu anlatıyor. En önemle vermeye çalışılan mesaj önce ruhun iyileşirse Tanrı bedenine de şifa verebilir. Ama bu mesaj olayların akışı ile silinmeye çalışılıyor ve inaçlar sarsılıyordu. Ciddi film okumaları yapılabilecek bir film, oldukça yavaş akıyor bu da önemli:)) 
 
3-KIRIK AYNALAR BROKEN MIRRORS
HOLLANDA/NETHERLANDS, 1984, 35 mm, renkli/color, 108’

YÖNETMEN/DIRECTOR: Marleen Gorris 
OYUNCULAR/CAST: Lineke Rijxman, Henriëtte Tol, Edda Barends, Coby Stunnenberg, Carla Hardy
ÖDÜLLER/AWARDS:
Hollanda Film Festivali “Seyirci Ödülü”/Nederlands Film Festival “Audience Award”, 1985
San Francisco Uluslararası Lezbiyen ve Gey Film Festivali “Seyirci Ödülü”/San Francisco International Lesbian & Gay Film Festival “Audience Award”, 1985
 
"Kadın filmi" denince akla ilk gelenlerden Antonia’nın Yazgısı’nın yönetmeni Marleen Gorris bu filminde de erkek egemen dünyada kadının şiddetin nesnesi olmasına odaklıyor kamerasını. Kadınlar kendi yöntemleriyle direniyor, üzerlerindeki yüklere isyan ediyor, cinsiyet eşitsizliği mücadelesinde kendi güçleriyle ilerliyorlar. Kırık Aynalar seks işçiliğini derinlemesine çözümlemesiyle Gorris’in en radikal feminist filmlerden biri sayılıyor.
 
 
 
KİŞİSEL KANAATİM: Oldukça ağır bir film. Anlattıkları, kadınların çaresizliği, acıları üzerinize siniyor ve bunalmış olarak çıkıyorsunuz sinemadan:(( 25 yıl önce çekilen filmde dikkatimi çeken bir nokta da kıyafetler oldu. Yukarıya koyduğum fotograftaki kadınların üzerindeki kıyafetlere dikkat edilirse hepsi uzun kollu, uzun etekli, en fazla dekolte de (o da bazılarında) "V yaka"  olduğu görülür.Bu gün böyle giyinen kadın bulmak zor, bunların hayat kadını olduğu da gözönüne alınırsa günümüzde insanlık olarak epeyce ileriye doğru adım atmış, taş devri dekoltesine ulaşmışız :)) 

YEŞİM SALKIM'DAN DELİ MAVİ

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin