TASAVVUF etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TASAVVUF etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Mart 2013 Pazar

“Üç Noktalar Koymaz Bana…” -DOST’A-



Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesinin bizi nereye taşıyacağı belli değil diyerek kader akışının gücünü ve her şeyin geçip gideceğini vurgulayan bir dostum vardı bir zamanlar. Yıllar rüzgar gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı. Evet, her şey geçer diyordu sık sık. Geçmez mi hiç, sevinç de keder de akıp gidiyor ömrümüzle beraber gönlümüzden. 
Hani bir gün sen de demiştin ya, buradan gideceksin unutacaksın geçen güzel günleri. Hayatımızdaki ortaklıklar azaldıkça kopacak bağımız. Sonra başkaları girecek hayatımıza, başka yerler, başka insanlar… Her gittiği yere gönlündeki dostlarını da taşıyan biri olarak önce üzülmüştüm söylediğine. Ama bunun hayatın bir gerçeği olduğunun da farkındaydım. Lakin bu gerçeği hatırlattığın anda içim öyle acımış, bir anda unutuluşun soğuk duvarlarına çarpan zihnim yıllar öncesine gitmişti: Biz bütün torunlar olarak Hacıbabama çok düşkündük. O da hepimize özel hissettirirdi kendimizi. Zaten bu sebeple sevmez miyiz gönlümüzdekileri. Hacıbabam, o en sevdiğim, sırtını verdiğinde kendini güvende hissedeceğin, heybetli bir dağ misali o güçlü adam, ömrünün sonralarına yaklaştığı malum olmuş gibi bir akşam hepimiz toplanmışken dizinin dibine “hayat hızla geçiyor, ölüp gideceğiz, unutulacağız, belki de unutulduğumuz bile unutulacak” demişti. Sarılmıştık ellerine gözlerimiz dolu dolu olmuştu, biz seni unutur muyuz demiştik dedemize. “Unutursunuz “demişti, “En çok seveniniz bile 1 hafta ağlar, 40 gün üzülür, dualar okur arkamızdan, sonra zaman geçtikçe adımızı bile anmaz olur, hayat gailesi fırsat bırakmaz buna, bari arada arkamızdan bir Yasin okuyanınız çıksa !” diye ilave etmişti. O an kendimize söz vermiştik hepimiz, unutmayacak öldükten sonra da hergün Yasin okuyacaktık ruhuna ve unutmadığımızı ispatlayacaktık ona. Kısa bir süre sonra onu ani bir trafik kazasında kaybettik, O zaman lisede birinci sınıfta okuyordum, hacıbabamı kaybetmeden az bir zaman önce bir arkadaşımın yakını ölmüştü ve benim hiçbir yakınım ölmedi diyerek içimden geçirmiştim. Bir de o yıllarda okulumuzda yatılı öğrencilere misafir gelir danışmaya gelmeleri için isimleri anons edilirdi, ben de bir gün beni de çağırsalar diye özenirken işte bir sabah henüz ilk dersin tenefüsüne çıktığımızda adımın anons edildiğini duyunca heyecanla inmiştim merdivenleri üçer beşer.Ardından kardeşimin ve kuzenimin de adları okununca bir korku sarmıştı içimi. En büyük ben olduğum için ilk bana söylemişti görevli “hemen anneannenlere gidin deden kaza geçirmiş” demişti. Bir yandan ağlayıp bir yandan koşarak durağa gitmiş dolmuşun gelmesini beklerken önünde durduğumuz caminin minaresinden okunan sala da hacıbabamın adını duyup yıkılmıştık olduğumuz yere. Sonra birileri bizi alıp eve götürmüştü ama gerisini çok hatırlamıyorum. Hatırladığım sadece ölüsünün yüzüne bakmamıştım, onu her zaman gülen yeşil gözleriyle hatırlamak için. O günden sonra adımın bir yerde anons edilmesinden de aklımdan olumsuz şeyler geçirip beni bulmasından da korktum. Zihnime yerleşen olumsuz cümle kalıplarını silmek için hala uğraş vermekteyim. O nedenle senin de unutursun dediğin noktada derin bir hüzne yuvarlandı yüreğim, çünkü artık onbeş yaşında değildim, kendimize verdiğimiz her sözü tutamayacağımızı, ayrıldığımız sevdiklerimizi hergün anamayacağımızı bilecek kadar büyümüştüm. Ama hemen ardından bu unutu(lu)ş gerçeğinin kederini dağıtacak bir ışık belirdi zihnimde ve tutup kalbimin ellerinden, çekip aldı beni karanlık düşüncelerden: “Birimiz doğuda, birimiz batıda, birimiz güneyde, birimiz kuzeyde hatta birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz. Âhiret hakikatine inandığımız için, mânevî olan bu sevgi ve tesanüdümüzü elbette hiçbir kuvvet sökemeyecektir” Bu müjdeyle gülümsedi gözlerim, kalbime güneşi astı değer verdiğim. 

Evet her şey unutulur, geçer, gider… Belki de böyle olmasa yaşayacak dermanı bulamaz insan kendinde. Güzelliklerin unutuşun derin uçurumundan yuvarlanıp gitmesi acı verse de bize geçen kötü zamanları da unutuyor olmak insana en büyük hediye.

Sen, hep “Yürüdüğün yolda ne kadar az iz bırakırsan kendini o kadar az bağlarsın insanların nezdinde” desen de ben hep bile isteye sesli düşündüm senin yanında. Çünkü dostun lügatımdaki karşılığı, yanında sesli düşünülen kimseydi. Bu düşünceyle içimdekileri saklamadan emanet ettim hep sana. Sen ve değerli eşin de evinizi, gönlünüzü açıp geceler boyu muhabbetinizi sundunuz kader defterimin yalnızlık başlığı ile açılmış sayfalarına. Söz uçar yazı kalır derler ya işte bu yüzden, anlattıklarım yetmedi bana ve kaleme kağıda sarıldım ki, hayatın gerçeği unutuluşun soğuk duvarlarına çarpmadan dostluğumuz, belgelensin, yıllar geçtikçe dönüp dönüp baktığımız fotograflar gibi açıp okuyacağınız iki satır kalsın benden size, her daim birlikte geçirdiğimiz günleri hatırlatacak, güzel gönlünüze hediye.

“Celâli maruziyetler, Cemâli lütufları barındırır." demişler, ne güzel söylemişler. Yolum zor bir ayrılık vesilesi ile bir şekilde bu şehre düşmese, gelir gelmez marazlı bir el dokunmasa ruhuma düştüğüm bu yerde yalnızlığımla debelenip duracaktım belki de. Ama işte her şerde bir hayır var ki, en kalbi dostluklar kalbin en çok kırıldığı yerde başlıyor, dost acı günde belli oluyor. Gönle güneş doğuyor. Bir ses en umutsuz anınızda tutuyor ruhunuzun ellerinden ve “Ben senle güneşi bulmaya geldim, ürkme kavganı sormaya geldim, gücenme güneşten sunmaya geldim,” diyen şair gibi çocukların ellerindeki güzel günlere doğru yürürken bir yoldaş bulmanın sevincini bırakıyor içinize.

Nuri Pakdil 1979 da değerli büyüğü bir dostuna ithafen yazdığı Bağlanma adlı eserinde “İnsanlar cümlelerle yaklaşırlar birbirlerine: sonra uzatırlar ellerini: tutunmak için. Çok güçtür insanın tutunabilmesi insana! “diyor. Günümüzde bu zorluk kat kat artmış durumdayken herkes menfaatin peşinde, kimse kimseye vakit ayıramayacak kadar meşgulken insanın kalbi dostluklar kurabilmesi altın madeni bulması ile eşdeğer hale gelmiş durumda. Ama bir gerçek var ki, insanları yaklaştıran cümlelerin yapıtaşları kelimeler sahibinin neresinden çıkarsa muhatabının orasına değermiş ya demek ki kalp de dimağ da yanılmıyor sözün samimiyetini test ederken. Ve böylece insan dostunu düşmanını seziyor, yüreğinin götürdüğü yere giderek doğru insanları se(ç)(v)iyor.

Ingmar Bergman bir sözünde “Gerçek olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum." diyor ya, ben de bana gerçeğimi hatırlatacak, bana ben olduğumu hissettirecek, kendim olmanın güzelliğini yaşamaya fırsat verecek, yargılamayacak, yadırgamayacak, zihin kalıplarına sıkıştırıp kategorize etmeyecek insanlar arayıp durdum ömrümce. Ve Allah bana böyle insanlar tanımayı, onları yüreğime almayı, onların da gönül kapısından geçebilmeyi lütfetti yolumun uğradığı şehirlerde. Tek tüktü sayıları ama işte hayatımda “var”lardı ve bana maddi manevi değer katıyor, dostlukları ile gönlüme umut oluyorlardı.

Aslında her insan bir ayna karşısındaki muhataba. Aynada kendini gördüğün an, işte o an, yarana eş yarasını görünce karşındakinin, gönlünü açıyorsun umarsızca. Bırakıyorsun kendini muhatabının gönül denizinin ılık kıyılarına. Boğmaz diyorsun beni böylesi bir sevgi, boğulursam da onun sularında olmuş ne gam. Sırtını dönebiliyorsun mesela, bir gün bana kızsa da, kırsam da onu beni bıçaklamaz ya sırtımdan diyorsun. Yalnız değilim diyorsun, o var, bırakmaz beni. Çünkü dost insana O Yüceler Yüce’si Dost’un emaneti, emanette emin olanı affeder Dostların, dostluğun muhabbetin Sahibi…

Hayatın yarın bizi nereye taşıyacağı, kimlerle karşılaştıracağı belli değil lakin “Karşılaşmak” yolculukların belki de en sırlı kavramı. Sadece nesnelerle- kitaplarla değil insanlarla da ilişkilerimizin bu büyülü kavram üzerinden aktığını düşünürüm. Hiçbir şeyin raslantı ile açıklanamayacağı bir dünyada sürekli birileriyle kesişir yollarımız. Hayatlarımıza konuk olanlar bazen bizden bir şeyler götürürler kendi yolculuklarına dönerken, bazen de güneş gibi doğarlar içimizin karanlıkta kalmış labirentlerine. Akibeti ne olursa olsun yaşanması gerekmektedir ve olanda da olacak olan da da hayır vardır dediği gibi bilgelerin yolculuklarımız, yoldaşlarımız, konuklarımız,konukluklarımız, ilişkilerimiz, kitaplarımız, filmlerimiz mutlaka bizi zenginleştirir. Sonuca ulaşmak çoğu zaman irademizi aşan birçok etkene bağlı iken önemli olan yolda olmaksa, bir yolcuysak bu dünyada, “karşılaşma” nın sırrıyla yolumuza çıkan mektupları okumalıyız her fırsatta. İşte bu gri beldede bahtıma düşen en güzel mektuptu varlığınız, dostluk adına. Şükür yollarımızı kesiştiren Yaradan’a.

“İnsan insanın yurdudur” diyor ya Mustafa Kutlu, yurdum olduğunuz için bana ne mutlu… Tebdil-i mekanda ferahlık vardır dediği gibi eskilerin benim gelişim zorunlu bir nedene dayansa da insan arada bir de olsa yüreğine eş yürekler bulmak adına keyfekeder ayrılışlar yaparak da düşmeli yollara. Yeni insanlar tanımalı, yenilenmek, umut ışığını hayatının merkezine tekrar oturtmak, yılların yorgunluğuna yenilmiş, gizini kaybetmiş dostlukların-ilişkilerin yükünü üzerinden atabilmek adına çıkmalı yola, yolculuklara.Sonra tazelenmiş bir yürekle döndüğünde yurduna, yani dostlarına kalbine güneşi asmaya geldim diyebilmeli, konuşmadan da anlaşabilmeli…

Mehmet Akif’in “… Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri… dili yok kalbim bundan ne kadar bizarım “ dediği gibi belleğimdeki kelimeler anlatmaya yetmiyor kalbimdeki dostluğu… İşte bu noktada bir başka şaire kulak kesilip söze son vermeli...

” Söylediklerimden çok sustuklarımda saklıyım…
Ve gizlediklerimde gizliyim…
Beni anlamak için;
Konuştuklarımdan çok,
... Sustuklarıma kulak verin..

... Aklım sukütu sever benim.
Çünkü çok ağır ödeştik biz hayatla...
Ben sonu olmayan çok yollardan geçtim...
Üç Noktalar Koymaz Bana…”
Nazım Hikmet 

Baki dostlukla…Muhabbetle…

HANDAN GÜLER






12 Aralık 2010 Pazar

Necip Fazıl Kısakürek üzerine...Bir dersin anatomisi 2


BİR DERSİN ANATOMİSİ 2 (NECİP FAZIL KISAKÜREK)




Eski bir öğrencisi geçerken yanımızdan dalgınlığını fark edince hatırını sordu Hoca şefkatli tavrıyla. Derse gelebilir miyim dedi kız, ardından biz de çıktık sınıfa.



Öğle arasından sonraki konumuz yine şiir, konukluğumuz Necip Fazıl'a olunca iyi ki gelmişim bu gün bu derse diyerek dinlemeye başladım Hoca'yı heyecanla.



Doğumundan başlayarak anlattığı kısa biyografiden sonra, romantik Fransız şiirinden etkilenen şairin o zamana kadar "Bir ben vardır bende, benden içeru" diyen geleneksel şiirimizde yer almayan şekliyle "ben" kavramını şiir dilimize sokarak egosantrik şiirin ilk örneklerini oluşturduğunu belirtti. Şairin bohem hayatından sonra yazdığı şiirlerde ise gelenekselliği de kuşatan modern zamanlar şairi olduğu görülmektedir, diye ilave etti.



"Tam otuz üç yıl saatim işlemiş ben durmuşum

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" mısra ile belirttiği gibi hayatında intisapla beraber yeni bir sayfa açıldıktan sonra da şiirindeki o sesin değişmediğini, dehasını kelimelere hakimiyetini polemiklerinde de gösterdiğini ifade eden Hoca şöyle devam etti dersini anlatmaya:



Şiirinde bir mizaç vardır Necip Fazıl’ın, tarzından dolayı altında adı yazmasa da o yazının/şiirin Necip Fazıl'a ait olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bu durum dahi şair ve yazarlara özgü bir haldir. "Mizaç sahibi" sıfatını hak eden bir kaç örnek daha sunmak gerekirse: Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazım Hikmet Ran bunlardandı dedi sınıfa.



Bu noktada Hoca'nın 24 Mart 2009 tarihinde Atılım Üniversitesinde yapılan Necip Fazıl'ı Anma Etkinliklerindeki konuşması geldi hatırıma ve işte o enfes tahlilerden bazıları:



"Necip Fazıl, aslında çocuk saflığında bir insandı. Bizim geleneğimizde bilgelerin üç temel özelliğinden birisi, saf olmalarıdır. Hani meşhur bir söz var ya, “içimizdeki çocuk”… Ona aslında insan-ı kadim de deniliyor. İnsan-ı kadim, insanın çocukluk hali üzerine yaşamasıdır…Safiyyun olmasından. Bu, yetkin insanlara mahsus bir haldir. Onların ilgi ve dikkatleri daima bir merkeze odaklandığı için, dünyayla ilişkileri yaralıdır.

DAĞLARDA ŞARKI SÖYLE

Al eline bir değnek,

Tırman dağlara, şöyle!

Şehir farksız olsun tek,

Mukavvadan bir köyle.



Uzasan, göğe ersen,

Cücesin şehirde sen;

Bir dev olmak istersen,

Dağlarda şarkı söyle!



Bu, Necip Fazıl’ın safiyyun niteliğini en çok yansıtan şiirdir. Heidegger’in dediği gibi, “bizler, yeryüzünde, arzda yaşarız ama göklerle çevriliyiz.” Bu anlamda şiir, insanın göklerle temasını kuran bir şeydir. Bu anlamda Necip Fazıl modern zamanlarda, Türk şiirinde bunu gerçekleştiren bir şairdir diye düşünüyorum. Bu da onun o saflığının getirdiği bir şey.

İkincisi, Necip Fazıl bizim aslında Türkçe kelam dediğimiz şeyi, yani normalde insanı mayalayan, iklimi mayalayan şeyi yapar. İnsan kelam ve nazarla, yani göz ve sözle mayalanır. Anadolu’yu, bu toprakları, -ki Anadolu biliyorsunuz güneşin doğduğu yer demektir- Türkistan’dan Türkçe gelen Kelam mayalamıştır. Yesi’den gelen… Bu kelamın Türkçe şiirini Yunus Emre kurar. Necip Fazıl’ın Yunus Emre’ye büyük sevgisi, muhabbeti vardır, şiirlerinde, konuşmalarında atıfları vardır. Necip Fazıl o gelenektendir. Necip Fazıl modern zamanlar şairidir. Ama bir yönüyle de gelenekseldir.

Bizim büyük bilgelerimizden Eşrefoğlu Rumî’nin dediği gibi, şiirlerinde kendi derdini söyleyen bir adamdır. Siyasal ve toplumsal hicivlerinde, eleştirilerinde bile doğrudan kendi hikâyesini, kendi menkıbesini, kendi derdini anlatan bir adamdır. Bu anlamda Necip Fazıl, Anadoluyu ilk Türkçe kelamla mayalan Yunus Emre’nin izinde bir insan, o geleneğin içinden gelen bir insan, o geleneğe göre konuşan bir insandır.

Edebiyat araştırmacıları, Yunus Emre’den bugüne kadar yaklaşık dört bine yakın Türkçe kelam söyleyen şair olduğunu söylüyorlar. Necip Fazıl, modern zamanlarda bunların en değerli halkalarından biridir.

Tabii modernleşme dediğimiz süreç, kitlesel ve küresel bir şeydir. Tırnak içinde bir bela diyelim. Bu süreç, Seyyid Hüseyin Nasr’ın belirlemesiyle, tepeden bırakılan kartopu gibi gittikçe büyüyen, cesameti ve hızı artan bir süreçtir.

Osmanlı, bu süreç karşısında kendi pozisyonunu yeniden almak zorunda kalmıştır. Bu süreçte kendi modernleşme program ve projelerini üretmiş, yürürlüğe koymaya çalışmıştır. Cumhuriyet modernleşmesi ise, Osmanlı modernleşmesine göre daha patolojik tarafları olan, kendi kendini sömürgeleştirme niteliği baskın, daha çok Batılılaşma biçiminde algılanan, Batılı olma, Avrupalı olma ilkesi üzerinde yürüyen bir şeydir. Dolayısıyla, gelenekten daha köktenci kopuşlar olmuştur. Normalde gelenekte bir zayıflama ve yırtılma vardı. O semavi sofra, bilgelik sofrası 20.yüzyılın başlarında kalkmaya başlamıştır.

Pir Sultan Abdal yüzyıllar önce söylüyor bunu. O sadece kendi zamanına ilişkin bir şey değil, gidişata ilişkin bir şeydir.

“Bozuldu yolcular yollarda kaldı

Edep erkan gitti dillerde kaldı

Bendelerin zayıf hallerde kaldı

Beklerim yolların gel efendim gel”



Necip Fazıl böyle bir nidacı, bir çağrıcıdır. Bizim, bu patolojik tarafları yoğun olan modernleşme maceramızın insanda nasıl huzursuzluk, tedirginlik yarattığını, toplumda nasıl yaralar açtığını çok samimi bir şekilde ortaya koyarken, bunu bizatihi kendinde yaşayan bir insandır.



Çile, aslında Necip Fazıl’ın bütün hikâyesini tek başına anlatan bir şiirdir. Çile, insanın yetkinleşmesinin ve kemale erme yolculuğunun hikâyesidir. Eşrefoğlu Rumî’nin dediği, kendi ruhunu söyleyen, hakikatle ilişkisinin öyküsüdür.

Necip Fazıl’ın bütün şiirleri böyledir. Necip Fazıl’ın hikâyesini biz en güzel onun şiirlerinden okuyabiliriz.

1934 yılında, yani 30 yaşındayken, Yahya Düzenli beyin bahsettiği, o büyük bilgeyle karşılaşıyor. O bilge, Necip Fazıl’ın yaşamında bir milattır.

Hiç tanımadığı, adeta Hızır kılığında bir adam Necip Fazıl’ı bir gün vapurda uyarıyor. Ona bir adres veriyor ve “oraya git, senin aradığın orada’ diyor. O da gidiyor. Orada, bir modern zamanlar bilgesiyle, Abdulhakim Arvasi’yle karşılaşıyor. Adeta denize düşer gibi oluyor. Necip Fazıl, hakikaten deha sahibi, çok yetenekli, bizim yüz yıllık edebiyat tarihimizde çok önemli bir şahsiyet, mizacı çok güçlü, şahsiyeti çok güçlü bir adamdır. Böyle mizaca ve şahsiyete sahip kişiler bizim edebiyatımızda azdır. Yahya Kemal vesaire. Yani üç dört kişi ancak çıkar.

Necip Fazıl’ın ilgileri çok enteresandır. Şiir, roman, öykü, sinema, hemen her konuda yazmış çizmiş bir adamdır. Doymak bilmez bir yapısı var. En temel özelliği, hani bu Batılı tragedya yazarlarında, modern dönemin yazar ve şairlerinde gördüğümüz önemli bir özellik Necip Fazıl’da da var, bizim sufi şairlerde de var bu özellik, bir meseleyi, bir konuyu hayatında en ileri noktalara, en cüretkâr, en aşırı uçlara götürme konusunda son derece açık, ona elverişli bir şahsiyeti var.

Dolayısıyla yüksek şiirsel bir ruhu var. Hani Hegel diyor ya, Her ruh sanatçıdır, her ruh şairdir. Bizatihi kendi acısını taşıyıcısı olarak sanatkardır. Ama Necip Fazıl’da bunu da aşan bir taraf var. Onda yüksek bir söz kulesi var, bir şiir var. Türkçeyi kullanma tarzı hakikaten çok çok güzel. Gerçekten göz kamaştırıyor. Türkçeye çok hâkim. Necip Fazıl, o mizacının ve kişiliğinin damgasını vurur nesirlerine ve şiirlerine. Mesela, burada kaba duran bir kelime, şiirin içerisinde o kadar güzel duruyor ki, onu dönüştürüyor, şiir bir simya ilmi aslında.

Tabii biliyorsunuz, şiirin şuurla da ilişkisi var, semantik bir ilişkisi var. Ama aynı zamanda şiirin şuuru aşan bir tarafı da var. Zaten Çile’de biz bunu görüyoruz.

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.



Mesela gölge, binlerce yıllık bir metafordur aslında. Yani varlık, ışık ile karanlık arasındadır. Onu bir gölge olarak görür.

Şimdi Çile şiirine bir girsek çıkamayız içinden. Çile şiirinde biz, sadece Necip Fazıl’ın kemale erme, kendi manevi yolculuğunun hikâyesini, menkıbesini ve özetini bulmayız. Bizim yüzlerce yıllık imgelerimizi buluruz. Çünkü her şair, yeniden hem kendi hikâyesini ve hem de insanlığın büyük hikâyesini yazmıştır. Bu toprakların meta hikâyesi de böyle oluşmuştur. Necip Fazıl da Çile’de kendi öyküsünü anlatır. O bakımdan Çile şiiri de bu zincirin bir halkasını oluşturmaktadır.

Çile, 1939 yılında söylenmiş bir şiirdir. Demek ki Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştıktan beş yıl sonra. Burada baktığımız zaman o süreç içerisinde yaşadığı dönüşümü anlatmıştır, zaten bu kitaba Çile diyor. Bildiğiniz gibi çile, doğrudan geleneksel bir kavramdır. Tabii bu sadece bizim bilgelik geleneğimizdeki gibi bir şeye bağlı değil. Mesela şiirde geçen menzil kavramı, İbn Arabi’nin eserlerinde gördüğümüz, ondan da gerilere uzayan bir kıdeme sahiptir, bir ıstılah, bir kavramdır, bir buluşma, inzal olma, nüzul etme, bir yarıyol karşılaşması, yani menzile girmek için yapılması gereken şeyler vardır. İnsanın içe kapanması var. İşte Yunus Peygamberi balığın yutması gibi doğrudan dış âlemden soyutlanarak içe kapanması, iki metrekarelik bir odaya girerek, kendine kapanması…

Necip Fazıl bunu toplumsal ve kamusal alanın içerisinde yapıyor. Bu arada bir kavgayı da yürütüyor, siyasal bir kavgayı da yürütüyor. Fırtınalı bir hayatı var.

Mesela Babıali’nin girişinde söyler. Aslında Yahya Ağabey ona bir dokundu ve geçti. İşte orada der ki, Bu kitabımı okuyan birçok dindar insan bana tepki gösterdiler. Bizim geleneğimizde yoktur, insan hiç kendi günahlarını anlatır mı? Merak ediyor Necip Fazıl da bu var mı yok mu diye.

Necip Fazıl dönemindeki kalıpları kırmış, bunları yenilemiştir. Aslında o da ilginçtir. Bu yetkinleşme hikâyesi, aslında insanın kendini de motive etmesinin hikâyesidir.



Biz niye okuyoruz? Okuma, öteki benlikleri dinlemekten başka nedir ki? Ötekinin hikâyesi… Bizim açımızdan son derece dikkate değer ve kendi yolculuğumuz için çok ciddi bir anlam ifade ederse ve bizi bir anlamda kaynağa, kökene götürürse başkasının hikayesi önemlidir.

Bizim bütün şairlerimizi, geleneksel şairlerimizin yaptığı budur; evvele götürmek. Evvel, köken, başlangıç demektir. Biz bu şiiri okuduğumuzda da bir anda kendi ruhumuza doğru, kalbimize doğru, gönlümüze doğru gidiyoruz.

Hayatın kalbine doğru sızıyoruz. Çile’nin ikinci bölümünde şöyle deniliyor:

Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;

Atlas sedirinde mavera dede.

Yandı sırça saray, ilahi yapı,

Binbir avizeyle uçsuz maddede.



Burada Atlas kelimesine dikkatinizi çekerim. Buradan biz doğrudan hayatın kalbine, yeni bir hayata, mikro âleme doğru gidiyoruz. Aslında mikro âlem ile makro âlem iç içedir. Varlık daireseldir.

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

Içiçe mimari, içiçe benlik;

Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!



Bir düzen var. Necip Fazıl hayatın bizatihi özünde bunu görüyor. Zaten hayatın içindeki şiirsel mantığı da biz bu şiirde çok rahat okuyabiliyoruz.

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;

Nizam köpürüyor, ta çenemde su.

Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;

Suda ezel fikri, ebed duygusu.



Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye, onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.



Hayatın özü, esası, cevheri budur, birlik…bütün hikâye birlemek, bir olmak, birliğe ulaşmak üzere var. Çünkü varlık birdir.

Bu bir gelenektir. Yunus Emre gibi şairlerin vardığı noktayı ima eden bir şey. Ona duyduğu özlem. Gözü orada. Son bende geliyoruz:



Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.



Hegel’in de bahsettiği gibi, bütün örtüler kaldırıldığında bilginin doğrudan kaynağı olan birliğe ulaşılır.

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem, Sonsuza varmak...



Bunu biz büyük sanatkârların hepsinde görüyoruz. Aslında Necip Fazılın hikâyesinin merkezinde de böyle bir şey var. Ama onun hayat hikâyesi, kavgası, şiirleri, yazıları, hitabeleri, romanları ve tiyatroları aynı zamanda bizim yüz yüzelli yıllık hikâyemizin, yani toplumsal ve siyasal hikayemizin, kamusal hikayemizin, medeniyet geleneğimizde yaşanan kırılmanın, değişimin, dönüşümün, onun getirdiği sancıların ve acıların hikayesidir."(*)



Tekrar derse dönersek; paraya önem vermeyen, karizmatik kişiliği uslubunda hissedilen ve yüz civarı eser veren Necip Fazıl'ın mutlaka okunması gereken eserlerinden şunları saydı Hoca:

Babıali, Abdülhamid Han, Hac, Benim Gözümden Menderes, Son Devrin Din Mazlumları...



Ardından şiirlere geçti ve 1931 yılında yazılmış, yukarıda da bahsi geçen dağlarda şarkı söyle isimli şiiri okudu:

“Bir dev olmak istersen,

Dağlarda şarkı söyle!”



İnsanın içine dönmesi, içinden kainat kitabına yönelmesi içiçe geçmiş çokluk perdelerinden arınıp her şey olan varlığa, hiç'e ulaşması gerektiğini anlatırcasına sesi gürdü bu şiirin ve ilk derste vurgu yapılan içte derinleşme mevzuunu hatırlatıyordu.



Aynalar yolumuzu kesti ders ilerledikçe, önce Anneme Mektup" şiiri gurbet acısına düşürürken, yüzüme dik dik bakan aynalarda kayboldu yüreğim:



Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;

İşte yakalandık, kelepçelendik!

Çıktınız umulmaz anda karşıma,

Başımın tokmağı indi başıma.

Suratımda her suç bir ayrı imza,

Benmişim kendime en büyük ceza!

Ey dipsiz berraklık, ulvi mahkeme!

Acı, hapsettiğin sefil gölgeme!

Nur topu günlerin kanına girdim.

Kutsi emaneti yedim, bitirdim.

Doğmaz güneşlere bağlandı vade;

Dişlerinde, köpek nefsin, irade.

Günah, günah, hasad yerinde demet;

Merhamet, suçumdan aşkın merhamet!

Olur mu, dünyaya indirsem kepenk:

Gözyaşı döksem, Nuh tufanına denk?

Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.

Bakamam, aynada, aynada vicdan;

Beni beklemeyin, o bir hevesti;

Gelemem, aynalar yolumu kesti.

Bir İstanbul'lu olarak en güzel İstanbul şiirlerinden birine imza atan Necip Fazıl'ın en sevdiğim mısraları arka arkaya düşünce gönlüme, içim doluyor "Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar” şehrin özlemiyle, süzülüyor yaşlar gözümden sessizce.

Otel Odası şiirinden sonra Necip Fazı'ın kişisel iç yolculuğunun hikayesini sunan, adeta seyr-i sulukunu resmettiği şiiri çileye geliyor sıra...Bir kaç mısra tattırıyor Hoca...devamını siz okuyun diyerek son veriyor bir şiir şöleni edasında geçen derse.

Sonra bahçeye çıkıyoruz, hocayla halleşmek, feyzinden istifade etmek arınmak arzusundayım. Pek bir şey söylememe gerek kalmadan anlıyor gözlerimden... ömür geçiyor bak aklı başında okumalar yapmaya başlayalı nice sene geçmiş... Çok da başka başka şeyler okumamalı...İç yolculunu tamamlamalı insan... Bu yolda üç şey var sabredeceğin: Açlık, yalnızlık, ve O'nu anmak... Ve bu üçüne aynı anda sabretmek... Bu sabırlara günaha karşı sabrı da ekleyip içinin çıkmazlarından ışığı görmek... Hayatta başkaca bir hakikat yok, ben, sen yok, sedece O var...

Minnet dolu gözlerle teşekkür edip ayrılıyorum huzurundan. İki yanımdan akan sarının, kırmızının, yeşilin tonlarını sunan ağaçlar hafif rüzgarın da etkisiyle el sallıyorlar sanki dışarıdan içeriye dönmesi gereken kalbime. Baştan ayağa aşk kesilmiş bir hal insanının güzelliğinden bulaşmışken üzerime huzur dolu bir hüzünle eve geliyorum.

Hemen kitaplığıma uzanıp Çile kitabını alıp elime, okumaya başlıyorum:

Çile

Gâiblerden bir ses geldi: Bu adam,

Gezdirsin boşluğu ense kökünde!

Ve uçtu tepemden birdenbire dam;

Gök devrildi, künde üstüne künde...



Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!

Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!

Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,

Ok çekti yukardan, üstüme avcı.



Ateşten zehrini tattım bu okun.

Bir anda kül etti can elmasımı.

Sanki burnum, değdi burnuna (yok) un,

Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.



Bir bardak su gibi çalkandı dünya;

Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.

Al sana hakikat, al sana rüya!

İşte akıllılık, işte sarhoşluk!



Ensemin örsünde bir demir balyoz,

Kapandım yatağa son çare diye.

Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,

Yepyeni bir dünya etti hediye.



Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;

Mekânı bir satıh, zamanı vehim.

Bütün bir kâinat muşamba dekor,

Bütün bir insanlık yalana teslim.



Nesin sen, hakikat olsan da çekil!

Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!

Otursun yerine bende her şekil;

Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!



Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,

Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.

Deliler köyünden bir menzil aşkın,

Her fikir içimde bir çift kelepçe.



Niçin küçülüyor eşya uzakta?

Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?

Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?

Sonum varmış, onu öğrensem asıl?



Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!

Ey yedinci kat gök, esrarını aç!

Annemin duası, düş de perde ol!

Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!

Uyku, kaatillerin bile çeşmesi;

Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.

Teselli pınarı, sabır memesi;

Size şerbet, bana kum dolu çanak.



Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,

Sırrını ararken patlayan gülle?

Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;

Karınca sarayı, kupkuru kelle...



Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,

Mevsimden mevsime girdim böylece.

Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,

Fikir çilesinden büyük işkence.



Evet, her şey bende bir gizli düğüm;

Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!

Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,

Yetişir çektiğim mesafelerden!



Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;

Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık.

Her gece rüyamı yazan sihirbaz,

Tutuyor önümde bir mavi ışık.



Büyücü, büyücü ne bana hıncın?

Bu kükürtlü duman, nedir inimde?

Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,

Bir zehirli kıymık gibi, beynimde.



Lûgat, bir isim ver bana halimden;

Herkesin bildiği dilden bir isim!

Eski esvaplarım, tutun elimden;

Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?



Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,

Arzı boynuzunda taşıyan öküz?

Belâ mimarının seçtiği arsa;

Hayattan muhacir, eşyadan öksüz?



Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,

Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,

Bir zerreciğim ki, Arş'a gebeyim,

Dev sancılarımın budur kaynağı!



Ne yalanlarda var, ne hakikatta,

Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.

Boşuna gezmişim, yok tabiatta,

İçimdeki kadar iniş ve çıkış.



Gece bir hendeğe düşercesine,

Birden kucağına düştüm gerçeğin.

Sanki erdim çetin bilmecesine,

Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin.



Açıl susam açıl! Açıldı kapı;

Atlas sedirinde mâverâ dede.

Yandı sırça saray, ilâhî yapı,

Binbir âvizeyle uçsuz maddede.



Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

İçiçe mimarî, içiçe benlik;

Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!



Nizam köpürüyor, med vakti deniz;

Nizam köpürüyor, ta çenemde su.

Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;

Suda ezel fikri, ebed duygusu.



Kaçır beni âhenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye, onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.



Öteler öteler, gayemin malı;

Mesafe ekinim, zaman madenim.

Gökte saman yolu benim olmalı;

Dipsizlik gölünde, inciler benim.



Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem, Sonsuza varmak...



Necip Fazıl Kısakürek

(*) http://www.sadikyalsizucanlar.net/ne-dedi-/bir-dev-olmak-istersen-daglarda-sarki-soyle.html

(**) Bu yazı Sayın Hocam Sadık Yalsızuçanlar’ ın 11.10.2010 ‘daki edebiyat dersinin anısına kaleme alınmıştır.

8 Temmuz 2010 Perşembe

NE DOĞRU DİZEDİR: "Kes gayriden ümidi kes!"...HAYIRLI KANDİLLER


Herkese hayırlı kandiller...Güzel bir kitap var bugün elimde...Herkese şiddetle tavsiye edeceğim bu güzel
kitabı edinip okuduğunuzda Kainat kitabının canlı bir anlatıcısı olan Peygamber Efendimiz'e (sav) olan aşkınız artacak, enfes yazılar ve şiir derlemesi olan bu kitap Sadık Yalsızuçanlar'ca hazırlanıp bize yollanmış bir mektup gibi...

İŞTE ARKA KAPAK YAZISI:
O, dünyanın ve varlığın gözbebeğidir.
Kâinat ağacının meyvesidir.
O, hem kâmil hem kadim insandır.
Rahman suretinde yaratılan insanı ve insanlığı temsil eder.
O, ilk insanlıktır, insanın kadim halidir.
Beşerdir evet, ama bizim gibi değildir.
O, yetimdir. O’nun sahibi, mürebbii, Rabbi’dir. O’nu O terbiye etmiştir.
Söz, o’nunla güzelleşir.
O’ndan söz eden, o’nu söyleyen bu konuşmalar da o’nun nuru ve hakikati çevresinde gelişti.

Abuzer Akbıyık, Cemalnur Sargut, Mahmut Erol Kılıç, Rabia Christine Brodbeck, Raşit Küçük, Seyyit Erkal ve Tuğrul İnançer, “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” haberine mazhar, Fahr-i Kainat, Habibullah, “Adı Güzel, Kendi Güzel Muhammed (sav)” için bir araya geldi.
“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım”
Hz Muhammed (sav)’in pek çok sıfatı vardır. O, sıfatların şahikasını, zirvesini yaşamıştır. Çok şefkatli bir baba, çok sevgili bir eş, çok muktedir bir kumandan, çok ince görüşlü bir diplomattır. Hz Muhammed (sav)’in Mekke’de doğmuş, Abdullah oğlu Muhammed (sav) şeklinde bedenlenen varlığının içinde bir de ölümsüz hakikati vardır. Bu gözle bakıldığında Hz Peygamber Efendimiz bütün insanlığın atasıdır, tasavvuf diliyle insan-i hakikidir, asli insandır. Ve o ölümsüz hitaba, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” haberine mazhar olandır. Sadık Yalsızuçanlar’ın yayına hazırladığı kitapta Nur-u Muhammedi, Hakikat-i Muhammediyye, Hakikat-i Ahmediyye, Habibullah gibi yüce kavramlar, marifet ve aşk ehlinin dilinden yansıyor.

VE BİR ŞİİR...GÜNÜN ANLAM VE ÖNEMİNE BİNAEN:))

DİL HANESİ PÜR NUR OLUR
Dil hanesi pür nur olur,
Envar-ı Zikrullah ile.
İklim-i dil ma’mur olur,
Mi’mar-i Zikrullah ile.
Her müşgil iş asan olur,
Derd-i dile derman olur,
Canın içinde can olur,
Esrar-ı Zikrullah ile
Gamgin gönüller şad olur
Dem-besteler azad olur
Gümgeşteler irşad olur
Asar-ı Zikrullah ile.
Zikreyle Hak’kı her nefes
Allah bes, baki heves..
kes gayriden ümidi kes!
Tekrar-ı Zikrullah ile.
Gör ehli halin fırkasın.
Çak etti ceyb-i hırkasın,
Devr eyle Zikrin halkasın;
Pergar-ı Zikrullah ile.
Terk et cihan arayişin
Nefsin gider alayişin
Bul can-ı dil asayişin
Efkar-ı Zikrullah ile


Dilhanesi pür nur olur ilahisi eşliğinde herkese hayırlı kandiller...En yakınlarımızdan başlayıp tüm insanlık için dua edelim bu gece...Dualarınızda unutulmamak dileğiyle...

3 Temmuz 2010 Cumartesi

"Aşk bir yerdir ve yerleşenlere yersiz/yurtsuzluğu öğretir" Açık Deniz'lerde...


"Ben’i arayan Beni bulur. Ben’i bulan, Ben’i tanır ve bilir. Ben’i bilen Ben’i sever. Ben, Ben’i sevene aşık olurum. Ben, aşık olduğumu öldürürüm. Benim öldürdüğümün diyetini ödemek yine Bana düşer. Ben’im öldürdüğümün diyeti ise, bizzat Ben’im.’
ibn arabi
“Aşk, içimizdeki yangını söndürmeksizin taşımaya çalışmaktır.”
Rainer Maria Rilke
YAZAN: SADIK YALSIZUÇANLAR
Tanımı hatırlayalım : ‘Aşk, en az üç saat en çok üç yıl süresi olan, insanın fizyolojik doğasını sarsacak denli ruhsal bir değişimi içeren, ben’den, ben’likten vazgeçildiği, öteki’nde yokolunduğu, öteki bilincinin hem en ünsiyetli hem de en vahşi biçimde üretildiği, üzerinde en çok konuşulan ama en az tanınan, belirtileri ve sonuçları en çok bilinmesine karşın doğası hala en çok gizemli olan bir haldir.’ Varlığın pek çok görünümünü yansıtan bir hal. İnsanın ve eşyanın bir hali.
Aşk insanın hallerinden bir haldir ve aşkın halleri de, insanın hala kavramak için uğraştığı birer muammadır.
el-Vedud’dan, er-Rahman’dan ve er-Rahim’den süzülen feyzin bir belirtisi.
İnsanın sahiplik dürtüsünün bir yansıması.
Ben’liğin kaptırıldığı bir tuzak.
Ben’likten vazgeçmenin bir yordamı.
Çoğalmanın bir yolu.
Bir varolma biçimi, kendini gerçekleştirme şekli. Bir tutku savaşı. Bir duygular sağanağı. Bir hazlar deryası. Bir tutkular kuyusu. Bir engeller koşusu. Bir aşkınlaşma vasıtası. Bir küçülerek büyüme savaşı. Bir varetme cehdi. Bir yokolma çabası. Bir yok ederek varolma kavgası. Bir varlığın yokluktan geçtiği iddiası. Bir mutlu ederek mutlu olma sinsiliği.
Bir ene cengi. Bir varederek varolma muharebesi. Bir sarhoşluk. Bir karışarak durulaşma. Bir nefis tezkiyesi yöntemi. Bir manevi güçlenme ve yücelme merdiveni. Bir alçalma ve barbarlaşma Bir yitirerek bulma oyunu. Bir varlık yokluk muhasebesi imkanı. Bir diğergamlık acısı. Bir ruh sızısı. Bir kabararak dinginleşme gayreti. Bir gayr edinme ve gayrı tanıma ve gayrı üretme yolu. Bir sonsuzluk iştiyakı…Bir bir…
Bu birler aslında çokluğun kaynağı olan birliğin yansımasından başka bir şey değildir. Ve varlığa ilişkin soru soran herkesin rahatlıkla sorabileceği ve kendi ruhsal tecrübelerinin ışığında kimi zaman aydın kimi zaman loş kimi zamansa alacakaranlık cevaplarını bulabileceği bir hali işaret eder.
Allah sever ve her türden sevginin kaynağıdır.
Allah güzeldir ve tüm güzelliklerin menşeidir.
Aşk, sevgi, cinsel tutku, ilgi, eğilim, arzu, haz, zevk, keyf, iştiyak, birleşme, bütünleşme, çoğalma, ayrılma, savrulma, teklik, tenhalık, yalnızlık, beraberlik hemen tüm hallerin kaynağı Allah’ın bu isim ve sıfatlarıdır.
Aşk da insanın Allah’ın bağışladığı bir varlığıdır. Bir varlıktır çünkü, aşkla insan, varolandan zihnini sıyırma ve varlık’a yönelme imkanları bulabilir. Aşk, insanın yaşadığı olağan alemden olağanüstü aleme geçişi sağlar. Bu sağlama, aynı zamanda, insanın kendiliğini ve kendiliğinin kaynağını farketme yönünde yapılan bir sağlamadır. Bunu insan ister veya istemez. Bir kuyuya düşer bir dağa çıkar gibi ansızın, farkında olmaksızın, başına bir yıldırım düşmüşcesine veya bir rüyada sanki gerçeğin görünümleri bağışlanmışcasına yaşar. Aşkın, cinsle, cinsiyetle, makam mevkiiyle, kültürle, toplumla, işle aşla o kadar ilgisi yoktur kanımca. Bu aşkın hem bir yokoluş hem de altında en iddialı varoluşu taşıyan bir yokediş oluşundandır ki bunun da cinsiyetle milliyetle vs. bir ilgisi olmaz. Olmaz çünkü aşk, olunmazı olduran veya oldurma telaşında olan bir şeydir. Aşkta ben’likten vazgeçme gibi, insanın yapabileceği en fedakar eylem gizlidir.
Aşık olunca insanlar ben’liklerini çalarlar birbirinin. Kadın erkeğin erkek kadının varlığını alır. Böylece karşılıklı veririrler. Verme tüm anlamlarıyladır ve aslında ben’likten geçme diye adlandırılabilir. İnsan aşk dışında hangi hallerde benliğini verebilir öteki’ne. Burada öteki’nin benliğini istediğine göre, bu gerçekte fedakarlık sayılır mı?
‘Al aşkını ver beni’ diyen, daha önce, ‘ver aşkını al beni’ demiştir.
Yani aşık, aşkını verirken karşısındakinin benliğini almış, benliğini vererek de aşkını çalmıştır. Aşk çalınan bir şey değildir ama benlik de öyle kolay verilebilen bir şey değildir.
Kadınla erkeğin-eşcinsel aşkın patolojik olduğunu düşünüyorum-birbirini çekmesi ve birleşmesi her zaman aşk değildir lakin aşkın düzeylerindendir.
Aşk da sanat gibi insanla Allah arasında bir sırdır.
Sırların sırrına doğru insanı hareketlendiren bir ateştir.
Ateş olunca düştüğünü yakar aşk.
Yakınca öteki’ne yöneltir ve yöneltince sonunda mutlaka birleşme arzusuyla veya birleşmeden birleşme umudunu yok ederek dolayısıyla birleşme hazzını tersine çevirerek ayırır ve o dolayımdan geçen insan, varlığının anlamını kavrama yolunda bir sıçrama yaşar.
Bu sıçramalar aşk gibi insana uğrayan başka belalarla da gerçekleşebilir.
Bu yüzden bela-yı aşk der şair ve aşkı bir bela yani hem bir sınav hem bir ağırlık hem de bir ‘evet’ olarak görür.
Aşk beladır. Çarptığı insanı paramparça eder. Sınavdır, paramparça olan varlık kendini yeniden kurmakla karşı karşıyadır. Ağırlıktır, dünyanın ağırlıklarından daha ağırdır veya dünyanın en büyük ağırlığıdır, ağırlıklara karşı hafifleyebilmenin bir yoludur.
Evet’tir, insan acı çekmeksizin ben’liğin buyurucu boyunduruğundan başka türlü nasıl kurtulabilir veya uzaklaşabilir?
Evet, insanın özünden gelen ve insanı özüne yeniden çağıran, O’na yönelten, yolunu doğrultan bir bağıştır.
Aşk, hem bağışlama hem de bağışlanmanın yeridir.
Aşk bir yerdir ve yerleşenlere yersiz/yurtsuzluğu öğretir.
Yerin göğün Sahibi ortadayken, insan nasıl bir yerden veya yersizlikten sözedebilir?
İşte aşk, bunu öğretendir.
Aşk bir öğretmendir. Güzellik’le Aşk’ın öğretmeni gibi Cünun’dur yani çılgınlıktır.
İnsan çılgın bir varlığa sahiptir ve gerçekte hiçbirşeye sahip olamadığını bilebilmesi için çılgınlaşması gerekendir, çılgınlaşarak çılgınlığın yıkımlarından kurtulabilendir.
Aşk bize yetinmeyi öğretir.
Aşk gelicek cümle kusurlar biter miydi o dize?
Aşksız insanın tembelliği içinde, divan’dan o dizeye bakmadan diyebilirim ki, aşk kusursuzluk arayışının adıdır.İnsan kendisi için sever ama öteki için özverir.
Bu çelişik hali en iyi açıklayan en kullanışlı iddia sanırım, aşkın gelince ben’liğin gidişidir. Benliğini ödünç vermez aşık. Benliğinden sıyrılır. Bu sıyrılmanın ne olduğunu bilmiyorum. Benlik zaten kendilik değil mi? İnsanın kendisi deyince benliğini kastetmiyor muyuz?
O halde nefis de neyinnesi oluyor? Nefs’e kalp de denildiğini hatırlıyoruz. Bu unuttuğumuz hali bize aşk hatırlatabilir mi? Kadın erkekteki erkek kadındaki varlığını geri istiyor diyenlere ne diyeceğiz? Kadın erkekteki çocuğunu almak için ona yaklaşıyor diyene. Bütün bunlara birşeyler denebilir. Ama ister kendi ister nefis ister benlik ister kalp/gönül ister vicdan ister ruh ister başka bir ad ne denirse densin, insan aşk merdivenine tırmanmaya başlayınca veya aşk kanadıyla ansızın yükselince/uçunca bir şeyden vazgeçiyor. Bunu dileyerek yapmıyor çünkü isteyerek aşık olmuyor.
Aşk gibi bir sıçramayı bir hamleyi bir boşluğa fırlamayı bir yücelmeyi iradesiyle yapmıyor. Aşk düşüyor insana aşk uğruyor ve onu türlü hallere uğratıyor. Böyle olunca insan en tuhaf yanlarıyla beliriveriyor. Aşk insanı eklerinden soyuyor ansızın, onu yalınlaştırıyor. Yalınlaşan insanın hem asli doğasının işaretleri, hem de en ‘çirkin’ yanları görünüyor. Adem’in ansızın çıplaklığını hissedişi gibi bir şey. Aşk insanı indirmiyor ama indirilmiş olduğuna bir ayna tutarak çocukluğun çıplaklığıyla karşılaştırıyor.
Sonra aşk uğradığı yeri yer olmaktan çıkarıyor ve yuvasını yıkan yavaş yavaş yeniden kuran bir belirleyen olarak acıtıyor. Bu acıtma, insanın yaşadığı acıların tümünden fazla. İnsan kendi doğasının sınırlarını ancak aşkla farkediyor. Aşk, ölümden de güçlü bir şeydir bu bakımdan. Ölüme karşı insanın dayanması, aşk acısıyla mümkün olabiliyor. İnsan ölümün de kalımın da aslında aşkla olduğunu aşktan geldiğini ve aşkın bizatihi kendisi olduğunu ölmeden ancak aşkla anlayabiliyor. Aşkla vazgeçiyor, aşkla kendisini görüyor, aşkla öteki’nin meşruiyetini tanıyor, aşkla öteki’yle ilişkisini nasıl yoluna koyabileceği sorunuyla yüzleşiyor, aşkla korku ve umudun mahiyetini anlıyor, aşkla hayran oluyor ve hayret düzeyine geçiyor, aşkla varlık’ın sesi olduğunu hissediyor, aşkla bu sese kulak vermesi gerektiğini görüyor ve aşkla bu sesin sırlarını öğreniyor, aşkla varolanla münasebetini tayin etmeye başlıyor. Aşkla insan kandan ve zulümden kaçıyor. Ama bu onu arı duru bir hale getirmekle yetiniyor. Yalınlaşan insanın bu halini koruması, ekler edinmemesi çoğu zaman imkansız olduğundan her an, doğasındaki olumsuz kutba yeniden dönmesi hatta bunu aşk aracılığıyla gerçekleştirmesi, kaniçici ve zalim bir varlık olarak, yaşamının en büyük barbarlıklarını ortaya getirmesi mümkün ve muhtemel olabiliyor.
İşte tam da burada, öteki’nin düşmana dönüşerek, bir geçiş ve aşkınlaşma süreci ve aracı olmaktan çıkıp, bir hedef ve işkence nesnesi haline gelmesi durumunda, insan dişlerini ve tırnaklarını çıkararak saldırabiliyor. Burada aşkın, insanın tüm hallerini en görkemli biçimde dışavuran bir ışık olduğunu söyleyebiliyorum. İnsanda öteki bilinci aşk aracılığıyla bir sarsıntıyla birlikte oluşur. Burada gayr’ın, Gayyur sıfatından gelen sarahatini bulmak da mümkündür, gayr’ı bir put olarak üretip Allah’ın gayretine dokunmak suretiyle tıpkı pervane gibi kendisini ateşlerde yakmak da. Ateşlerde yanmayana pervane denilmez. Onun doğası gerektirir bunu ama aşık, ateşe koşarken suya gittiğini sanacak kadar sersemdir de. Bu sersemliği hem sarhoşluk hem de aptallığı içerir biçimde kullanıyorum. Böylece, aşkın insanı hem sarhoş edici hem de aptallaştırıcı etkisinden söz etmiş oluyorum. Sarhoş eder çünkü insan, benliğinden vazgeçmiş ve bir bulut gibi kendini kaybetmiştir. Aptallaştırır çünkü benliğinden vazgeçerken insan aynı zamanda aklını da iptal eder. Akılsızlık değildir bu. Akıldan kalbin alanına geçmek, kalbi aklı keşfetmektir. Çünkü kalbin, aklın anlayamadığı nice akılları vardır. Bunu ancak aşkla anlarız. Aşkla ve ölümle. Ölümle anlaşılan şey anlaşılmamıştır ama ölüm gibi güçlü acıları tadan insan da bir bakıma ölmüştür. Ölmeden önce insan sürekli ölüp ölür dirilir. Gerçek ölüm, hayatın gerçeğinin açılması, perdenin aralanmasıdır. Gerçek dirim de ölümün bu mecazi gücünü yitirmesiyle beliren haldir. İnsan, ölüm gibi güçlü bir acıyı, yani ayrılığı aşkla tanır. Ayrılık, her türüyle, aşktan daha güçlü bir ıstırap olarak, bize, yalnızlığı tanıtır. Yalnızlığı tanımaya başladıkça yalnız olmadığımızı anlamaya da başlarız. Allah nasıl elif’le hatta nokta’yla simgeleniyorsa, insan da elif’in gizine erdikçe yani yalnızlığı tanıdıkça, benliğin de tıpkı elif gibi bir bütün olabilmenin mecazi gücü olduğunu da derketmenin eşiğine gelmiştir.
Yani tüm harfleri mündemiş elif haline gelmek, giderek noktaya dönüşmek. Azalarak büyümek. Yokolarak varolmak. Hiçleşerek hep haline gelmek. Bütün bunlar, acıyı kendimiz yaşadığımızda, öteki’ne acı vermediğimizde gerçekleşir zannındayım. Yoksa ahlaki bir gerilime neden olacak biçimde, aşkı, aşığı olduğumuz için bir musibet ortamına dönüştürdüğümüzde, yani yüreğimize ekilen o merhamet tohumunu benliğin alt düzeylerinden gelen pis suyla sulayarak çürütmeye başladığımızda, aşk yaşantısını, aşkın doğasına ihanet eder biçimde gerçekleştirdiğimizde yokolarak varolmaktan ziyade sadece yoketmek ve yokolmakla karşı karşıya geliriz. Böylece benliğini veren aşkını almış ardından benliğini de alarak aşkını geri veremediğinden başladığı noktaya geri dönmüştür. İnsan geri döndüğünde kalmayacağına göre, aslında başlangıçtaki yerden gerilere itilmiş ve sonuçta aşkın aşkınlaştırıcı işlevinden uzak kalmıştır. İnsanın geri dönüşüyle birlikte, nereden başlayacağını bilemediği, loş, belirsiz hatta varlık bakımından netameli bir yere yani yersizliğe uğraması halinde yine elinden ya aşk veya aşk gibi güçlü bir acının tutabileceğini de söyleyebiliriz. Aşktan güçlü olan ayrılıktır, ölümdür ve ölüm de bir kavuşma olduğundan aslında insan hiçbir zaman ayrılmamaktadır. Ayrılığı bu bakımdan, kendi asli doğasının merkezinden ayrılması olarak düşünebiliriz.
İnsanın merkezi kalptir. Bu yani selim kalp aynı zamanda insandaki ilahi merkezdir. İnsan aşkla buraya doğru hareketlenmektedir. Merkeze doğru ilerleyen ve bunu ancak acı çekerek yapabilen insan, acıyı bal eyleyen bir hidayet yağmuruyla yıkanma şansına erdiğinde sessizliğe gömülmeye başlar. Sessizlik ve durgunluk, asli dilimizde sekinet denilen manevi halin ilk basamaklarıdır. İnsan bir yandan fırtınaya tutulan ve dalgaları gittikçe büyüyen, kabaran bir denizdir bu yolculukta bir yandan da kabardıkça içi durulan, ağırlaşan, sakinleşen ve sessizleşen bir göldür. İnsanın merkeze doğru hareketlenmesiyle acıları da büyüyecek ve acının acı olmaktan çıktığı o sabit noktaya yaklaşacaktır. Bu süreci yaşama yönünde kendi çabasıyla Allah’ın inayeti buluşan şanslı kulun, öteki’ne acı verme ihtimalleri de birer birer azalır ve nihayet yok olur. Aşkın kanlı ve kirli bir savaşa dönüştüğü yaşantılarda, iki birey, nefsin aşağılık düzeylerinde takılıp kalmıştır. Acılar, demirin ateşte eriyişi gibi benliği yumuşatır ve insanı yok ederek yeniden yapar. Acılardan egosuna kaçan kişiyi ise, oradan en kalleş silahları kuşanmış olarak yeniden sipere dönmüş görürüz. Artık bir savaş oyununa dönüşmüştür aşk ve aşk adını hak etmeyen, adına ne denirse densin sonuçta bir ahlaksızlığa inkılab etmiştir. İşte aşkların taşıyıcılarını çürüten örneği tam da budur.
Burada, ‘aşkını verip benliğini isteyen’in durumu ise, bu çürüme tehdidiyle yüzyüze gelen vicdanın tepkisidir kanımca.
Bu duyarlığı taşıyan bir şarkıcıyı da düşüncelerime alet ederek diyebilirim ki, geri isteyecek benliğimizi gerilerde bırakabilecek bir ahlaki aşk yaşantısı için kalbimizi ve zamanımızı koruma cehdimizi yitirmemeliyiz.
O zaman aşk gelir ve cümle çirkinlikler biter.
Sadık Yalsızuçanlar 
İLGİLİSİNE NOT: Açık Deniz'e bu hafta, Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç konuk oluyor...Muhyiddin İbnü'l-Arabi, Hz. Mevlana, Niyazi Mısri gibi bilgelere ilişkin Kılıç'ın düşünceleri aktarılacak....Bilgelerin nefeslerinden eserlere yer verilecek...


12 Haziran 2010 Cumartesi

AÇIK DENİZ' DE Samiha Ayverdi ile SIRRA YOLCULUK





AÇIK DENİZ'DE SIRRA YOLCULUK....SAMİHA AYVERDİ öğrencisi CEMALNUR SARGUT hanımefendinin dilinden bu kitapta anlatılmış...Henüz aldığım kitap hakkındaki görüşlerimi okuyunca paylaşacağım Ama önce bu gece AÇIK DENİZ'de SADIK YALSIZUÇANLAR'ın konuğu olduğunu hatırlatmak istedim:))

Bir de AHMET KAYA'dan YALANCI AYRILIK gelsin gecenize...

22 Mayıs 2010 Cumartesi

SADIK KAPTAN'LA AŞKIN SULARINA AÇILIYOR GECEMİZ: ŞİİR DE MUSTAFA TATÇI, ŞARKIDA MURAT ÇELİK "SEVDAN BİR ATEŞ OLDU BENDE " diyecekler Gönül ülkemizde, FREKANSLARINIZIN AÇIK OLMASI DİLEĞİYLE:))

İşitin Ey Yarenler Aşk Bir Güneşe Benzer

İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan kişi misali taşa benzer

Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer

Aşkı var gönlü yanar yumuşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp kah kışa benzer

Ol sultan kapısında hazreti tapısında
Aşıkların yıldızı her dem çavuşa benzer

Geç Yunus endişeden gerekse bu pişeden
Ere aşk gerek evvel ondan dervişe benzer YUNUS EMRE

YUNUS bize aşkı, kendi dilimizde öğretti; o bizim mana dilimiz oldu diyor MUSTAFA TATÇI yukarıda kapağı olan kitabında.

"İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır" diyerek ilmin nefsimizi bilmek olduğunu öğretti YUNUS diye ekliyor.

"Bize dünün ve yarının olmadığını öğretti. Zamanı AN'a getirmemizi öğütledi; "DEM, BU DEMDİR " dedi." diyor Hoca ve devam ediyor.

"YUNUS, bize aşık olunca maşuk olunabileceğini öğretti. Dahası aşıkın ve maşukun "AŞK"tan ibaret olduğunu öğretti.

YUNUS EMRE'nin anlaşılması demek, gerçekte TÜRKÇE'nin, Türk Tasavvuf dilinin ve topyekün tasavvufi düşüncenin anlaşılması demek olacağını kitabında ifade eden DR.MUSTAFA TATÇI (Gazi Üniversitesi'nde akademisyen, Türkiye’de ve dünyada Yunus otoritesi olarak kabul edilen bir araştırmacı, yazar) bu akşam AÇIK DENİZ' de konuk.


AÇIK DENİZ'in bir diğer konuğu da (eski) DÜŞ SOKAĞI SAKİNLERİ'nden müzisyen Murat Çelik.

Bu gece AŞKIN SULARINA AÇILMAK İSTERSENİZ şiirden ve şarkıdan KÜREKLERİ İLE AÇIK DENİZ saat 23.00 te Sadık YALSIZUÇANLAR'IN kaptanlığında ÜLKE TV'DE.

18 Mayıs 2010 Salı

ARİFLERİN AYNASI

 
Sadrettin Konevi’nin bu kitabında Kur’an, Efendimiz(sav), fatiha, besmele, ba harfi, ba’nın noktası silsilesinden bahsedilmekte belli daireler çizilerek konu izah edilmektedir. Aklıdan ziyade kalbe, delilden ziyade zevke bakan bu konuları yazarın su içme kolaylığında anlattığından bahsedilmektedir. Tabi anlamak için arif olmanın gerektiği bu mevzuda sadece aktarımlarda bulunup hissetme mevzunu kalplerimize bırakmak en doğru yol olacaktır.
Mevlana ile Münasebetleri konusuyla başlayalım:
Ahmed Eflaki, Menakıb’ül-Arifin isimli eserinde Mevlana ile ilişkileri ve muhabbetleri konusunda bir çok menkıbe nakleder. Karşılıklı hürmet ve incelikle doludur diyalogları. İşte bir tanesi: S.Konevi Cuma namazlarından sonra bir meclis oluşturur, bir çok insan buraya gelirdi. Bir gün Mevlana da bu meclise geldi Konevi yerinden kalkıp seccadesini ona vermek istedi.O buna razı olmadı.S.Konevi birlikte oturalım dediyse de Hz. Mevlana kabul etmedi. Bunun üzerine Konevi onun oturmadığı seccadeye kendisinin de oturmayacağını söyleyerek seccadeyi kenara attı. Mevlana vefatına yakın cenazesinin S.Konevi tarafından kıldırılmasını istedi. S.Konevi namazı kıldırırken hıçkırarak ağladı ve kendinden geçti. Bir sure sonra kendine gelip namazı kıldırdı. Rivayete gore o sıradaki sarsıntı halinin sebebi, namaz kıldırmak için ilerlediği vakit önünde sıra sıra dizilmiş melekleri ve Hz.Peygamber’i (sav) görmüş olmasıdır.    
MUHAMMED HACEVİ’NİN MİR’ATÜ’L ARİFİN HAKKINDAKİ TAHLİLİ
Bu, S.Konevi’nin bir talebesinin Ümmül Kitab (Kitabın anası, özü) diye isimlendirilen FATİHA SURESİ ve KİTABÜL MÜBİN’in (her şeyi açıklayan Kitap- Kur’an ) hakikati ile ilgili sorduğu bir soru üzerine kendisine verilen sırların izin ölçüsünde paylaşılarak sorunun cevaplanmasından ibarettir.
Konevi alemin emr(kün:ol) ve halk(fe-yekun:oluverir) olmak üzere ikiye ayrıldığını, Fatiha’nın tüm Kur’an’ın özünü taşıdığını, Kur’an’ın da Fatiha’nın geniş bir açıklaması olduğunu ifade eder.  
İnsan-ı kamil Zat için tam bir ayna olduğundan ilim açısından da aynadır. Ancak burada ittihad, hulul ve birbirine dönüşüm sözkonusu değildir. Zira varlık tektir. Eşya Hak ile mevcut fakat kendi zatında na-mevcuttur.Bu tek olan varlığın bir ortaya çıkma yönü vardır-ki, bu alemdir-, bir gizli kalma yönü vardır –ki, bu esmadır- ve bir de her iki tarafı içine alan bir berzah ara alem vardır-ki, bu da insan-ı kamildir. O hem zahirin hem batının, gerek tafsili, gerekse külliyen aynasıdır. Ey oğul! Senin kendin hakkında düşünmen, tefekkür ve teemmül etmen sana yeter.Çünkü senin haricinde bir şey yoktur. Ariflerin önderi ALİ BİN EBİ TALİB şöyle demiştir.
İlacın kendindedir farketmiyorsun
   İlletin kendindendir görmüyorsun
   Zannedersin ki sen küçük bir parçasın
   Halbuki sen büyük bir alem saklarsın”
Allahü Tealanın şu ayetini bilirsin: “Kitabını oku; bugün sana hesap sorucu olarak o yeter.(isra 17/14) Bu kitabı okuyan, olmuşu, olanı ve olacak olanı bilir, bu kitabın tamamını okumayanlar ise, “O kitaptan okuyabildiklerini, kendisine kolay geleni okumalıdırlar.(müzzemmil 73/20)


(MUHAMMED HACEVİ diyor ki: Ey okuyucu! Bu kitabın kıymetini hakkıyla bil. Çünkü o öyle bir kaynaktır ki, ondan Allah’ın kulları içerler; güzel yollar açarak onu akıtır da akıtırlar…Yazarının aziz kalbine, latif bir melek tarafından ilham edilmiştir…Yine bu kitapta rabbani marifetin öylesine meseleleri vardır ki, kalp varidatları o meselelerle aydınlanır. De ki, O kitabın kabından sızan damlalara ya da sırların ışıltılarına kim ulaşabilir? Ancak zeki, akıllı, kalbi nurlu ve basireti aydınlık bir kimse, değil mi? –syf 30-)

Kitabın orjinal ismi; ABİDLERİN ÖZÜNÜ ARAYANLAR İÇİN KAMİLLERİN MAZHARI VE ARİFLERİN AYNASI’dır.

İşte ey oğul! Kitap odur ve söylediğimiz üzere sen de kitapsın. Senin kendini bilmen, kitabı bilmendir. “ Yaş( ki alem-i mülktür) ya da kuru ( ki alem-i melekuttur ve öncekinden daha yücedir) ne varsa, hepsi Kitab-ı Mübin’dedir. (ki o da sensin) “En’am 6/59   -syf 37


Bu anlatılması zor, okuması zevkli olan kitabı hepinize tavsiye ediyor, gönül gözlerimizin açılıp hakikati idrak noktasına lütüf olarak erdirilmemizi diliyorum. İlim  insana verilen bir nimettir, İlahi aşk rızıktır. Ve bu basiret gözünün açılması ancak bu nimetle şereflendirilerek kazanılır. Yoksa kitap okuyarak ilim elde edilmediği alimlerce söylenmiş bir hakikattir. Ama okumak, ibadet etmek gibi kulluk formları ile insan bu ilmi almaya açık hale gelir, bir nevi fiili dua olan bu yolu takip etmek insan için gereklidir. Rabb’im akibetlerimizi hayr eylesin. 

HANDAN GÜLER

7 Nisan 2010 Çarşamba

"Hal"in kağıda düşmüş gölgesi...YEŞİL DERGAHIN AYNASI...Sezen Aksu yorumuyla "Herkes yaralı"


Sade, samimi ve akıcı bir uslupla yazılmış bir kitap okudum bugün. Adı; YEŞİL DERGAHIN AYNASI
Yazarı, SALİHA MALHUN. Sanki adım adım O'nunla dolaştım Bursa'nın sokaklarını. Oysa  bu şehrin içinden çok uzun yıllar önce sadece bir kez geçip İstanbul'a gitmiştim bir okul gezisinde. Tarihi bir çarşı hatırlıyorum can arkadaşımla bir kaç parça güzellik almıştık oradan. Bir yerde yemek yemiş, Ulu Cami'nin bahçesinde biraz oturmuş, su içmiş, tarihin o kuşatıcılığında manevi havasını içimize çekmiş, ancak kalabalık sebebiyle içeri girememiştik, dönüşte detaylı gezeriz demişti öğretmenlerimiz ama olmadı.Ve o gün bugündür yolum düşmedi şanlı Osmanlı şehrine. Bu kitabı okuyunca ilk hissettiğim biran önce oraya gitmek arzusu oldu.

Bu duyguya bir de NİHAT DAĞLI'nın ödüllü öyküsü "AŞK İLE BURSA, AŞK İLE..."yi okuduğumda kapılmıştım.Bilmiyorum ne zaman nasip olur ama galiba önce hazır hale gelmeli, liyakat kesbetmeli ki şehir çağırsın beni... 


"Bu kapı yokluk kapısıdır, varlığına bırakta gel" şeklinde özetlenebilecek terk kavramı üzerine kurulu kitapta terk-i terketmeye çalışan bir gönlün çilesi, görünüşte yalnızlığının görünmeyende kalbini zenginleştirmesinin hikayesi gizli.

İlk anda bana TERK adlı hikayeyi anımsatsa da yazarın bu öykücünün çeşmesinin ab-ı hayatından içtiği belli. Lakin herkesin başkadır öyküsü, yola çıkışımız, yoldan çıkışlarımız, geri dönüşlerimiz, bitmişliklerimizle  farketmeden yeniden dirilişlerimiz başka başkadır. Farklı yerlerde, farklı zamanlarda aynı imtihanlara tabi tutulup farklı cevap kağıdı sunarız Rabb'imize. Kimin ne puan aldığı, kimin kazanıp kimin kaybettiği o kadar belirsizdir ki, bu alemde kazanma kuşağında kaybedenler olduğu gibi kaybedenler belki de kazanmıştır bir başka boyutta, yanmış kalbinin küllerinden yeniden doğmuştur öte dünyada.

Çok söze gerek yok, kitap "Hal"in kağıda düşmüş gölgesi, kelimelerin sihrine ihtiyacı kalmamış bir samimiyet seçkisi.Ve Bursa'nın nefeslendirici yeşilliği kuşatsın isterseniz bu baharda içinizi alın elinize derin dalışlar sonucu çıkarılmış incileri.    

HANDAN GÜLER

Sezen Aksu yorumuyla "Herkes yaralı"

2 Nisan 2010 Cuma

AÇIK DENİZ' LERDE YOL ALMAK İSTEYENLER...YENİ BİR PROGRAM BAŞLIYORRRR...



ETKİNLİK HABERLERİ 

1-Bu gün KAHRAMANMARAŞ VALİLİĞİ'nin düzenlediği bir program var:
"2 Nisan 2010 Cuma günü saat 14.30’da bu eşikte Kahramanmaraş Valisi M.Niyazi Tanılır , Rasim Özdenören, Sadık Yalsızuçanlar, Prof.Dr.Turan Karataş ve Doç.Dr.Köksal Alver, Maraş halkı ile birlikte bir açılış gerçekleştiriyor;
Saat 19.30’da “Kente ve İnsana Açılan Kapı:Rasim Özdenören” konuşuluyor.
Öykülerdeki damarların izini sürmede mâhir Sadık Yalsızuçanlar, öykülerdeki sosyolojik arka planı görünür kılan Doç.Dr.Köksal Alver ve öykülerin yazarını sorularla kent ilişkilerine doğru yolculuklara çıkaracak olan Prof.Dr.Turan Karataş, Özdenören’in şehrinde; onu anlatıyor.
Medeniyet krizinin derin açmazlarında gidip gelerek durduğu kapının berisi ve ötesi arasındaki kararsız insanı dert edinen Özdenören ile kente ve insana açılan kapılar konuşuluyor; modern ve çaresiz insanın derdine çözüm önerileri ise yazarın dünyaya gözünü açtığı şehirden; kişiliğinin oluşumuna katkıda bulunan çevreden; geleneksel bir Anadolu diyârından; ‘Maraş’tan devşiriliyor.
2 Nisan 2010 günü, en iyisi Kahramanmaraş’ta olmak…
Eşikte kalmış insana kafa yoran nice kalemin ruhuna ilham üflediği bu şehirde ‘Kente ve İnsana Açılan Kapı’yı konuşmak…
Aslına rücû etmiş, ‘gelenekten geleceğe kitap ile kurulan köprü’ vazifesi üstlenmiş bir kıraathane ve Sabancı Kültür Merkezi sizleri bekliyor…" Kahramanmaraşlılar için iyi bir fırsat:))

 2- 3 NİSAN 2010' da (yani yarın) yeni bir kültür proramı başlıyor. ÜLKE TV' de gece 23:15'te ekrana gelecek olan programın adı AÇIK DENİZ. Hazırlayan ve sunan yazar SADIK YALSIZUÇANLAR...Heyecanla beklediğim bu programı sizinle paylaşmak istedim ki; çeşitli sebeplerle söyleşilere gidemeyenler televizyonda yayınlanacak nadir iyi programlardan biri olmasını beklediğim(dilediğim) bu yayından istifade etsin. İlk haftanın konusu FETHİ GEMUHLUOĞLU, detaylara linkten ulaşabilirsiniz.  İlgililere duyurulur:)) 


3-3 Nisan 2010' da Tarih Kültür Araştırmaları Derneği'nin yazı atölyesi konuğu yazar NİHAT DAĞLI. Söyleşi saat 19:00 'da derneğin MECİDİYEKÖY Şubesinde gerçekleşecek. Bilgilerinize... 

VEEEE...CEM KARACA'DAN bir şarkı : DENİZ ÜSTÜ KÖPÜRÜR


1 Nisan 2010 Perşembe

Kaygıların vuruşuyla tuz buz oluyorsa taş katılığında büyüttüğün güvencelerin, yarılan göğsüne umut fidanları dikiliyor demektir. ÜZÜLME ...diyor SENAİ DEMİRCİ



















ÜZÜLME
Üzülme!Üzülebiliyorsan bir kalbin var demektir. Kalpsizler üzül(e)mezler ki. Ne mutlu sana ki, üzülebiliyorsun. Dokunan var demek ki kalbine. Ya dokunulmasaydı kalbine. Ya hüznün gönül toprağını karmasına izin verilmeseydi. Demek ki gözden çıkarılmadın. Demek ki sen hâlâ bir umut tarlasısın.
Üzülme!
Üzülüyorsan, Biri var ki cılız varlığını düştüğü çamurdan kaldırmak istiyor. Onun için dokunuyor kalbine. Kıymetini bil ki, üzmeye değer görüyor seni. Hüzünlerin kalbinin toprağını allak bullak ediyorsa, sen ekilmeye layık bir topraksın demektir. Kaygıların vuruşuyla tuz buz oluyorsa taş katılığında büyüttüğün güvencelerin, yarılan göğsüne umut fidanları dikiliyor demektir.
Üzülme!
Yüzün yerde geziyorsan, ellerin boynuna sarılı ise, içini ısıtacak haberlerin mürekkebi damlıyor olmalı ömrünün defterine. Kar yağıyorsa güvendiğin dağlara, yarının ovalarında rengârenk çiçeklerin olacak demektir. Hırçın fırtınalar sarsıyorsa sevinçlerinin zirvesini, rüzgârlar dövüyorsa umudunun yamaçlarını, bir yüce dağsın sen demek ki, az bekle, eteğinden serin pınarlar akmaya başlayacak demek ki...
Üzülme!
Üzülüyorsan, şımaramazsın. Kibrin kirli tuzağına düşemezsin. Kendini beğenmişliğin çamuruna dolaşmaz ayakların. Uzak geçersin isyanlı yollardan. Heveslerinin ardı sıra düşüp nisyan uçurumlarının başına sürüklenmezsin. Seni Biri yakınlığına çağırıyor demek ki... Gözden çıkarmamış olmalı seni.
Üzülme!
Üzülüyorsan, bir kutlu teselli kapısının önünde bekletiliyorsun demektir. Gözlerini kaldır vefasız dünyanın eşiğinden. Gönlünün elinden çıkar sebeplerin boş avuntularını. Umudunu kes sahte doymalardan. Yüreğini küstür coşkulardan. Kapı açıldı açılıyor demektir.
Üzülme!
Üzülüyorsan, kaybedeceğin bir şeyler var demek ki... Kaybedeceği bir şeyi olanlar çoktan kazanmışlardır. Eline geçmeyenleri saymakla tüketme nefesini, elindekileri saymaya başla. Hepsini saysan bile, nefesini saymaya nefesin yetmeyecek demektir. Bak işte zenginsin.
Üzülme!
Seni bir "İşiten" var. Seni senin kendini bile sevmenden önce O sevdi seni. Senin kendini bile bilmediğin unutuş kuyularından çekip çıkardı seni. Çektiğin acılara habire meşgul çalan telefonlar gibi kör ve sağır değil O. Yüreğinin her yangınına O yetişiyor. Ayrılıklarına ve sıkıntılarına metal soğukluğundaki plazalar gibi umursamaz değil O. Yitirdiklerinin hepsini sana iade edeceğine söz veriyor. Sevdalarına ve özlemlerine çok seçenekli sınav kâğıtları gibi tatsız ve tuzsuz formüller sunmuyor. Seni herkesten çok anlıyor, seni senin kendini düşündüğünden çok düşünüyor. Gözyaşlarınla imzalayasın istiyor yakarışlarını. Bir ebedî çerçevenin içinde, gösterişsiz bir kullukla fotoğraflamak istiyor seni. Dağılıp giden ömür kırıntılarının arasından sıcacık bir kardelen ümidi devşiresin istiyor. Keyfinin çatlak kabuklarının arasından sonsuz teselli pınarları akıtmak istiyor.
Üzülme!
Varlığının tenine çiziktir her hüzün. Varlığından haber verir üzüntün. Hatırlar mısın, bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey bile değildin? Hiç umursanmadan çöpe atılabilecek kirli bir su iken sen, yüzüne bir tek O baktı. Kimselerin arayıp sormadığı, önemseyip adını bir kenara yazmadığı o günlerde, senin adını ilk O andı. Hatırını bildi. Seni yanına aldı. Hep yanında oldu. Sen seni unutup da başını yastığa koyduğunda bile, seni her defasında sabaha çıkardı. Sen Onu defalarca unuttun ama O seni asla unutmadı.
Üzülme!
O'nun en sevdiği kulu da yalnız kaldı. Taşlandı. Sürüldü. Yaralandı. Aç susuz kaldı. Yuvasına uzaktan gözleri yaşlar içinde baktı. Mağarada yapayalnız ve korunmasızdı. Senin gibi üzülen yol arkadaşına sonsuz müjdeler veren tebessümüyle fısıldadı: "Lâ tahzen, innAllahe meânâ."
Üzülme!
Kaldır yüzünü yerden. Omuzlarından sarsıp kendine getirmek istiyor seni Sevgili. "Rabbin sana küsmedi ki..." Gözlerinin içine içine bak sevdiklerinin. "Rabbin seni unutup yalnız bırakmadı ki..."

SENAİ DEMİRCİ

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin