İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan kişi misali taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer
Aşkı var gönlü yanar yumuşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp kah kışa benzer
Yolculuklar hayatımızın en vazgeçilmez
süreğidir. Bu aleme gelişimizden önce başlayan ve gidişimizle de devam edecek
bir seyahatin yolcularıyız hepimiz.
“Dünya” dediğimiz “büyük”lüğünü
içinde barındıran kavramın bu gün için bilinen kainat haritasında bir nokta
kadar küçük olduğunu öğrenince bizimle beraber akan hayatların, başka
yolculukların olduğunu da fark ediyor, aslında bu muazzam yapıda pek de mühim
bir yer tutmadığımızı anlıyoruz. Bir taraftan da yaratılan hiçbir şeyin
gereksiz olmadığını hatırlayıp bilinen varlıklardan en donanımlısı olan insan
soyumuzun yolculuğuna odaklanıyoruz.
Bir bilinmez olan insanın kalbinde
taşıdığı, kafasında kurduğu alemlerin büyüklüğü ile karşılaşıp yaratılmışların
en şereflisi olduğumuzu anımsıyoruz. İç içe geçen yolculuklarda karşılaştıklarımıza
kafa yoruyoruz. Her şeyin emrine sunulduğu insanın bir türlü mutlu olamayışı
karşısında kalbimizi tatmin edememenin boynu büküklüğü ile yola devam ediyoruz.
Ve yıllar/yollar her şey akıyor, yaşam yeni bir forma dönüşüyor ama yolcu olma
hali devamlılığını koruyor. Çünkü “hayat”larımızın üst başlığıdır yolculuk.
Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın bir çok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.
Sana bazı şeyleri anlatamadım. Bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin – kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu sanki. Çaresizlik yüzünden bir çok şeyin anlamı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? Fakat ben artık bir meslek adamı oldum babacığım. Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, “Ne güzel” diyorlar, “Bunu bir yerde kullansana.” Onun için, çok özür dilerim babacığım, seni de bir yerde, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum. Bana kızınca –bu çok sık olurdu- “Senin aynadan gördüğünü ben ‘dıvardan’ görürüm,” derdin. Annemle birlikte ‘dıvar’ sözünle alay ederdik. Ben de şimdi küçüklerime karşı –artık benden küçük olanlar da var babacığım- bu cümleni kullanıyorum, gülüyorlar
Geleneğimizde yeri ve karşılığı olan ‘tahkiyeli anlatım’ın geçen yılki görünümüne ilişkin bir kare belirlemeyi, öykü gündemimize bir kayıt düşmeyi amaçlayan Edebiyat Ortamı Öykü Yıllığı, nihayet elinizde.
Edebiyat(ın) Ortamı’ndan iki şiir yıllığı nicedir kitaplığınızdaki yerini almıştı. Alanı genişletmeyi ve şiir kadar kadim bir ‘anlatı(m) türü’ne; öyküye ilişkin kaydı da hedefleyen yıllığın hiç kuşkusuz eksikleri, yanlışları, yanlılığı olacaktır. Peşinen bunu itiraf edelim, Edebiyat Ortamı dergisini kotaran değerli dostlara, öykü yıllığı düşüncesi/eylemi için teşekkürü borç bilelim.
Yıllıkta, Süavi Kemal Yazgıç ile Yılmaz Yılmaz’ın kaleminden genel bir değerlendirme bulacaksınız. Yanısıra yılın öne çıkan öykü kitaplarına ilişkin çeşitli değiniler, eleştiriler göreceksiniz.
Ulaşabildiğimiz pek çok dergiyi birkaç kişi titizlikle taradık ve öyküler bölümünde topladık. Yıllıkta bulamadığınız lakin dergilerde yayımlanmış olan daha onlarca güzel öykü var. Onların burada niçin olmadığı (muhtemel) sorusu haklı olmakla birlikte, takdir edersiniz ki, kitaplık çapta bir kayıt, her şeyden önce bir sınırlama öngörür. Gönül arzu ederdi ki, okunmaya değer bütün öyküleri bir çatı altında toplayalım ve sizi bir öykü cennetine çekebilelim…Lakin arzu etmekle iş bitmiyor.
Moderniteye kurban verilen güzellikler bir bir çekiliyor hayatlarımızdan. Gördüğümüz ve bizatihi içinde yaşayarak biçimsizliğinden rahatsızlık duyduğumuz kentleşme karşısında umutsuzluğumuz giderek artıyor. Hele de metropol diye adlandıran büyük şehirlerden birinde isek bu vahim durum günlük yaşamlarımızı felç eden trafik, güvenlik vb. bir çok soruna da kaynaklık ediyor. Bu tablo karşısında acil olarak ciddi tedbirlerin alınması gerekiyor.
İşte bu amaçla kaleme alınan makalelerden bir seçki Timaş Yayınları tarafından 2010 yılı ortalarında okuyucuya sunuldu.“Osmanlı Şehri” adlı kitap bu yıl içinde kaybettiğimiz yazarın ölümünden önce çeşitli dergilerde yayınlanan makalelerinden derlenerek hazırlanmış olup bizi ümitsizliğe düşüren çarpık kentleşme konusunda reçeteler sunuyor. Kitabın yazarı, uluslararası düzeyde ödülleri bulunan bilge mimar Turgut Cansever.
Yazara göre;“İnsanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürün ve insan hayatını çevreleyen yapı” olan şehrin imajı “İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır” ve dünyayı güzelleştirmek için meydana getirilmiştir. İnanç sahibi her insanın ulaşmayı ümit ettiği cennet kavramı İslam toplumlarının hayatlarına dair çerçeveleri belirler. Dolayısıyla başta mimarlık olmak üzere tümü sanatla ilgili olan yazılar “OSMANLI ŞEHRİ” diğer bir deyişle “OSMANLI CENNETİ” başlığı altında derlenmiştir.
Kitap üç bölümden oluşuyor; ilk bölümde şehir- sanat- mimari, ikinci bölümde osmanlı şehri, son bölümde de sorunlar ve çözümleri içeren makaleleryer alıyor.
Tarihten edebiyata, divan şiirinden tasavvufa, yaşamdan mimariye bir çok konuya değinilen kitapta yazarın ufkunun genişliği gözden kaçmıyor. Akıcı üslubu ve mimariye bütüncül bir yaklaşımla bakması, insandan ve vazifelerinden ayırmaması da kitabı mimari üzerine yazılmış diğer eserlerden ayırıyor.
Eğitim sistemimizdeki aksaklıklar sebebiyle tarihi ve kültürel açıdan köklerinden uzak yetişen nesillere de kaynaklık edecek bu kitaptan bir çok yeni bilgi edinme şansınız da var: Mesela Osmanlı şehir mimarisinin çıkış noktalarını, uygulanışını ve günümüze bakan yönünü öğrenmek mümkün.
Tabi şu noktaya da vurgu yapmakta fayda var: Kitapta bir araya getirilen makaleler edebiyat ve mimari dergileri için yazıldığından teknik kavramlara da sıkça yer verilmiş olması hasebiyle uzmanlığınız bu alanlarda ise istifade şansınız daha yüksek olacaktır. Bir de yazarın bundan önceki kitaplarını okumuş olmanın da faydası görülecektir.
Ama yine de genç nesillere alanında en iyi ödüllere layık görülmüş bir mimarın aslında bütüncül yaklaşımı yakalayarak tek kanatla uçulmayacağını göstermesi, günümüz şartlarında da modern bir derviş, bir bilge olunabileceğini ispat etmesi, böyle bir insanı kendi satırlarından tanıma şansı sunması açısından mutlaka okunması gereken bir kitap olduğunu belirtmek isterim.
Kitabı tek bir cümle ile özetleyecek olsak sanırım şu denebilir: İnsan kainata biremanetçi olarak gelmiş olup emaneti koruma ve güzelleştirme yükü omuzlarındadır. Bu nedenle bilinçli olmalı, israfa girmeyecek yöntemler kullanarak geleceğini kurmalı, şehirlerini yaşayan, yaşanan bir hale getirmelidir. Bu noktada her ferde ortak sorumluluk düşmektedir.
Kitaptan birkaç alıntı yaparak devam etmek istiyorum:“Modern şehirde, insan hayatını sürekli birbirine benzer duvarlar arasına hapseden, dünyaya sırtını dönen, ona karşı duyarsız olan, hatta duyarsız olması da önemsiz sayılan bir insan telakkisi görüyoruz. Buna karşılık Osmanlı Şehri, sakin, hareketli yol şeması üzerinde, yol boyunca yeri, biçimi, şahsiyeti değişen evlerin arasında büyük abidelerin bulunduğu yerleri, büyük abidevi ağaçların bulunduğu meydanları, alçak duvarlardan sarkan çiçekleri yahut meyve ağaçlarının sarkan dallarını görerek ve parlak, farklı renklere sahip evlerin arasından geçerek, her an yeni bir güzellikle karşılaşarak yaşayan bir insan için vücuda getirilmiş oluyor.
Osmanlı şehri insanlık tarihinde benzeri az olan müstesna bir kültür ürünüdür. Eflatun, “İnsanın en büyük erdemi şehir kurmak erdemidir” diyor. Osmanlı şehirlerinde çok seslilik, polifoni vardır. Evler, insan hayatının değişkenliği ve geçiciliğine uygundur. Mahallelerde her türlü insan vardır, hepsi özel bir renk olup ahenkli tablolar gibidir. Oysa Avrupa’da tek tiplilik esastır, kimse evinin dışında istediğini yapamaz. Yönetici iradeye boyun eyer.
Kitapta bahsedilen ve günümüze yönelik çözüm önerilerinden biri de, galaksi biçimli şehirler kurulmasıdır. İş sahaları, sanayi siteleri limanlar şehrin dışına taşınmalı ve o civarda yerleşim yapılmalıdır ki, yolda zaman ve para kaybı yaşanmasın. Bu sistem bu gün Almanya ve İtalya’da kullanılıyor. Böylece bizdeki gibi şehirler yağ lekesi gibi büyümüyor.
Yazar gözünü ötelere dikmiş umutlu tavrıyla gönüllerimize bir meşale yakıyor ve her şey niyettedir, eğer Osmanlı evi baz alınıp 17.YY’ın Osmanlı şehirleri kurulabilirse yaşamımız cennet bahçelerine benzer bir hale çevrilebilir müjdesini veriyor.
Osmanlı Devleti’nin (Üçüncü selim devrinde) bütüncül görüşü kaybettiğinde yavaş yavaş dünyaya saadet dolu şehirler kuran sistemin çökme sürecine girdiğini hatırlatırken, batının standartları yerine kendi standartlar ruhumuzu geliştirmemiz gerektiğini, tevazuu, çekingenliği, dürüstlüğü, azla yetinmeyi, dinimizden, inançlarımızdan, tasavvufi eğitimimizden edindiğimiz davranış standartlarını tekrar kurma zorunluluğumuzu şu sözlerle ifade ediyor: “İçerisinde bulunduğumuz çağın meselelerini çözmek ve kültürünü ve çevresini inşa etmek için “Bak, her şeye bak” şeklindeki İslami emri yerine getirmek ve yaradılışın yapısında mevcut ilahi iradeye kayıtsız şartsız uyarak, karanlık gecede yalçın kaya üzerinde karıncanın ayak izinden daha gizli olan putlaştırma yanılgısına düşmeden, tarihi tecrübeyi bu yaklaşım ile değerlendirerek çözüm aramak, çağın gereğini gerçekleştirmeye yönelmek gerçek çağdaşlığa, gerçek modernliğe ulaşmaya imkan verecektir. Temel inanç sistemimizin bütün davranış ve ruh hallerimizi nasıl şekillendirdiğinin bilgisini tekrar tesis etmek asli meselemizdir”
Bilge Mimar Turgut Cansever’in bir çok mimari eser yanında ardında bıraktığı kıymetli mirastan bir kesit olan “Osmanlı Şehri” bize sanata dair yepyeni bir dünyanın kapılarını aralama fırsatı sunuyor. Ne mutlu o kapıdan geçip bütüncül bakışı yakalayabilenlere…
Eski bir öğrencisi geçerken yanımızdan dalgınlığını fark edince hatırını sordu Hoca şefkatli tavrıyla. Derse gelebilir miyim dedi kız, ardından biz de çıktık sınıfa.
Öğle arasından sonraki konumuz yine şiir, konukluğumuz Necip Fazıl'a olunca iyi ki gelmişim bu gün bu derse diyerek dinlemeye başladım Hoca'yı heyecanla.
Doğumundan başlayarak anlattığı kısa biyografiden sonra, romantik Fransız şiirinden etkilenen şairin o zamana kadar "Bir ben vardır bende, benden içeru" diyen geleneksel şiirimizde yer almayan şekliyle "ben" kavramını şiir dilimize sokarak egosantrik şiirin ilk örneklerini oluşturduğunu belirtti. Şairin bohem hayatından sonra yazdığı şiirlerde ise gelenekselliği de kuşatan modern zamanlar şairi olduğu görülmektedir, diye ilave etti.
"Tam otuz üç yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" mısra ile belirttiği gibi hayatında intisapla beraber yeni bir sayfa açıldıktan sonra da şiirindeki o sesin değişmediğini, dehasını kelimelere hakimiyetini polemiklerinde de gösterdiğini ifade eden Hoca şöyle devam etti dersini anlatmaya:
Şiirinde bir mizaç vardır Necip Fazıl’ın, tarzından dolayı altında adı yazmasa da o yazının/şiirin Necip Fazıl'a ait olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bu durum dahi şair ve yazarlara özgü bir haldir. "Mizaç sahibi" sıfatını hak eden bir kaç örnek daha sunmak gerekirse: Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazım Hikmet Ran bunlardandı dedi sınıfa.
Bu noktada Hoca'nın 24 Mart 2009 tarihinde Atılım Üniversitesinde yapılan Necip Fazıl'ı Anma Etkinliklerindeki konuşması geldi hatırıma ve işte o enfes tahlilerden bazıları:
"Necip Fazıl, aslında çocuk saflığında bir insandı. Bizim geleneğimizde bilgelerin üç temel özelliğinden birisi, saf olmalarıdır. Hani meşhur bir söz var ya, “içimizdeki çocuk”… Ona aslında insan-ı kadim de deniliyor. İnsan-ı kadim, insanın çocukluk hali üzerine yaşamasıdır…Safiyyun olmasından. Bu, yetkin insanlara mahsus bir haldir. Onların ilgi ve dikkatleri daima bir merkeze odaklandığı için, dünyayla ilişkileri yaralıdır.
DAĞLARDA ŞARKI SÖYLE
Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, şöyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.
Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!
Bu, Necip Fazıl’ın safiyyun niteliğini en çok yansıtan şiirdir. Heidegger’in dediği gibi, “bizler, yeryüzünde, arzda yaşarız ama göklerle çevriliyiz.” Bu anlamda şiir, insanın göklerle temasını kuran bir şeydir. Bu anlamda Necip Fazıl modern zamanlarda, Türk şiirinde bunu gerçekleştiren bir şairdir diye düşünüyorum. Bu da onun o saflığının getirdiği bir şey.
İkincisi, Necip Fazıl bizim aslında Türkçe kelam dediğimiz şeyi, yani normalde insanı mayalayan, iklimi mayalayan şeyi yapar. İnsan kelam ve nazarla, yani göz ve sözle mayalanır. Anadolu’yu, bu toprakları, -ki Anadolu biliyorsunuz güneşin doğduğu yer demektir- Türkistan’dan Türkçe gelen Kelam mayalamıştır. Yesi’den gelen… Bu kelamın Türkçe şiirini Yunus Emre kurar. Necip Fazıl’ın Yunus Emre’ye büyük sevgisi, muhabbeti vardır, şiirlerinde, konuşmalarında atıfları vardır. Necip Fazıl o gelenektendir. Necip Fazıl modern zamanlar şairidir. Ama bir yönüyle de gelenekseldir.
Bizim büyük bilgelerimizden Eşrefoğlu Rumî’nin dediği gibi, şiirlerinde kendi derdini söyleyen bir adamdır. Siyasal ve toplumsal hicivlerinde, eleştirilerinde bile doğrudan kendi hikâyesini, kendi menkıbesini, kendi derdini anlatan bir adamdır. Bu anlamda Necip Fazıl, Anadoluyu ilk Türkçe kelamla mayalan Yunus Emre’nin izinde bir insan, o geleneğin içinden gelen bir insan, o geleneğe göre konuşan bir insandır.
Edebiyat araştırmacıları, Yunus Emre’den bugüne kadar yaklaşık dört bine yakın Türkçe kelam söyleyen şair olduğunu söylüyorlar. Necip Fazıl, modern zamanlarda bunların en değerli halkalarından biridir.
Tabii modernleşme dediğimiz süreç, kitlesel ve küresel bir şeydir. Tırnak içinde bir bela diyelim. Bu süreç, Seyyid Hüseyin Nasr’ın belirlemesiyle, tepeden bırakılan kartopu gibi gittikçe büyüyen, cesameti ve hızı artan bir süreçtir.
Osmanlı, bu süreç karşısında kendi pozisyonunu yeniden almak zorunda kalmıştır. Bu süreçte kendi modernleşme program ve projelerini üretmiş, yürürlüğe koymaya çalışmıştır. Cumhuriyet modernleşmesi ise, Osmanlı modernleşmesine göre daha patolojik tarafları olan, kendi kendini sömürgeleştirme niteliği baskın, daha çok Batılılaşma biçiminde algılanan, Batılı olma, Avrupalı olma ilkesi üzerinde yürüyen bir şeydir. Dolayısıyla, gelenekten daha köktenci kopuşlar olmuştur. Normalde gelenekte bir zayıflama ve yırtılma vardı. O semavi sofra, bilgelik sofrası 20.yüzyılın başlarında kalkmaya başlamıştır.
Pir Sultan Abdal yüzyıllar önce söylüyor bunu. O sadece kendi zamanına ilişkin bir şey değil, gidişata ilişkin bir şeydir.
“Bozuldu yolcular yollarda kaldı
Edep erkan gitti dillerde kaldı
Bendelerin zayıf hallerde kaldı
Beklerim yolların gel efendim gel”
Necip Fazıl böyle bir nidacı, bir çağrıcıdır. Bizim, bu patolojik tarafları yoğun olan modernleşme maceramızın insanda nasıl huzursuzluk, tedirginlik yarattığını, toplumda nasıl yaralar açtığını çok samimi bir şekilde ortaya koyarken, bunu bizatihi kendinde yaşayan bir insandır.
Çile, aslında Necip Fazıl’ın bütün hikâyesini tek başına anlatan bir şiirdir. Çile, insanın yetkinleşmesinin ve kemale erme yolculuğunun hikâyesidir. Eşrefoğlu Rumî’nin dediği, kendi ruhunu söyleyen, hakikatle ilişkisinin öyküsüdür.
Necip Fazıl’ın bütün şiirleri böyledir. Necip Fazıl’ın hikâyesini biz en güzel onun şiirlerinden okuyabiliriz.
1934 yılında, yani 30 yaşındayken, Yahya Düzenli beyin bahsettiği, o büyük bilgeyle karşılaşıyor. O bilge, Necip Fazıl’ın yaşamında bir milattır.
Hiç tanımadığı, adeta Hızır kılığında bir adam Necip Fazıl’ı bir gün vapurda uyarıyor. Ona bir adres veriyor ve “oraya git, senin aradığın orada’ diyor. O da gidiyor. Orada, bir modern zamanlar bilgesiyle, Abdulhakim Arvasi’yle karşılaşıyor. Adeta denize düşer gibi oluyor. Necip Fazıl, hakikaten deha sahibi, çok yetenekli, bizim yüz yıllık edebiyat tarihimizde çok önemli bir şahsiyet, mizacı çok güçlü, şahsiyeti çok güçlü bir adamdır. Böyle mizaca ve şahsiyete sahip kişiler bizim edebiyatımızda azdır. Yahya Kemal vesaire. Yani üç dört kişi ancak çıkar.
Necip Fazıl’ın ilgileri çok enteresandır. Şiir, roman, öykü, sinema, hemen her konuda yazmış çizmiş bir adamdır. Doymak bilmez bir yapısı var. En temel özelliği, hani bu Batılı tragedya yazarlarında, modern dönemin yazar ve şairlerinde gördüğümüz önemli bir özellik Necip Fazıl’da da var, bizim sufi şairlerde de var bu özellik, bir meseleyi, bir konuyu hayatında en ileri noktalara, en cüretkâr, en aşırı uçlara götürme konusunda son derece açık, ona elverişli bir şahsiyeti var.
Dolayısıyla yüksek şiirsel bir ruhu var. Hani Hegel diyor ya, Her ruh sanatçıdır, her ruh şairdir. Bizatihi kendi acısını taşıyıcısı olarak sanatkardır. Ama Necip Fazıl’da bunu da aşan bir taraf var. Onda yüksek bir söz kulesi var, bir şiir var. Türkçeyi kullanma tarzı hakikaten çok çok güzel. Gerçekten göz kamaştırıyor. Türkçeye çok hâkim. Necip Fazıl, o mizacının ve kişiliğinin damgasını vurur nesirlerine ve şiirlerine. Mesela, burada kaba duran bir kelime, şiirin içerisinde o kadar güzel duruyor ki, onu dönüştürüyor, şiir bir simya ilmi aslında.
Tabii biliyorsunuz, şiirin şuurla da ilişkisi var, semantik bir ilişkisi var. Ama aynı zamanda şiirin şuuru aşan bir tarafı da var. Zaten Çile’de biz bunu görüyoruz.
Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Mesela gölge, binlerce yıllık bir metafordur aslında. Yani varlık, ışık ile karanlık arasındadır. Onu bir gölge olarak görür.
Şimdi Çile şiirine bir girsek çıkamayız içinden. Çile şiirinde biz, sadece Necip Fazıl’ın kemale erme, kendi manevi yolculuğunun hikâyesini, menkıbesini ve özetini bulmayız. Bizim yüzlerce yıllık imgelerimizi buluruz. Çünkü her şair, yeniden hem kendi hikâyesini ve hem de insanlığın büyük hikâyesini yazmıştır. Bu toprakların meta hikâyesi de böyle oluşmuştur. Necip Fazıl da Çile’de kendi öyküsünü anlatır. O bakımdan Çile şiiri de bu zincirin bir halkasını oluşturmaktadır.
Çile, 1939 yılında söylenmiş bir şiirdir. Demek ki Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştıktan beş yıl sonra. Burada baktığımız zaman o süreç içerisinde yaşadığı dönüşümü anlatmıştır, zaten bu kitaba Çile diyor. Bildiğiniz gibi çile, doğrudan geleneksel bir kavramdır. Tabii bu sadece bizim bilgelik geleneğimizdeki gibi bir şeye bağlı değil. Mesela şiirde geçen menzil kavramı, İbn Arabi’nin eserlerinde gördüğümüz, ondan da gerilere uzayan bir kıdeme sahiptir, bir ıstılah, bir kavramdır, bir buluşma, inzal olma, nüzul etme, bir yarıyol karşılaşması, yani menzile girmek için yapılması gereken şeyler vardır. İnsanın içe kapanması var. İşte Yunus Peygamberi balığın yutması gibi doğrudan dış âlemden soyutlanarak içe kapanması, iki metrekarelik bir odaya girerek, kendine kapanması…
Necip Fazıl bunu toplumsal ve kamusal alanın içerisinde yapıyor. Bu arada bir kavgayı da yürütüyor, siyasal bir kavgayı da yürütüyor. Fırtınalı bir hayatı var.
Mesela Babıali’nin girişinde söyler. Aslında Yahya Ağabey ona bir dokundu ve geçti. İşte orada der ki, Bu kitabımı okuyan birçok dindar insan bana tepki gösterdiler. Bizim geleneğimizde yoktur, insan hiç kendi günahlarını anlatır mı? Merak ediyor Necip Fazıl da bu var mı yok mu diye.
Necip Fazıl dönemindeki kalıpları kırmış, bunları yenilemiştir. Aslında o da ilginçtir. Bu yetkinleşme hikâyesi, aslında insanın kendini de motive etmesinin hikâyesidir.
Biz niye okuyoruz? Okuma, öteki benlikleri dinlemekten başka nedir ki? Ötekinin hikâyesi… Bizim açımızdan son derece dikkate değer ve kendi yolculuğumuz için çok ciddi bir anlam ifade ederse ve bizi bir anlamda kaynağa, kökene götürürse başkasının hikayesi önemlidir.
Bizim bütün şairlerimizi, geleneksel şairlerimizin yaptığı budur; evvele götürmek. Evvel, köken, başlangıç demektir. Biz bu şiiri okuduğumuzda da bir anda kendi ruhumuza doğru, kalbimize doğru, gönlümüze doğru gidiyoruz.
Hayatın kalbine doğru sızıyoruz. Çile’nin ikinci bölümünde şöyle deniliyor:
Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;
Atlas sedirinde mavera dede.
Yandı sırça saray, ilahi yapı,
Binbir avizeyle uçsuz maddede.
Burada Atlas kelimesine dikkatinizi çekerim. Buradan biz doğrudan hayatın kalbine, yeni bir hayata, mikro âleme doğru gidiyoruz. Aslında mikro âlem ile makro âlem iç içedir. Varlık daireseldir.
Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
Içiçe mimari, içiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!
Bir düzen var. Necip Fazıl hayatın bizatihi özünde bunu görüyor. Zaten hayatın içindeki şiirsel mantığı da biz bu şiirde çok rahat okuyabiliyoruz.
Nizam köpürüyor, med vakti deniz;
Nizam köpürüyor, ta çenemde su.
Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu.
Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.
Hayatın özü, esası, cevheri budur, birlik…bütün hikâye birlemek, bir olmak, birliğe ulaşmak üzere var. Çünkü varlık birdir.
Bu bir gelenektir. Yunus Emre gibi şairlerin vardığı noktayı ima eden bir şey. Ona duyduğu özlem. Gözü orada. Son bende geliyoruz:
Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Hegel’in de bahsettiği gibi, bütün örtüler kaldırıldığında bilginin doğrudan kaynağı olan birliğe ulaşılır.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza varmak...
Bunu biz büyük sanatkârların hepsinde görüyoruz. Aslında Necip Fazılın hikâyesinin merkezinde de böyle bir şey var. Ama onun hayat hikâyesi, kavgası, şiirleri, yazıları, hitabeleri, romanları ve tiyatroları aynı zamanda bizim yüz yüzelli yıllık hikâyemizin, yani toplumsal ve siyasal hikayemizin, kamusal hikayemizin, medeniyet geleneğimizde yaşanan kırılmanın, değişimin, dönüşümün, onun getirdiği sancıların ve acıların hikayesidir."(*)
Tekrar derse dönersek; paraya önem vermeyen, karizmatik kişiliği uslubunda hissedilen ve yüz civarı eser veren Necip Fazıl'ın mutlaka okunması gereken eserlerinden şunları saydı Hoca:
Babıali, Abdülhamid Han, Hac, Benim Gözümden Menderes, Son Devrin Din Mazlumları...
Ardından şiirlere geçti ve 1931 yılında yazılmış, yukarıda da bahsi geçen dağlarda şarkı söyle isimli şiiri okudu:
“Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!”
İnsanın içine dönmesi, içinden kainat kitabına yönelmesi içiçe geçmiş çokluk perdelerinden arınıp her şey olan varlığa, hiç'e ulaşması gerektiğini anlatırcasına sesi gürdü bu şiirin ve ilk derste vurgu yapılan içte derinleşme mevzuunu hatırlatıyordu.
Aynalar yolumuzu kesti ders ilerledikçe, önce Anneme Mektup" şiiri gurbet acısına düşürürken, yüzüme dik dik bakan aynalarda kayboldu yüreğim:
Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;
İşte yakalandık, kelepçelendik!
Çıktınız umulmaz anda karşıma,
Başımın tokmağı indi başıma.
Suratımda her suç bir ayrı imza,
Benmişim kendime en büyük ceza!
Ey dipsiz berraklık, ulvi mahkeme!
Acı, hapsettiğin sefil gölgeme!
Nur topu günlerin kanına girdim.
Kutsi emaneti yedim, bitirdim.
Doğmaz güneşlere bağlandı vade;
Dişlerinde, köpek nefsin, irade.
Günah, günah, hasad yerinde demet;
Merhamet, suçumdan aşkın merhamet!
Olur mu, dünyaya indirsem kepenk:
Gözyaşı döksem, Nuh tufanına denk?
Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.
Bakamam, aynada, aynada vicdan;
Beni beklemeyin, o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti.
Bir İstanbul'lu olarak en güzel İstanbul şiirlerinden birine imza atan Necip Fazıl'ın en sevdiğim mısraları arka arkaya düşünce gönlüme, içim doluyor "Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar” şehrin özlemiyle, süzülüyor yaşlar gözümden sessizce.
Otel Odası şiirinden sonra Necip Fazı'ın kişisel iç yolculuğunun hikayesini sunan, adeta seyr-i sulukunu resmettiği şiiri çileye geliyor sıra...Bir kaç mısra tattırıyor Hoca...devamını siz okuyun diyerek son veriyor bir şiir şöleni edasında geçen derse.
Sonra bahçeye çıkıyoruz, hocayla halleşmek, feyzinden istifade etmek arınmak arzusundayım. Pek bir şey söylememe gerek kalmadan anlıyor gözlerimden... ömür geçiyor bak aklı başında okumalar yapmaya başlayalı nice sene geçmiş... Çok da başka başka şeyler okumamalı...İç yolculunu tamamlamalı insan... Bu yolda üç şey var sabredeceğin: Açlık, yalnızlık, ve O'nu anmak... Ve bu üçüne aynı anda sabretmek... Bu sabırlara günaha karşı sabrı da ekleyip içinin çıkmazlarından ışığı görmek... Hayatta başkaca bir hakikat yok, ben, sen yok, sedece O var...
Minnet dolu gözlerle teşekkür edip ayrılıyorum huzurundan. İki yanımdan akan sarının, kırmızının, yeşilin tonlarını sunan ağaçlar hafif rüzgarın da etkisiyle el sallıyorlar sanki dışarıdan içeriye dönmesi gereken kalbime. Baştan ayağa aşk kesilmiş bir hal insanının güzelliğinden bulaşmışken üzerime huzur dolu bir hüzünle eve geliyorum.
Hemen kitaplığıma uzanıp Çile kitabını alıp elime, okumaya başlıyorum:
Öyle çok, öyle derin ki, "Hangi cebini karıştırsan yalnızlık." (Turgut Uyar) dedi.
Hangimizin öyle değil ki, dedim, bir yerden başla anlatmaya iyi gelir belki.
"Senin de kıyılarını/ elinden aldılar mı" (İbrahim Tenekeci) dedi, uzaklara dikti gözlerini.
Almazlar mı? Bazen kıyılarıma ulaşamadan çaldılar hayallerimi kelimeleri dökülünce dilimden, desene "Biz her çağda kızılderili/ Biz her yerde hep yerdeyiz."( Hüseyin Atlansoy) değil mi?, dedi.
"Nerelisin yeğenim? / Hüzünlüyüm dayı." derdim bir zaman memleketimi sorana, sonra hüzün gelip otağını kurdu kalbimin tam ortasına. "Hüzünceketimin iç cebinde bir tütün yaprağı gibi" (Cafer Turaç)
Benimse "Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile/ Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün."(E. Cansever) dedim.
"Yaşamak deriz -Oh, dear- ne kadar tekdüze." (İ. Özel) dediği gibi şairin, aynı düzlemde gidiyoruz işte, bir hayalin peşinde koca bir aldanmışlık sarmış evrenimizi, sarmalamış bizi gölgeler misali dedi.
“Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana” diyorsun yani diye ilave etti…
Elbette, öyleyse ne gerek var, her şeyi dert etmeye, dedim…
"Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar." Diyebiliriz değil mi dedim acı bir tebessümü iliştirip dudağımın kenarına…
Aynen öyle, her şey sahte…“Korkuların karanlıktan doğmadığını anladım – korkular da yıldızlar gibi – hep oradadırlar ama gün ışığı onları gizler...” dese de Nietzche, korku da bir ezberlenmiş bir replik sadece. Bir dekorda yaşıyoruz, rolümüzü oynuyoruz vakti gelince. Figüranlar gibi girip çıkıyoruz birbirimizin sahnelerine diyerek sığındı sessizliğe.
"Biraz aklınız karışacak galiba efendimiz. Bilmem ki. Karışsın Olric. Bugüne kadar boş bir kağıt gibi temiz kaldı. İyi koruduk uzun süre. Biraz da zorlansın. Saflığını kaybetsin biraz. Aklımız, maceralardan korkmasın biraz. Ne demek biraz? Hiç korkmasın. Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun? Sonra Oblomov gibi erken ölürüz. İyiyi kötüden ayırmasını öğrenmek istiyorum. Uğraştı da beceremedi desinler. Biraz heyecanlanıyorum; bilmediğim, görmediğim hayallerin baskısını hissediyorum, efendimiz. Sizin için korkuyorum. Belki, çok önceden hazırlığa girişmeliydiniz efendimiz. Gülünç olurum diye mi korkuyorsun Olric? Zarar yok, gülünç olalım. Bir yere varalım da ne olursak olalım. İyi aklıma getirdin Olric: Don Kişot'u da almalıyız. Çok iyi niyetli bir ihtiyardır. Aklın macerası önemli Olric. Ben de okumadığım kitaplardan en iyi anlayan insanım bu dünyada."diyor ya TUTUNAMAYANLAR’da Oğuz Atay, gülünç olmak da dahil korkulardan kurtulup yürüyelim hayatın içinde, aşkın izinde dedim bir doz heyecan katıp orta şeker keyfime.
Bak dedi; "Bizim gibiler... Kadın ve erkek fark etmiyor: yapayalnızlar: sizi aşka götüren yolda, kim ve ne olursanız olun, sonsuza dek yapayalnız. Kadınlığınız, erkekliğiniz işe yaramaz. Aşk ya yıkıp geçer ya da sizi yapayalnız bırakır." demiyor mu Selim İleri,Yarın Yapayalnız’da. Haklı değil mi söyle bana diye ısrarla sorunca şiirden bir dal uzattım ona:
Lale Müldür ne diyor biliyorsun: “Ormanda bir kuş hızla dönüyordu. Aşık olduğumuz zaman yürek denen ormanda bir kuş anormal bir hızla döner ve kaçmamız gerektiğini söyler bize çünkü her şey çok fazladır kendi etrafında nefes kesici bir biçimde dönen bir kuş kendini ve etrafındakileri yaralar tehlikedir onun adı… “
Tehlikeden sıyrılmak mı zordur, kendini aşkın sularına bırakmak mı bilinmez ama aşka kapısını aralamalı insan. “Aşkta ölüm gibi habersiz gelir” dese de şair açmayınca gönlünü aşkın frekansına geleni de duymuyor insan, kendini de tanımıyor bir başkasını kendine ayna kılmayınca dedim ümitvar bir tavırla.
“ Her seven Sevilenin boy aynasıdır. Sevmek Sevilenin o aynaya bakmasıdır.” der ya,Özdemir ASAF diye ekleyince, evet tam da bunu demek istemiştim: Bırakmalı insan kendini mutluluğa götürecek sevgiye. Emek vermeli, sevdiklerine, diyorum işte.
“Yorgunum. Açılan her kapının ardında gülümseyen bir yüz arıyorum." (Melek Paşalı) Anlıyor musun beni, yorgunum deyiverince atıldım hemen:
Yorulmak yok…Yürü ve vardığın duraklarda dinlen, konuk ol gönlünü açan talibe ve gülümse, bunca söz bunca kelime işte bu hakikati anlatmak için değil de nedir söyle?, hadi neşelen biraz, gül, gülümse…
"Harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm!" (H. Ergülen) deyince, ne güzel bir mısra bak isteyince oluyormuş geçmek, hüzünden neşeye diyerek gülümsedim yüzüne.
O da gülümsemişken gözlerime, birden bire yüzü bulutlandı, “Korkuyorum yaklaşmaktan, yakınlaşmaktan” diye mırıldandı. “Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür; bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar. Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam: “Bu köprüyü geçip bana gelir misin?” işte o anda artık bunu istemeyiverirsin; sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer; bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. Ama o küçücük köprüyü düşündüğünde, sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşar kalırsın.”( Irvın yalom-köprü) diye ekledi, korkusuna gerekçe gösterircesine.
"Benim harcım değil bir yâr sevmek gizliden." (İsmet Özel) diye de ekledi, şairden ödünç aldığı kelimelerle.
Aşk gizlenemez ki, dedim. Senden başka herkes görür bazen ışığı, insanın kendini görmesini engeller gözünün menziline giremeyen kör noktaları. Bu nedenle bir ayna önünde durmalı insan, yüreğine eş yüreğin sularına kendini bırakmalı…
“Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur." dedi, yüzünde muzip bir gülümsemeyle.
Aşka düşünce baktığın, gördüğün zaten hep o olur. Ve ondan sonra, aşığın kalbi ancak kavuşunca sükun bulur, deyince ben, orada dur bakalım dedi. Aşka geldiyse konu, evvel yükseklerden uçup şimdilerde düze inen gönlümün diyecek sözü çok:
“Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden. İnanırdım saadetli yolculuklara. Adalar var zannederdim güneşli, mavi, dertsiz. Bütün hızımla koşardım dalgalara. O zaman beni görseydiniz.
Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden. Beni o zaman görseydiniz Siz de gelirdiniz peşimden.
Ama simdi şu akşam saatinde Son liman kendim, bu döndüğüm, Bilmiş, bulmuş, anlamış. Hatırımda, bir vakitler güldüğüm. Yoluna can serdiğim o kaçış.
“O günden sonra kuracak güzel bir cümlem olmadı hiç dünya için. Rüyalarım tüller ve silahlardan bu yana sisli. Kıvrılıp giden dargın bir yol, yolda eski bir taş, Limanda bağlı bir tekne, yosunlu bir halat gibi durdum.
Uzağımda açık denizdi o yürüdü gitti. Ben kıyıda ıssız bir ev, ince boğazda gıcırdayan tahta iskele, iskelede bir lastik, az ilerde turuncu bir şamandıra, İçimde kuzeyden bir hatıra aksiyle durgun suya vurdum.”
“Okyanusta ölmez de insan, gider bir kaşık ''sevda'' da boğulur” dedikleri doğru demek ki.
Yine de emek vermeli insan, aşka uğramış gönlü, onu bilmezlere tercih etmeli. Ne diyor Halil Cibran:
“Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız, Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız, Tanrı'nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız, Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun, Ve Tanrısal alemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda, Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın, Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun Sevgi Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin, Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın, Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın, Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır, Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın, Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan, Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez “.... Bireyliğini kaybetmeden bir olmayı becerebilmeli, başarırsan bunu, dünyada yaşarsın cennet gibi dedim ısrarla.
Hayat bir muamma, bunu unutma dedi, en ciddi, en mütevekkil ifadelerinden birini takıp yüzüne, artık geldiği gibi yaşıyorum, ne sağımdan solumdan esen rüzgara aldırıyorum, ne de neden ben diye soruyorum, sadece seyrediyorum, vardır bunda da bir hayır diyor, gözümü bir sonraki sahneye dikiyorum:
''Şiirler söylenir, şiirler biter Biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da Kahverengi avuçlarına mı gözlerinin Tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa.''
Kısa bir öyküdür hayat Uğruna upuzun acılar çektiğimiz Kısa bir türküdür Bir kez daha söylemek için delirdiğimiz(Yılmaz Odabaşı)” diye söylemiş ya şair, bak ne diyor bir başkası:
“Yüzgörümlüğü selamı gözlerin alır ancak müntehir bir şairin dudaklarından. Düşleri erken çalınan çocukların masalında bir varsın bir yoksun evvel zaman içinde, sol memenin altındaki cevahir, dövüldükçe uslanmayan bir çocuk gözlerin için. Kalbim kendi masalında kendi kahraman bir gladyatördür.
Anla sevgili! Kahraman bir aşkı olmalı insanın, kahraman bir hüznü ve ağlayan bir gözü olmalı. En çok ağlamayı becerebilen bir göz gözdür ve taşan bir pınardan içilen su ab-ı hayat suyudur. Kaldır gözlerindeki demir perdeyi ve gözlerinde demir taraklarla taranmış gövdeleri, aşk ehli raks etsin, cezbeye dursun kalpleri.
Kör olsun ışığa meydan okuyan dağlar, aşka geçit vermeyen demir kör olsun. (Nevzat ONMUŞ)”
İyi diyorsun hatta, Cezmi Ersöz’ün
“Artık şimdi o karanlık denizde
'binlerce hiç kimseyim'
İki karanlık orman birbirini sevse ne olur, sevmese..." dediği noktadasın.
Ve ekliyorsun, "Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan"
Dahası var: Söz Atilla İlhan’ın:
“Hayır sanmayın ki beni unuttular
Hala ara sıra mektupları gelir
Gerçek değildiler birer umuttular
Eski bir şarkı belki bir şiir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir”
Başta söylemiştim sana, dünya sadece bir hayal… Bizi saran, sarmalayan, yıkan, her türlü duygu sanal…
“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar."
21 Ağustos 2010 Cumartesi gecesi, Saat 23.00’te, Bilgeler Bilgesi Ebu’l-Hasan Harakani konu ediliyor. Kars Evliya Camii İmam-Hatibi ve Harakan dergahının kılavuzu Yavuz Uzgur konuk oluyor. Mevlana’nın Mesnevi-i Şerif’inde menkıbeleri yer alan, Yolların Şeyhi olarak bilinen, yüzlerce öğrenci yetiştirmiş olan, Yesi bilgeliğini, Anadolu irfanını besleyen, Yesevi’nin de izinden gittiği Harakani’nin hayatı, eserleri ve irfanı konuşuluyor. Kars’ta etkinlik gösteren Harakani Vakfı’nın başkanlığını da yürüten Yavuz Uzgur, Kars’taki Külliye yapımını, etkinlikleri ve Harakani’nin irfan ve aşk dünyasını anlatıyor. Programda yine birbirinden güzel nefes ve nutuklara da yer verilecek…
Herkese merhaba KALEM ŞAH için ilk söyleşimi yaptım buradan soruları paylaşıyorum:))
cevapları merak edenleri de KALEMŞAH'a bekliyorum:))
KALEMŞAH’TAN MUHABBETLE…
Kalemşah, yayın hayatına yeni merhaba diyen bir oluşum. Yapıyı meydana getiren arkadaşlar isminiz etrafındaki haleye tutulmuş bir avuç sevdalı. Bu nedenle bu köşemizin ilk konuğu siz olun istedik. Genç bir site olarak öncelikle bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyor, geleceği inşa sürecinde hepsi birer altın değerindeki eserlerinizin ve sözlerinizin şimdiden gönüllerde hak ettiği yere ulaşmasını diliyoruz.
1-Eser sayınızla yaşınızı oranladığımızda günleri 48 saate çıkarmış olduğunuz kanaati hasıl oluyor. 60’ı aşkın eser vermek herkesin harcı değil. Bir çok söyleşi serileri yapıyor, üniversitede derslere giriyorsunuz. Yeni bir sanat merkezinde kurmaca metin yazarlığı derslerine de başladığınızı biliyoruz. Neden bunca koşuşturma?
2- Genel olarak sizin eserlerinize baktığımızda asıl okur kitlesini gelecek zamanlarda bulacağını düşünüyoruz. Hep son kitap üzerinden konuşulur ama biz ilk kitabınıza gitmek istiyoruz. Bu günlerde yeniden yayınlanan ŞEHİRLERİ SÜSLEYEN YOLCU VE GERÇEĞİ İNCİTEN PAPAĞAN adlı ilk öykü kitaplarınızın gönlünüzdeki izdüşümü nedir? Bu soyut öykülerin çıkışı nasıl bir örüntü sonucudur? Ve o yıllarda okuyucusunu bulmuş mudur? Yeni okuyuculardan geri dönüşler alıyor musunuz?
3-Kemikleşmiş okur kitlenizin oluşmasında en etkin eserlerden olan YAKAZA’ dan bahsetmeden geçmek olmaz. İlk romanınız olan YAKAZA da okuyucuyu böylesine büyüleyen şey neydi? Bu gün sayısız kitaba imza atmış, bir çok ayrı alanda eser vermiş birisi olarak geriye dönüp bakınca ne görüyorsunuz YAKAZA’ da, sırrınızı bizimle paylaşır mısınız?
4-Bize biraz da yazma sürecinizden bahsedebilir misiniz? Yeni bir eserin geldiğini nasıl anlıyorsunuz? Fizyolojik ve psikolojik açıdan ne tür değişimler yaşıyorsunuz? Eser bittikten sonra neler oluyor, yeni bir yazım sürecine nasıl geçiyorsunuz?
5-Yazmak ve okumak dışında kendinizi sağaltmak için ne tür çalışmalar yapıyorsunuz? Her sanatçıda olduğu gibi estetik yönünüzün çok kuvvetli olduğu eserlerinizdeki sinematografik anlatımlardan da belli oluyor.Fotograf çekmek, resim yapmak gibi girişimleriniz var mı yoksa sadece iyi bir takipçi misiniz?
6-Sinema kuramı ile ilgili çalışmalarınız ve TRT’de yaptığınız belgeseller gösteriyor ki, Türk sinemasının sizin gibi gözünü hakikate dikmiş kişilerin yepyeni soluklarına ihtiyacı var. Bu yönde çalışmalarınız var mı? Hatta bir okurunuz Cinema Paradiso filmini çağrıştıran kendi çocukluğu ile ilgili bir senaryo çalışması yapmayı düşündü mü diye sormamı da istemişti. Sahi nasıl sinemayla aranız?
7-Yazdıklarınızı kronolojik bir sıraya koyup incelersek dilinizde bariz bir sadeleşme olduğunu söyleyebiliriz. Ama kelimeler renk değiştirse de kalbe dokunan hallerinden bir şey kaybetmiyorlar. Sizce bunun sebebi nedir?
8-Sizi çağdaşlarınızdan farklı kılan özelliklerden birisi de hem doğu hem batı kaynaklarına hakimiyetiniz. Tabi ki binlerce sayfa eser okuyarak geldiğiniz bu noktadan yazıya sevdalı genç okurlara ne tür tavsiyeleriniz olur? Mesela batı, doğu ve öz kaynaklarımıza dair mutlaka okumamız gereken üçer eser ismini istirham etsek bize neler söylersiniz?
9- Sizi heyecanlandırdığını belirttiğiniz bir çalışmanız da yeni çıkan kitaplarınız arasında yer alan ANADOLU MAYASI. Uzun bir süre emek verilmiş olan bu çalışma, 13 bölümlük bir belgesel ile bir yıldır sürdürdüğünüz söyleşi dizisinin kıymetli bir armağanı gibi. Anadolu Mayası sözcük öbeğinin çekimi etrafında oluşturulan düşünce çemberinden beklenen nihai amaç nedir, bu mayanın tekrar tutması gelecek günler için neyi ifade etmektedir?
10-Gerçeği öznel deneyimler sonucu sahiplenebildiğimiz yargısını çok doğru buluyor ve metinlerinizin ne kadar metaforik olsa da tecrübelerinizden doğduğunu ifade ediyorsunuz. Bu noktada şu soru aklıma geliyor, yazar yaşamadığı bir şeyi anlatamaz mı? Yani bir cinayeti anlatmak için katil, bir tecavüzün acıtıcılığını aktarabilmek için mağdur olmak mı gerekir?
11-Bir yazınızda, “Yakınlaştıkça birbirine karşı körleşiyor insanlar” diyorsunuz. Kendimiz dışındaki herkes öteki iken nasıl bir yakınlık kurmalıyız ki ötekiyle körleşme yaşamayalım?
12-Aşk ve sevgi günümüzde içi boşaltılmış kavramlar haline geldi. Oysa siz “İnsanın kendi doğasının kuytularını görmesine neden olan, ona ruhunun farklı fotograflarını gösteren gerçek aşktır.” diyorsunuz. Acaba ölüm gibi habersiz çıkagelen aşkı nasıl tanıyacağız? Takılıp kaldığımız mecazlardan hakiki aşka nasıl kanatlanacağız?
13-“Sanat yapmaya başlayınca kaybolur, kedi için mırıltı neyse insan için şiir odur” manasında bir aktarımda bulunuyorsunuz. Öyleyse hakiki şiir okuruna ne söyler?
14-İlk kez sizin eserlerinizde karşılaştığım ve çok etkilendiğim bir anekdotta şöyle diyor Ebu zer, “Yalnızlık zor değil mi?” diye soranlara. “İnsanlarla daha zor!” Ne olacak yalnızlığımıza sığışamadıkça sahte beraberliklerde tükettiğimiz yaşamlarımız? İnsan nasıl kurtulur yalnızlıktan, modernite ile kirletilmiş mutsuz bir dünya fotografından, köleleştikçe özgür olduğu sanrısını yaşamaktan?
15-Şöhret zehirli bir baldır der büyükler. AÇIK DENİZ isimli bir programa başladınız .Televizyonun yadsınamaz gerçeği olarak programla birlikte mutlaka okur-hayran kitlenizde bir değişim ve artış olmuştur. Egoların şişirildiği günümüzde herkes şöhretin yani zehrin peşinde. Bu konuda siz nasıl bir reçete uyguluyor, egonuzu nasıl kontrol altında tutuyorsunuz?
16-Son olarak okumayı ve yazmayı hayatlarının merkezine oturtmuş genç arkadaşlarımıza neler söylersiniz? Gündemi takip etmek, gazete okumak, sosyal paylaşım alanlarında yapılan sanal gezintiler birer vakit kaybı mıdır? Goethe’nin, “Allah’ım! Hayat ne kadar kısa, sanat ne kadar uzun” diye yakındığı söylenir. Milyonlarca kitabın yayınlandığı bir dünyada gönül ülkesinin sahilline ulaşmak isteyenler nasıl bir okuma süreci takip etmelidir?
Vakit ayırdığınız için teşekkür eder, daha nice güzel eserler sunacağınız hayırlı, sağlıklı bir ömür dileriz…