UMUT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
UMUT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Eylül 2010 Perşembe

GURBETTE…BAYRAMDA…


Zaman, içinde bir daha yıkanılamayan bir nehir gibi hızla akıp gidiyor hayatlarımızdan. Sürekli değişiyor takvim yaprakları, eksiliyor ömrümüz biz farkına varmadan.
Gün geceye bırakıyor yerini, çocuk gence, genç yetişkine…
Yetişkin…Gelişimin herhangi bir yönünde veya tümünde duraklama düzeyine erişmiş olan diye tanımlıyor sözlükler bu kavramı. Artık yetişkiniz, duraklama döneminin yükü üzerimizde ilerliyoruz gelmesi mukadder çöküş dönemine.
Bugün bayram… Bayram neşe demektir, kalabalıkta koşuşturmak, el öpmek, harçlık dağıtmak-toplamak, hasretle kucaklaşmak demektir sevdiklerimizle.
Bayramın yetişkinlere hatırlattığı ise zamanın akış hızı oluyor şimdilerde. Daha dün annemizin kollarında yaşarken, çiçekli bahçemizin yollarında koşarken şimdi bir garip halde gurbette olduğumuzu anımsıyoruz hüzünle.   
Gurbet; gariplik, yabancılık, vatandan ayrı düşme mânâlarına geliyor. Herkes bir şekilde gurbet yaşıyor bu dünyada. “Garip” oluyor bazen, kocaman sevgi dolu kucaklar açılsa da. Çünkü gurbet; sofiye ıstılahında, Maksud'a ulaşabilmek için, o güne kadar alışılagelen dünya ve onun câzibedar atmosferinden uzaklaşma veya o atmosferde uhrevî buudlu yaşama şeklinde yorumlanmıştır ki, buna dünyanın mânevî mimarlarının hâlleri de diyebiliriz. Bu mana derinliğinde dahi, çeşit çeşittir gurbet; hâlden hâle intikal gurbeti, halktan Hakk'a yönelme gurbeti, Hakk'tan halka nüzûl gurbeti bu sözcükle zihinlerimizde canlanan ahvâlden sadece bazılarıdır.
Ama bir de ıstılahı manadan uzakta, yaşamın ortasında yapayalnız bir yetişkin olduğumuzda, maruz kaldığımız gurbet vardır ki, acısı yürek dağlar.
Hele de vakit bayrama uğramışsa gurbetteki yüreğin acısı kat kat artar. Zaman ırmağında yitirdiklerimiz arttıkça özlemlerimiz büyür, bayramın diğer adı olan neşe hüzün-sabır ortak yapımı bir tebessüme evrilir. Gurbet kalmadı yalanı gereği telefonlar açılır, görüntüler, sesler, kelimeler değiş tokuş edilir, bir nebze su serpilir yüreğe.
Böyle bir bayramdayım yine, bir sürü kelimeler hediye ettim sevdiklerime. Güzel dilekler, dualar aldım özlem dolu seslerden. Vazifemizi yapmanın rahatlığı ile açmış kitabımı okurken bilmem kaçıncı gurbet yılımda, garip bir bayramdayken Barış Manço’nun “Bu gün bayram” şarkısı değiverince yüreğime, gözyaşlarım boşandı bendinden hüzünle. Birbirimize baktık ve sarılıp ağladık eşimle, annelerimizin özlem kokulu sesleri içimizde. En azından hala aynı zaman ırmağındayız diyerek teselli bulduk. Mezarlarının başında anne-babalarını ziyaret edenler, hatta onu bile yapamayacak kadar uzağa düşenler gelince hatırımıza, her şeye şükür dedik, kalbi bir duayla.
Sen gittin gideli içimde öyle bir sızı var ki 
Yalnız sen anlarsın 
Sen şimdi uzakta cennette meleklerle bizi düşler ağlarsın 

Bugün bayram erken kalkın çocuklar 
Giyelim en güzel giysileri 
Elimizde taze kır çiçekleri üzmeyelim bugün annemizi 

Sen yaz geceleri yıldızlar içinde 
Ara sıra bize göz kırparsın 
Sen soğuk günlerde kalbimi ısıtan en sıcak anısın 

Bu gün bayram çabuk olun çocuklar 
Annemiz bugün bizi bekler 
Bayramda hüzünlenir melekler 
Gönül alır bu güzel çiçekler” diye söylerken Barış Manço, onu da rahmetli diye anmak derinleştirdi gurbetimi.
Erken kalmadım bu sabah, hatta hiç uyumadım. Ne kahvaltıya yetişeceğim bir yer vardı ne de el öpmek için çalacağım bir kapı. Uykudan talep ettim koynuna sığınmayı. Biraz izin verdi gözlerime, sonra bir sürü rüya arasından sıyrılıp çıktım güne,  sessiz, sakin, kıpırtısız bir evin soğuk duvarlarına baktım öylece. Defalarca dinlediğim bugün bayram erken kalkın çocuklar şarkısı eşliğinde dolaştım hafızamın derinlerinde, en güzel giyisileri giydiğim zamanları, gözyaşları eşliğinde.    
Bayram çocuklar içindir gerçeğine binaen bari yavrumuzun zihninde güzel bayram resimleri dizilsin diye yollamıştık onu büyüklerine. Bu teselliyi alıp sarıldım “oğlummm” deyip özlemle. Yetişkin olmak buydu işte, gereklilikler üzerinden verilen kararları yerine getirip sağduyulu bir şekilde hayatı kabullenme.
Oysa çocukken öyle miydi? Nasıl da güzel telaşlardı bahtımıza düşen. Mesela bayramdan bir hafta önce Kemeraltı’na gider, bayramlık arardık, anne ve babamla, kardeşlerim yanımda. Hacıbabamın Araphan’ındaki dükkanına da uğrardık mutlaka, cam şişelerden soğuk su içerdik. Hacıbabam hemen yemek söylerdi bize, bir daha o tadı hiçbir yerde bulamadığım lezzetli dönerler yedim o birkaç metrekarelik dükkanın bereketli atmosferinde.
En güzelini alırdı babam, seçtiğim ayakkabı kırmızı olurdu çoğu zaman. Bazen birkaç bayramlığımız olurdu. Teyzem ve annem rahat durmaz, konfeksiyon ürünlerini beğenmez, “Burda” dergilerinden çıkardıkları kalıplarla kıyafetler dikerlerdi illa ki, bayramda en şık biz olalım diye.
Evleri temizlerdik günler önceden, ben en çok cam silmeyi severdim, varendaları yıkamayı, toz almayı. Şimdilerde yetişmekte zorlandığımız bu işler o zaman ne kolay gelirdi, boyum kadar koltukları devirir, altlarını silerdim, perdeleri yıkar, ütüler ve asardı annem.
 Teyzemlerle birkaç gün önceden bir araya gelip mutlaka cevizli ev baklavası yaparlardı. Hacıannem başlarında, olmadı öyle, becermezsiniz durun ben yapayım diye tez canlılığıyla atardı kendini hamurun başına, her biri ayrı usta olan kızlarına emirler yağdırırdı usulca. Yetişmeyecek, hadi sarmanın başına der bizi de harekete geçirirdi, dizildik mi bahçeden yeni toplanıp haşlanmış asma yapraklarının başına, tencerelerce sarmalar sarardık coşkuyla.
Muhabbetin ilişkilerin temelinde olduğu ve değdiği her yeri güzelleştirdiği, yorgunlukları neşeye çevirdiği zamanlardı çocukluğumuzun bayramları.
Tepsi tepsi su böreklerinin karnıyarıkların yapıldığı, tavukların, pilavların piştiği anneannemin iki metrekarelik mutfağını hatırlayınca daha da şaşırıyorum şimdilerde. Kocaman evlere sığamadığımız şu zamanlarda iki oda bir sofa, bir terasta nasıl onca kişi sığışır, mutlulukla kaynaşırdık anlamak zor. Demek ki büyüklerin sevgi dolu gönülleriymiş bizi ağırlayan. Dört oda bir salon değilmiş aslolan.
Lise ikinin başında ani bir trafik kazasında yitince Hacıbabam, bir daha bayram yaşamadım diyordum bunca zaman. Oysa dedemin ardından anneannem onbeş yıl yaşamış ve bize nice bayramlarda açmıştı kapısını. Son gününe kadar eksik etmemişti harçlıklarımızı, dualarını.
Anneannemin mis kokan ellerinden öpmekmiş meğer bayram, hacıbabamdan sonra da bayramlar görmüşüz aslında. Ama hacıannem de gidince ötelere, bayram sadece tatlı anıların eski adı olarak kazındı zihnime. Arada adını taşıdığım babaannem ve yirmi sekiz gün ardından dedem de gidince bayram çadırının tek direği anneannem kalmış meğer, o da bırakınca bizi gurbette, yürüyüp gidince sevinçle Sevgili’ye, yıkılmış neşe çadırı üzerimize. Çocukluktan yetişkinliğe çabuk geçiş yapıyor insan kayıplar üst üste gelince.
Bu sene de ayrılanlar oldu aramızdan, Hacı Enişte, Nuriye Teyze ramazanda yürüdü Cemal’e, büyük dayı daha önce. Artık memleketten sürekli kayıp haberleri geliyor, eksiliyoruz günden güne. Tabi yeni doğanlar, emekleyenler, yürüyenler, konuşanların haberleri de geliyor arada, yaşamın hızını anlatırcasına.
Daha dün anneannemin çatısında oyun oynadığımız, harçlıklarımızla çat-pat, çikolata  alıp kavgalar ettiğimiz, sonra sarılıp barıştığımız, topladıklarımızı yarıştırdığımız kuzenlerim birer yetişkin olmuş, yüzlerinde kederli ifade, çocukları kucaklarında, her biri ayrı şehirde devam ediyorlar yaşamaya. Arada tatillerde kesişince yollarımız kısacık da olsa halleşiyoruz, eski bayramları yitirdiğimize değil, eskiyen yanlarımıza bakıp üzülüyoruz, ama yine de güler gibi yapıyoruz. Aslında biz yetişkinler ne de çok maske takıyoruz. Şöyle sarılıp birbirimize doya doya ağlayacakken, cebimizden başka bir maske çıkarıyor, ne olacak memleketin hali diyerek kaçıyoruz söze.   
Çocuklar da çağın hız aldatmacasından nasiplerini aldığından olsa gerek, bizim gibi heyecanlanmıyorlar bayram deyince. Sürekli alışveriş yaparak, kıyafete, pastaya, böreğe doyurduğumuz ve farkında olmadan kapitalizm çarkına kurban ettiğimiz çocuklarımız sevinmiyor şimdilerde bayramlıklara, ayakkabısını alıp koymuyor baş ucuna. Bir sürü ayakkabı kutusundan seçerken birini, dudaklarını devirip, öf ya hangisini giysem diye kederleniyorlar hatta.
Her bayram bir şeyler daha yitiyor gönüllerimizden, doldurmaya çalışıyoruz yerini yitiklerin, anlamıyoruz çoğu zaman, sonsuz ihtiyaçlar yalanına kanıp esiri oluyoruz maddenin. Artıkça bağlarımız, azalıyor iç yolculuklarımız.
Eksiliyoruz sürekli, heyecanlarımız bizi terk edeli nice zaman olmuşken koca koca evlere, geniş gardroplara sığamazken neden daralıyor dersiniz içimiz? Nedir kaybettiğimiz? Dar zamanlarda geniş gönüller sürememek mi derdimiz?
Oysa gurbetteyiz işte. Gidenler ve gelenler, hızla akan zaman bunu haykırıyor durmadan. Gideceksin diyor. Şimdi gurbette olduğun gibi dünya da bir gurbet yeri. Asıl yurduna dönünce bitecek özlem dedikleri. Yoksa burada kalabalık zaman ve mekanlarda olsak da içimizdeki gariplik duygusunu silemeyiz ki!
Tabi gurbette olduğumuz bu dünyada bir de fiziki gurbet evreni sarınca atmosferimizi daha da yaralayıcı oluyor sevdiklerimizin sesleri. Yalnızlığı daha derinden hissedince insan, bayram gelmiş neyime duygusuna giriyor, bıçak olup saplanıyor sessiz sedasız geçen nam-ı diğer neşe günleri.
Bir çok ses, görüntü, ve kelimenin üzerimize akmasına rağmen hala garipse yüreğimiz bu bayram, uzaksak sevdiklerimizin şefkatli kollarından, hayatta bir türlü kimse çalmamışsa gönül kapımızdan garipliği basamak yapıp doğrulmak gerekiyor dualarla.
İnsan düştüğü yerden kalkar derler ya, belki yaşadığımız fiziki gurbetler aczimizi hatırlatan bir şans, asli yurdumuza götürecek bir Burak gurbette olana.
“Mevla bizi affede, bayram o bayram ola” dediği gibi bilgenin, hüzünle bizi terk eden Ramazan’ın yüzü suyu hürmetine Rabb’im,  gönüllerimize genişlik, evlerimize huzur, ülkemize aydınlık günler sunsun dilerim.
Dar zamanlarda, geniş gönüller sürebilmek duasıyla, nice bayramlara.
HANDAN GÜLER

BARIŞ MANÇO'dan BUGÜN BAYRAM

1 Temmuz 2010 Perşembe

SÜRGÜNDE YÜREĞİM…AHMET KAYA'dan sürgün acısı eşliğinde...


Bu yazı bugün EDEBİSTAN.COM'da yayınlanmıştır.


SÜRGÜNDE YÜREĞİM…
                                      “Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
                                       Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği”  
                                                                                               SEZAİ KARAKOÇ
Bir sürgündü yaşadığım, ana kucağından kopuşla başlayan, ucu bucağı, sonu olmayan…
O zamanlar, gerek fizik gerek zihnen varoluş sebebim babamın hasretiyle böylesine kavrulacağımı, gurbet duygusunun giderek derinleşeceğini bilmiyordum daha. Şairin
“Daha şıvan düşmemişti böğrüme, daha deli deli esmemişti rüzgar
Sanırdım bütün ırmaklardan aşacaktım, halayda delikanlı başı olacaktım” dediği gibi iki kere ikinin dört ettiğini sandığım zamanlardı…
Yıllar içinde, uzağından kucağına döndüğüm vakitlerde bile onunla aramıza giren, kalbime dokunmasını engelleyen bu sürgün hali oldu hep. Aslında, beni bu sürgüne ilikleyen kodları da o girmişti belleğime. Zamanla beni benden alan, beni benden çalan, sadece silüetten ibaret kılan bir sürgüne dönüştüğünde kodları okuyuş farkımız, derin bir uçurumdan düşmüştük birlikte. Birbirimizi az çok görebilecek bir mesafede, karşılıklı adım atamayacak kadar yaralı ve beni kahreden, yakan, yıkan bir dokunamama haliyle karşı karşıyaydık.  Zamanın karakediliğine yenik düşen duygularımız bizi kelimelerden de mahrum edince içine düştüğüm kimsesizlik kuyusunda epeyce kaldım. Sanki sürgün içinde sürgün, acı içinde acı yazılmıştı kader çizgime, sürekli tekrarlayan bir döngüsellik içinde…
Bir vakit sonra kendimi öyle bir sarmalın içinde buldum ki bu sürgünde, kimsenin göremediği çelikten bir örüntü çevrelemişti yüreğimi, esir almıştı zihnimi. Hayat hızına yetişemediğimiz yanılsamasıyla akıtılırken ben olduğum yerde kıpırdamadan duruyor, sanki demir parmaklıkların ardından izliyordum olup bitenleri. Kendimi dinliyordum bazen, sürgünün ruhumun çehresinde bıraktığı kalıcı izlerden mütevellit ağrılarımın rutinleşmesini .
Hiçbir zaman kurtulamayacağım o yalnızlık duygusu ile bitişen yüreğim sılaya dönme arzusunu da yitirdi bu çıkmazda.
Sonra bir gün bir başka günü kovalayıp erişmişken şimdiki zamana farkettim ki, dönebileceğim bir yerim yok artık benim. Nereye sürülse bedenim kalabalıklarda, gurbet koluna girmiş yüreğimin, “garip”liğime sırıtmakta. Gördüklerim, sevdiklerim, bildiklerim, biliştiklerim hepsi kurmaca. Dokunduklarım birer gölge, dokunamadıklarımsa sadece gölgede yitmemiş hayal kırıntıları.
Bıraktıklarıma, koparıldıklarıma, ayrıldıklarıma şimdilerden bakınca, oraya buraya savrulmuş, ruhumdan çalınmış parçaları görüyorum aslında. Ne yapsam bir daha geri gelmeyecek aidiyetlerim resimlerde kalmış birer hatıra. Her seçiş bir kaybedişmiş ya, tercihlerim mi, vazgeçtiklerim mi daha değerli anlayamadım hala.
Yavrum diye açılan o emniyetli kucağa başı yerde bir yaslanış bekliyor artık beni sılada,  “Olmadı işte, olmadı!!!” diye bağıran yüreğime inat sessiz kalış, içimde derinleşen boşluğu artırıyor ama olmuyor işte, olmuyor hiçbir şey istediğin(m) gibi baba!
Her gün yeni bir mucize ile uyanıyor dünya, her şey her an yeniden yaratılıp tazeleniyor ama  insan içten içe kemiren bir pişmanlıkla iki büklüm olduğu yerden etrafına bakınca, güneşin doğuşuna bile bana ne diyecek bir lakaydlığa  hapsoluyor, ülfet perdesi kalınlaşıp ışık sızdırmaz bir hal alıyor zamanla. Ve apaçık hakikat gizleniyor; yaprağı yaprak, damlayı damla, güneşi güneş sanan aklın odalarında.  
Kıs(tır)ıldığın köşeden kurtulmak için “Ben”in kalmadığı bir noktada bir başkasının benliğine yerleşmeye çalışıyorsun. Yaradılışına ters bir benlik kurmaya uğraşıyor, her seferinde çatmaya çalıştığın yapının çökmesiyle enkaz altında kalıyorsun sonra.
Bir el, bir söz, bir gülüş tutup çıkarıyor bazen seni ordan umuda, bazense organ mafyasının acımasız örgüt mensupları gibi gelip deşiyorlar parçalarını acımasızca. Kestiklerini hissediyor, seslerini duyuyorsun ama tek kelime çıkmıyor dilinden, ben ölmedim, yapmayın, yaşıyorum ben diyemiyorsun.
İçinden bir ses susturuyor seni, bırak yapsınlar kabul et artık ölüsün sen, belki bir yerlerde bir parçan işe yarar, birine göz olursun, birine huzur, kanın bulaşır belki geleceğe uzanan köprünün bir tuğlasına, sesini çıkarma gassalın elindeki meyyit gibi ol yaşatmak adına...Rabb, nimetlerle terbiye eden ya, kıymetini bilmediğin her nimet gibi yaşama hakkın da alındı unutma. Bir kalbin, tek o var hala. Belirsiz bir zaman daha seninle beraber kalacak sarayının konuklarına dikkat et ki, tek sığınağın da kayıp gitmesin elinden. Sağlam at adımını, tutun o ipe, sakın bırakma! Eline  geçecek fırsatlar, ipten elini bırakırsan yakalayacaklarına hani, dur demeyi bil, aldanma, aldatma.
Kırılacak şişeleri elde etmek için, zamanı geldiğinde elmasa dönüşecek kömür karası yüreğini inceden inceye her yeri saran rengarenk cam işçiliği örneklerine tutulup cam ocağında ateşin kollarına bırakma.
Dinle bak, ne kadar da sessiz dünya…Hiçbir gürültü yok aslında. Kuş sesindeki cıvıldamalar çocukların şen kahkahaları da olmasa yaprak kımıldamıyor huzuru kaçmasın diye insanın sanki bu gün doğada.
Bembeyaz martının kanadında süzül özgürlüğe, oradan dalga boyuna gir sukunetin yanılsamalar denizinin terkiyle.
Şiirin sıcak kollarına bırak kendini, izin ver sarmalasın seni, tıpkı eski günlerdeki gibi. Şairin gönderilen ilhamı, hatırlatsın indirilen aziz kelimeleri.
En güçlüsü bile mısraların, cılız nehirler gibi olsa da okyanusun yanında, ona kavuşmak için baş koymuşlar o yola, secdeye kapanırcasına: “O gün her kim azaptan uzak tutulursa, muhakkak ki Allah ona merhamet etmiştir. İşte en büyük mutluluk, en açık başarı budur. Eğer Allah sana bir sıkıntı verirse O’ndan başkası onu gideremez. Sana bir hayır ya da nimet verirse…Zaten O herşeye olduğu gibi buna da elbette Kadir’dir. O kulların üstünde hükmünü yürüten mutlak hükümrandır, her işi tam hikmetle yapar ve her şeyden haberdardır”(En’am, 16-17-18)
Evet baba! Ben, sendeki ben değilim artık ama O herşeyden haberdar: çabalarından, dualarından, çatmaya çalıştığın benliklerimizden, bitmek bilmeyen kışlardan, hergün başka surette hayatımıza süzülen gulyabanilerden, sahte kimliklerle gönül kapımıza dayanan şeytanlardan, bazen onlara yenilişimden, daha çok direniş çabamdan, çoğu zaman halsiz bırakan yaralardan, nefesimi kesen heyecanlardan, evin içinde deli divane dönüp durduğum gecelerden, gözyaşıma yüklediğim hasretten, sensizliğimden, kimsesizliğimden haberdar.
Ben de O’nun her işi hikmetle yaptığından, sabrından, mühlet verişinden, kimsesizlerin kimsesi oluşundan, yüreğimizi delip geçen anne şefkatinin, başımızı döndüren, benliğimizi unutturan aşk duygusunun sadece Rahmet’inin yüz damlasından bir damla bile olmadığından haberdarım.
Bana seni ve annemi verişinden, kardeşlerimle zenginleştirmesinden, hayat yolunda beraber yürüyecek yoldaşlara eriştirmesinden, aşka düşürmesinden, düştüğüm yerden yükselen yolumu, yitirilmiş cennet yönünü gösteren levhalarla kuşatmasından, sürgünümde yitirdiğim benimi bulmam için karanlık patikayı ışıklandırmasından biliyorum ki seviyor beni. Senin de sevdiğin gibi, sürse de sürgünlüklerimin süreği, olanda da, olacak da da mutlaka bir sır gizli. Onu öğrenmek için biçilen rolü oynayacağız ki sabırla, aşkı göstersin kalp ibresi. Sürgünde yüreğim…Bana dua etmeni dilesem bulunduğun uzaklardan hissedersin değil mi?
HANDAN GÜLER        
   
SÜRGÜN ACISI...Ve tabi muhteşem yorumuyla AHMET KAYA:))  

16 Nisan 2010 Cuma

2010 BLOG ÖDÜLLERİ YARIŞMASINDA KÜLTÜR SANAT BLOGLARI KATEGORİSİNDE ADAYIM...DESTEKLERİNİZİ BEKLİYORUM


SEVGİLİ BLOGCU ARKADAŞLARIM
YUKARIDA LOGOSUNU GÖRDÜĞÜNÜZ BLOG YARIŞMASINDA KÜLTÜR SANAT BLOGLARI KATEGORİSİNDE ADAYIM. 30 NİSAN 2010'A KADAR SÜRECE OYLAMALARDA DESTEKLERİNİZİ BEKLİYORUM. SAĞ EN YUKARIDAKİ AMBLEMİ TIKLAYARAK OY KULLANABİLİRSİNİZ. ŞİMDİDEN HERKESE TEŞEKKÜRLER.

UNUTMADAN:)) YİNE YANDAKİ ORMAN RESMİNDEN GİRİŞ YAPARAK ULAŞACAĞINIZ İKİNCİ BLOGUM DA KİŞİSEL BLOGLAR KATEGORİSİNDE ADAYDIR. AYNI ŞEKİLDE ORADA DA B.Ö AMBLEMİNİ TIKLADIĞINIZDA KARŞINIZA ÇIKAN SAYFADA OYUNUZU KULLANABİLİRSİNİZ.

MUTLU GÜNLER...

HANDAN GÜLER 

8 Nisan 2010 Perşembe

HERKES ATAR OLTASINI UMUDA...SEZEN AKSU'DAN BÜKLÜM BÜKLÜM çalarken fonda.

 Herkes atar oltasını umuda, uzaklaşıp bekler sonra.
     "Güleni şöyle dursun ağlayanı bahtiyar şehirde" umutla.
     Plazaların da faydası var insana, pek de mühim olmadığını hatırlatıyor ukala kafalara, boylarıyla.

    İki yanı ağaçlı bir yoldan çiçekler toplaya toplaya girmeli insan ruhunun odalarına.
  Sıcak gönüllere uçmalı belki de leylekler gibi, ısrar etmemeli kabul görmediği soğuk diyarlarda.

                                     
Üzülmemeli bir de insan, batsa da gemileri umudu aradığı sularda, bir denizaltı olarak uyanır belki acıların koynunda.  
Kargaşa, kaos sarsa da etrafını önemli olan dik durabilmektir, bildiğin doğrularla, meydan okumaktır zamana ruhunla.
Ve göğe bakmak, yani umuda, sonra denize, iki mavinin sarıldığı çizgiye...SAHİBİ'MİZ VARKEN GEREK VAR MI UMUDU GÖNÜLDEN DÜŞÜRMEYE:))  

SEZEN AKSU'DAN... BÜKLÜM BÜKLÜM

19 Mart 2010 Cuma

Fatih AKBABA ile İletişim Ailede Başlar seminerinden notlar...

Fatih AKBABA ile İletişim Ailede Başlar seminerinden notlar...

Fatih AKBABA Bu gün bir okulun seminer salonunda kıymetli bilgilerini paylaştı bizimle. Özellikle pozitif enerjisinin akışını sağladığı konuşmasında aile içi iletişim ile aile-çocuk ilişkisi üzerinde durdu. Bu verimli söyleşiden bazı noktaları başlıklar halinde burada paylaşmak istiyorum:

-İnsan bir bütündür . Mutlu ol, mutlu et= mutlu et, mutlu ol!.Sadece kendi mutluluğumuzu düşünmemeliyiz.

-Evlilikte acil ihtiyaçlar listesi: 1- Dürüstlük 2-Sadakat 3-Sabır 4-Sorumluluk (Hepsi birbirinin sebebi ve sonucudur aslında)
 ------------
Burada bir parantez açıp bugün gittiğim ikinci söyleşiden konuyla kesişen bir ifadeyi de aktarmak istiyorum: Kadında eşe sadakat önemlidir; çünkü dini nikah esnasında vardım der, erkekte eşe vefa önemlidir çünkü aldım der.Vefa; sevdiğinin hata, kusur ve noksanlarına zorluklarına rağmen onu terk etmemektir. Şöyle bir hikaye vardır tasavvuf yolunda yürürken : (Cam ve Elmas kitabında anlatılan)    


“Bu yolun yolcularının çabası kırk yıldır derler. Dilin düzelmesi için on yıl, çile çekmek gerekir. İkinci on yılda ancak el düzelir. Üçüncü on yılda göz, son on yılda kalp temizlenir. Kim kırk yıl böyle yol alır ve davasına sadık kalırsa onun dilinden, içinde benliğin olmadığı bir sesin çıkması umulabilir” öğretisiyle yola çıkan İbn-i Sina, Ebu’l Hasan’ın yaşadığı köye varıp onu sorunca “Boşuna yorulmuşsun” derler, geri dön, o sır sahibi olduğunu söyler ama işinin temeli yoktur.” diye ilave ederler. Ama bilgin vazgeçmez ve dergaha gider, kapıyı çalar, açılan kanadın gerisinden bir kadın, ne yapacaksınız o miskini, burada değil, ormana odun getirmeğe gitti der. “ Sır sahibi olduğunu iddia eden bir delidir, size bir yararı olmaz deyince, İbn-i Sina kadına kim olduğunu sorar ve eşi olduğunu öğrenince şaşırarak ormana doğru yol alır. Az ileride odun yüklenmiş üç aslanla bilgenin geldiğini gören bilgin, yaklaşınca; “ Şeyhim bu ne hal?” diye sorar. Bunun üzerine ”Biz evdeki kurdun, yükünü çekmedikçe, aslanlar da bizim yükümüzü çekmez.” der Ebu’l Hasan Harakani Hazretleri. Gördükleri karşısında çok etkilenen bilgin, yedi gün dergahta kalır ve şehrine geri döndüğünde başka bir bilgin olan arkadaşına, bizim aklımızla bildiğimiz her şeyi o kalbiyle görebiliyor, der."

İşte vefa insana manevi açıdan da önemli mesafeler katettirir, aile birliğinin devamı için de gereklidir.En çok yakışan şekli de erkeğin vefasıdır, tabi en zoru da.
--------
Fatih Akbaba'nın seminer notlarına dönersek:

-Kıskançlık gereksiz yere önce sizi sonra ilişkinizi tüketir.
-Ailenin güzelliği sırların saklanmasındadır, asla araya başkaları girmemelidir.
-Birbirinin ilacı eşlerdir. Önemli olan dinlemektir, karşımızdaki ile iletişim kurmanın en önemli aşaması dinleyebilmektir.
-Riyakar olunmamalıdır. Eşler birbirini onore etmelidir.
-Kelimeler elbisemizdir, nasıl görünmek istiyorsak öyle konuşmalıyız. (Fatih Hoca bir edebiyatçı aynı zamanda, bu veciz ifadeler de ancak bir edebiyatçının dilinden düşer önce kulağa sonra gönle)
-İşi eve getirmemeli, sorunlar paspasta bırakılmalı :)) ne zor bir tavsiye günümüzde, cep telefonları, iletiler, heran ulaşılabilir kıldı bizi. Fatih Hoca'nın buna da bir önerisi var: Belli saatten sonra telefonları kapatın, bedavanız var diye onla bunla konuşacağınıza oğlunuzla, kızınızla konuşun bedavaya:))
-Eşinizi kimseyle kıyaslamayın.Onu özel kılan sizin eşiniz olması bunu unutmayın.Sadakat konusunda zihni zorlayan bir hastalıktır kıyaslama.
-Evlilik bağlılıktır, bağımlılık değil.
-Birlikte geçirilen zamanın nitelikli hale getirilmesi ve bu konuda istikrar sağlama da çok önemlidir.Akşam yemeklerini iki saate çıkarabilirsiniz diyor Fatih Hoca. Diziler, bilgisayar oyunları, cep telefonundan uzakta sadece aile bireyleri olmalı bu iki saatlik paylaşımda. Eskiden evlerde tek ışık yanardı. Şimdi ise herkes kendi odasında ve kendi dünyasında. Bu durum aile bağlarının zayıflaması açısından çok tehlikelidir.Çünkü iletişimsizlik çatışmadan daha kötüdür. Kopar gider elimizden herşey, herkes, hele de sanal alem varken.
-Evlilik eskimez, bizden geçti demediğimiz sürece:))
-Aile bireylerine özel olduğu hissettirilmeli. Aşkım, hayatım gibi kavramlar içi boşaltılmadan sadece eşler arasında kullanılmalı, çocuklara asla kullanılmamalı ki, kavram kargaşası oluşmasın zihinlerde.
-Evlilik fikir ortaklığıdır, unutulmamalı. Empati yap huzur bul:))
-Evlilik uyumdur, birbirine bakmak değil, aynı yöne bakmaktır.
-Dokunmak...İletişimin, sevginin en büyük göstergesidir.
-Kahveler beyden:)) formülü , bir kahvenin yapım zahmetini üstlenmeli ara sıra erkekler diyerek özel bir kahve tarifi verdi Fatih Hoca, beylere özel .))
-Farklılıkların ayrılık değil, zenginlik olduğu unutulmamalıdır.
-"HAKİKİ SEVGİ, İYİLİK GÖRDÜĞÜNDE ARTMAYAN, KÖTÜLÜK GÖRDÜĞÜNDE AZALMAYAN SEVGİDİR"  demiş bir büyük...Ne zor, ne güzel bir ölçü...
-Maneviyat güçlü olmalı ki, topluma da yansısın.
-Çocuklara uyarıcı değil öğretici olmalı.
-BİRBİRİNİZE KARŞI HATAYI BÜTÜTÜCÜ DÜRBÜNLER KULLANMAYIN.
-İNSANLAR BİRBİRLERİNE İYİ DAVRANDIKÇA GENÇ KALIRLAR
-SEVDİKLERİMİZİN DEĞERİNİ KAYBETMEDEN BİLELİM...VE KIRLANGICIN ÖYKÜSÜ'nü anlattı Fatih Hoca.
 
Aslında bu güzel ve önemli tavsiyeler hepimizin bildiği ancak uygulamadığının toplumdaki suç oranları ve boşanmaların artması ile görünür olduğu bilgiler. Ama sanırım ara ara uzmanlar bunları bize hatırlatmalılar ki hayatımıza hayat kılabilelim.

Fatih Akbaba tüm ülkeyi gezen ve bu konuda söyleşiler yapan, kitaplar yazan bir üniversite hocası. (Yukarıda ismini tıkladığınızda eseri ile ilgili bilgilere ulaşabilirsiniz)  

Bize bu güzel bilgileri aktaran Fatih Akbaba'ya teşekkürlerimi sunuyor, en kısa zamanda tekrar bu şerefe ermeyi diliyorum. Dilerim bir gün bir yerde sizin de yolunuz onunla kesişir ve olumlu elektiriği size de geçer.

Ve bunca tavsiyeden sonra şu önemli noktayı da atlamayalım; bugün iki güzel söyleşiye gitmem için zemin oluşturan sevgili eşime de Semiha Yankı'dan seninle bir dakika adlı şarkı ile teşekkür ediyorum...Hoşça bakın zatınıza:))
HANDAN GÜLER


 




6 Mart 2010 Cumartesi

"Gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır." der MEVLANA...GÖNÜL DAĞI'ndan akar NEŞET ERTAŞ damarlarımıza...



Gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır


Hayat iniş çıkışlarla dolu. Karşımıza çıkan kimi olay bir süre sıkıyor bizi, sonra bir bakmışız öncekinden daha geniş bir yol açılmış önümüzde toz duman dinince.

Ruhumuza bir esenlik gelmiş bilmediğimiz yerlerden...Buna bilgeler Allah'ın CELAL ve CEMAL sıfatlarının tecellisi diyor.Bu iki isim bazen dönüşümlü bir ritimde bazen de aynı anda iç içe geçmiş bir halde gelebiliyor yaşamımızın içine.

Bir taraftan belalarla karşılaşan ruh tam da nefes alamazken bir pencere açılıyor mavi göğe.Ve bu hayatın döngüsü sürüp gidiyor hepimizin gününde gecesinde farklı ritimlerle.

"Dağına göre kar" deyimi de bu noktadan sonra giriyor devreye. Kimimize metrelerce kar hiç zarar vermiyor, yolumuza gitmemize engel olmuyor, kimimize de henüz tam tutmamışken bile kaza yaptırıyor. Sakat bırakıyor kimi kazalar, sonrasında pencerenin kenarından naif yağışını seyrederken bile o travmaya götürüyor bizi bir dantela gibi örülmüş buzdan damlalar. Her şeyi bir daha, bir daha yaşatıyor, öfke sarıyor ruhumuzu. Böylece bir türlü iyileşemiyoruz. Malul yanımızla, kırık kanatlarımızla yaşıyor, yaşar gibi yapıyoruz. İçimizde zamanla bir habis ura dönüşüyor biriktirdiklerimiz, affedemediklerimiz. Yıllar geçiyor ki, unutmamıyoruz bize yapılanları, kazık atanları, bırakıp gidenleri. Sırtımızda taşıyoruz acılarımızla beraber, yüklerini, yüklediklerini, isimlerini. Affetmek büyüklüğünü gösteremiyoruz çoğu zaman ya da önemli değil dediklerimizi bile silemiyoruz hafızamızdan. Oysa bize zarar verenlerin hayatından çıkalı çok olmuş, bizsiz çok yollar yürünmüş oluyor. Bunu gördükçe gönül kuşumuz, üzerine yağan karların altında kıpırdamadan ölümü bekliyor ve sonra donarak ölüyor. Ölen ruh, Celal'le beraber sarmalayan Cemal'i göremiyor. İçinden dışına onu saran kötü hastalık acılara düşürmüşken vade geliyor. İmtihan bitiyor, acı içinde yaşayan insan bu dünyasını yitirirken ötelerin de elinden kaçıp gittiğini farkettiğinde iş işten geçmiş oluyor.

Bir de Allah'ın isim ve sıfatlarını eşyanın üzerinde görme gayretiyle yaşayan, affeden, bu sebeple affa layık hale gelen insanlar oluyor. Başlarına ne gelse, tavırlarını bozmadan bekliyorlar ardından gelecek nimetleri. Bir bela olan aşka tutuluyor yürekleri. Perdenin ardında sırların peşinde ama hep aynı duygu durumuyla, hayretle yaklaşıyorlar yağan kara da açan güneşe de. Ve bir gün bir de bakmışşsınız iki kanadı kırık olsa da uçuyor aşka, aşkla, vuslata. Sırtında ne gam ne tasa. Mesut oluyorlar iki dünyada da.

Aşka tutunup kırık kanatlarıyla ötelere yol alan gönül erlerinden Mevlana, oğlu Bahaddin'e anlatırken bu gerçekleri veciz kelimelerle, gönülden dile yol olduğu gibi dilden de gönüle yol olduğunu anımsatıyor:

"Bahaeddin! Eğer daima cennette olmak istersen,
herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma!
Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma!
Merhem ve mum gibi ol! İğne gibi olma!
Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen,
Fena söyleyici!
Fena öğretici!
Fena düşünceli olma!
Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun..
İşte o sevinç Cennetin ta kendisidir.
Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan, daima üzüntü içinde olursun.
İşte bu gam da cehennemin ta kendisidir.
Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi çiçeklenir,
gül ve fesleğenlerle dolar.
Düşmanları andığın vakit, için dikenler ve yılanlarla dolar,
canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir..
Bütün peygamberler ve veliler, böyle yaptılar,
içlerindeki karakteri dışarı vurdular.
Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu,
hepsi gönül hoşluğu ile onların ümmeti ve müridi oldular.”
Bahaeddin!
Düşmanını sevmek, düşmanının da seni sevmesini istersen,
kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle, o düşman senin dostun olur;
Çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır.

 Muhabbet sarmalasın hepimizi, kanatlarımızı kırsa da yaşadıklarımız, kırık kanatla da uçulacağını hissettirsin Cemal Sahibi.
Kayıp düşmüşsek bile, "Seven", "Sevdiren Sahibimiz"  varken, sırtımız gelir mi yere!            
Öyleyse keder, tasa niye !
Dünya bir oyun ve eğlenceden ibaretse de kaybeder görünürken kazanılan bir başka oyun var mı yeryüzünde!

HANDAN GÜLER

26 Şubat 2010 Cuma

Sinemaseverler için iki güzel program önerisi ALTIN AYI SAHİBİ BAL FİLMİNİN KONU EDİLECEĞİ DÜŞÜNE TAŞINA ve FİLM ŞERİDİ

1-Bu akşam 23 :30 'da TVNET'TE DÜŞÜNE TAŞINA PROGRAMINDA YUSUF KAPLAN'IN KONUĞU ALTIN AYI ÖDÜLLÜ BAL FİLMİNİN YÖNETMENİ SEMİH KAPLANOĞLU


2-Yarın akşam 21: 45'te TVNET'TE FİLM ŞERİDİ programında PSİYATRİST MUSTAFA ULUSOY'un konuğu yazar-düşünür SADIK YALSIZUÇANLAR 

İyi seyirler...

19 Şubat 2010 Cuma

Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir şey Var


Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir şey Var

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

Ataol Behramoğlu
1977- Kuşatmada


2 Şubat 2010 Salı

HAYAT GÜZELDİR, ACILAR, YALNIZLIKLAR OLSA DA...HERŞEY GÜZELDİR ASLINDA...GÜZEL BAKANA

RESİMLERLE HAYATA BİR GÜZELLEME

Bazen bir meteor yağmuru başlar, karşı koyamazsın gelene

karanlık bir koridora girersin ümidini yitirircesine

yer gök renklerin en renksizine bürünür

güneş batar içinde

kuru yapraklar faniliği, herşeyin geçip gittiğini hatırlattığında

düşer başın yana

ağacın dallarına sığınmış ürkek bir kedi edasıyla bakarsın hayata

tepetaklak olursun hani dost bildiklerinden yaralar aldıkça

içinin yangınları sarar her yanı

kız kulesi gibi yalnızsındır denizler ortasında ama

ruhu ruhuna sarılmıştır içinde, ağaçlar gibi yükselir dualarla göğe

renkli bir gemide renkli bir hayata açılmak istersin bazen, kaçıp gitmek uzaklara

geriye bakarsın biran sevdiklerin, yaşamın geçer gözünden hızla

sen dalıp gitmişken anılara bir de bakmışsın gitmiş gemi, sen kalmışsın orda

ağlarsın olduğun yerde, taş kesilmişcesine, zehri akıtırsın gözyaşlarının içinde, farketmezsin bile.

sonra küçük bir serçenin mücaadelesini izler, ortak olursun yerde bulduğu mısır tanesinin sevincine, yürüdüğün yağmurlar altında...

sonra sevimli bir gülümseme çıkar karşına, çizgiden de olsa yakalar seni meteor yağmurunun bittiği rahmet anında, yaşaman için bağlar hayata. HAYAT GÜZELDİR ASLINDA GÜZEL BAKANA.

HANDAN GÜLER


18 Ocak 2010 Pazartesi

Hayali olmayanlar başkalarının hayallerinin peşine düşmek zorunda kalırlar...MUTLAKA OKUNMALI BU YAZI...MELİH ARAT'tan



Bir Hayalin Var mi?


“Hayali olmayanlar başkalarının hayallerinin peşine düşmek zorunda kalırlar. Çocuklarımıza ne olacaksın yerine, ne yapacaksın diye sormalıyız ki, fabrikalar, hastaneler, dernekler kurabilsinler.”

Melih Arat

Yedi yaşındaki Sanat Arat’ın şirin davranışlarını gören ev tatlıları yapan girişimci bir hanım, “Büyüyünce sen ne olacaksın?” diye soruyor. Sanat Arat, biraz düşünceli görünüyor; sonra cevap veriyor. “Biraz zor olacak ama bir uçak fabrikası kuracağım.” diyor. Aynı konuşmalar Sanat ve bir okul arkadaşı arasında geçtikten sonra arkadaşı da projeyi sahipleniyor. Bu sefer aynı konuşmayı Sanat, kendisine ablalık yapan Yasemin ablasına yapıyor. “Bir uçak fabrikası kuracağım, sen de satış müdürü olacaksın.” Yasemin ablası “Neden ortak olmuyorum da, satış müdürü oluyorum?” diye sorunca Sanat Arat cevap veriyor: “Çünkü senin bir hayalin yok.”

Hayali olmayanlar, başkalarının yanında çalışırlar. Küçük bir çocuğun duru görüşüyle yakaladığı derin bir gerçek bu. “Hayali olmayanlar başkalarının yanında çalışırlar.” Çocukluğumuzdan itibaren ilginç bir şekilde bir şeyler yapmaya değil, bir şeyler olmaya yönlendiriliyoruz. Çocuklara “ne yapacaksın?” diye sormuyoruz da, “ne olacaksın?” diye soruyoruz. Aslına bakarsanız, mühendis ya da doktor olmak küçük hedeflerdir. Bir fabrika kurmak bir hayaldir; bir hastane kurmak hayaldir; ama mühendis ya da doktor olmak aslına bakarsanız pek de önemi olmayan hedeflerdir. Çünkü mühendis olursanız bir fabrikada, doktor olursanız bir hastanede çalışırsınız.

Kişisel gelişim kitaplarının birçoğu,” bir vizyonunuz olsun” diyip duruyor. Ama bu vizyonun nasıl bir şey olabileceğine ilişkin net bir tanımlama veren pek yok. Anlaşılan o ki kişisel vizyon, belirli bir meslek sahibi olmanın, yüksek lisans gibi akademik derecelerine, belirli iş pozisyonlarına ulaşmanın ötesinde bir şey olmalı. Yani “master yapacağım, pazarlamada kariyer yapacağım, ilaç endüstrisinde çalışacağım” diye vizyon olmaz. Olur olur da, gerçek bir vizyonla kıyaslandığında bu hedefler küçük kalır. Onun için insanın hayatında kendine sorabileceği en önemli sorulardan biri, “İnsanlık için hizmet ya da üretim cinsinden benim hayalim ne olabilir?” olabilir. Bu sorunun cevabı, bazen bazen bir dernek kurmak, bazen bir işletme kurmak, bazen bir ilçeyi kalkındırmak, bazen bir sanat organizasyonu yapmak, bazen bugüne kadar bulunmamış bir teknolojiyi geliştirmek, bir hastalığı yenmek, insanların okuma hızını artırmak, havayla çalışan otomobil yapmak gibi bir şey olmalıdır.

Hedefleri iş ya da meslek sahibi olmak olan insanlar, hayalleri olan insanların hayallerinin peşinde koşuyorlar. Tanıdığım girişimcilere bakıyorum. Hepsinin ortak özelliği, işleri geçmiş hayallerinin eseri, işlerinin geleceği de şimdiki hayallerinin eseri olacak. Çalışanlarda ya eski hayal için çalışıyorlar ya da gelecek hayal için çalışacaklar. Eğer patronun hayali biterse, işyeri de bitecek.

İş başvurusu için gönderilen binlerce CV, bir başkasının hayalinin mekanizmasının bir parçası olarak gönderiliyor. Bir ülkede iş imkanlarının artması, girişimcilerin kurdukları hayallerin artmasına ve bu hayallerin organizasyon formuna dönüşmesine bağlıdır. Dolayısıyla bir ülke hayal kuran insanlarla gelişir. Kaç kişi yaşadığı ülkenin dünya lideri olacağına inanıyor? Sezdiğim kadarıyla bu sorunun cevabı şaşırtıcı bir şekilde Türkiye dahil, birçok Avrupa, Afrika ve Asya ülkesinde çok düşük. Hayal kurmak aynı zamanda bir özgüven problemidir. Kendine güvenen çocukları ve insanları olmayan uluslar, hayal kuramıyorlar. Hayali olmayanın hizmeti, hizmeti olmayanın da liderliği olmuyor.




10 Ocak 2010 Pazar

bir ödül daha:))) bir de mim var bu defa:))



Bugün de sevgili MİT sunshine ödülü vermiş bana; teşekkür ediyorum ona 3. ödülümü de kalbimin en güzel köşesine yerleştirip ödülün peşinden bloguma düşen ilk mimi cevaplayayım bari:

1-2009' a girerken gözlerinizi kapatıp ne dilediniz? ne oldu?
   Sanırım tatminkar bir iş dilemişimdir, olmadı, canım sağolsun, ben böyle de iyiyim

2-2009'un en mutlu eden olayı nedir?
   Sevdiğim bir yazarın eserini basılmadan önce okuma şerefine layık görülmem:)) çok keyifliydi doğrusu:))
   Ve galiba blog yazmak da mutlu etti beni, iyi ki doğdum:))

3-2009'un en çok üzen olayı nedir?
   Kuzenimin sağlık sorunları ve kendimin bazı nükseden sağlık problemleri

4-2009 Sizce ne renkti?
   Kırmızı yaktı, mavi ferahlattı...ikisi birleşince mor mu oluyordu.mor...aşkın rengi:))

5-2009'u tek cümle ile anlatır mısınız?
   Sen yoktun ben yalnız kalmayı öğrendim,acıya duvar gibi durmayı öğrendim,kaybolmuş bir dilin 
   sözcükleri gibi köksüz bağsız durmayı öğrendim( arada virgül var ya tek bir  cümle oluyor:)))

6-Yılbaşı hediyesi ne aldınız?
    Hiçbir şey:(((
 
7-2010 yılı için ne dilediniz?
    yeni yıla gezgin okuyarak girdim, kalbime inşirah verecek kitapların beni bulmasını diledim. ve galiba
    evimize yeni bir nefes:) hayırlısı, tabi en çok sağlık herkes için, mutlu huzurlu bir ömür diliyorum.

Aaaaaa bir de 3 kişi bulmalıyım mim topunu atacak.....Hımmmm kurbanlarımı açıklıyorum:

1.mehmetadin
2.vecihi
3.bora-man
buyrun beyler meydan sizin:))    


8 Ocak 2010 Cuma

Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz bir çocuğun gözlerinin içine bakın




YAŞAMI ARAYIN VE BULUN
İki çocuklu bir aile hafta sonunu piknik yaparak geçirmeye karar verirler.
En güzel ağacın altına vardıklarında anne yemeği hazırlarken, çocuklar babalarıyla

birlikte yürüyüşe çıkar.

Uzun uzun yürürler. Küçük oğlan çok yorulur ve babasına yalvarır…

“Ne olur beni kucağına al!”

Baba: “Ben de yorgunum oğlum”demez. Tek kelime etmeden yolun kenarına gördüğü

kuru dalı alır ve oğluna verir…

“Al oğlum, sana güzel bir at. Buna bin git!”

Çocuk sevinçle daldan atına biner ve koşarak, zıplayarak, dehleyerek annesinin

yanına doğru uçar adeta… Babasını ve ablasını çok gerilerde bırakarak…

Baba gülerek kızına döner:

“İşte yaşam budur kızım. Bazen zihnen ya da bedenen kendini çok yorgun hissedeceksin. İşte o zaman kendine değnekten bir at bul ve neşeyle yoluna devam et.

Bu at, bir arkadaş, bir şarkı, bir çiçek, bir şiir, ya da bir çocuğun sevinci olabilir.”



YAŞAMIN İLKESİ
Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz bir çocuğun gözlerinin içine bakın.
Çünkü bir çocuğun bir yetişkine her zaman öğreteceği üç şey vardır:
*Nedensiz yere mutlu olmak,
*Her zaman meşgul olabilecek bir şey bulmak,
*VE elde etmek istediği şey için var gücüyle dayatmak.
PAULO COELHO

4 Ocak 2010 Pazartesi

SÜPRİZZZZZ...İKİNCİ BLOG DOĞDU...YAZMAK YAŞAMAKTIR, YAZMAK AŞKTIR.HERKESİ BEKLERİZ:))




YUNUS EMRE, "HER DEM YENİDEN DOĞARIZ, BİZDEN KİM USANASI" DEMİŞYA İŞTE BİZ DE BUNA UYDUK VE YENİ BİR BLOGLA MERHABA DEDİK GÜNE, GECEYE...BU BANA DA SÜPRİZ OLDU AÇIKÇASI.SABAH UYANDIĞIMDA BÖYLE BİR PLANIM YOKTU:))

HERKESİ BEKLİYORUM: İÇERİK, SADECE BENİM YAZDIĞIM ÖYKÜ, DENEME VE KİTAP TANITIM YAZILARINDAN OLUŞUYOR. DAHA SAKİN BİR YER...

UZUN SÖZÜN KISASI; YAZMAK YAŞAMAKTIR, YAZMAK AŞKTIR...AŞK DOLU GÜNLERDE HEP BERABER OLABİLMEK DİLEĞİYLE...











http://sensizyildizlarabakamam2.blogspot.com/


3 Ocak 2010 Pazar

BU GÜN PAZAR...VE BEN SENİ ÇOK ÖZLEDİM...SÖZ İBRAHİM SADRİ'DE...


İbrahim Sadri - Özledim


Yağmur da var

Çok sevdiğim rüzgar da

Bugün Pazar

Daha uyanmadı komşular

Damların üzerinde kuşlar

Daha rahatlar

Radyolarda eski şarkılar çalıyorlar bu saatlerde

Gönül penceresinden ansızın bakıp geçenlere doğru

Yağmur da var

Çok sevdiğim rüzgar da

Daha uyanmadı komşular

Bugün Pazar

Ve ben seni çok özledim

Dışan çıkmak istiyor canım

Tek başına haytalık etmek

Islanmak Pazar sabahında yağmurda

Boş caddelerde dolaşmak

Vitrinlerine bakmak mağazaların

Sinemaların afişlerine

Sokakların isimlerine

Telefon kulübelerinde uyuyan çocuklara

Bir merhaba demek sessizce

Sahilde martılara simit atmak

Otobüslerin ilk seferlerine binmek

Gitmek istiyor canım

Hayatın gittiği yere

Islık çalıp şarkılar uydurmak kendi kendine

Fırından taze ekmek alıp

Buğusunu çekmek içine

Ve ben seni çok özledim

Tam böyle bir şey

Çiçeğe su yürümesi

Bebeğin ağlaması

Toprağın uyanması

Yağmurun yağması

Ateşin sıcağı

Bu Pazar sabahı

Tam böyle bir şey

Bir sabahçı kahvesine uğramak

Bir bardak çay

Taze dem kokusu

Hayatın atardamarlarında dolaşmak

Bölmeden şehrin uykusunu

Bir siir yazmak

Pazar bulmacasının boş karelerine

Şiirde tam da bunu anlatmak delice

Tam böyle bir şey

Hesapsız gölgesiz bedelsiz kimsesiz

Bir şiir yazmak

Bir bardak çay içmek

Sokaklarda gezmek

Yağmurda ıslanmak

Ve ben seni çok özledim

Şiir: İbrahim Sadri

Müzik : Fikret Hasani


amatör - ibrahim sadri (ve ben seni çok özledim şiir)

 


29 Aralık 2009 Salı

HAYATIN YANKISI : EZELDEN BERİ...





 Hayatın yankısı




Bir adam ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarmış. Birden oğlan takılıp düşüyor. Canı yandığından; “Ahhhh” diye bağırıyor. İleride bir dağın tepesinden; “Ahhhh” diye bir ses duyuyor ve çocuk şaşırıyor. Merak ediyor ve “Sen kimsin?” diye bağırıyor. Aldığı cevap; “Sen kimsin?” oluyor. Aldığı cevaba kızıp; “Sen bir korkaksın” diye tekrar bağırıyor.

Dağdan gelen ses; “Sen bir korkaksın” diye cevap veriyor. Çocuk babasına dönüp; “Baba ne oluyor böyle?” diye soruyor. “Oğlum” diyor adam, “Dinle ve öğren” ve dağa dönüp; “Sana hayranım” diye bağırıyor. Gelen cevap; “Sana hayranım” oluyor. Baba tekrar bağırıyor; “Sen muhteşemsin.” Gelen cevap; “Sen muhteşemsin.” Çocuk çok şaşırıyor, ama hala ne olduğunu anlayamıyor.

Babası olayı şöyle açıklıyor: İnsanlar buna “yankı” derler, ama aslında bu hayattır. Yaşam daima sana senin verdiklerini geri verir. Yaşam yaptığımız davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman daha çok sev! Daha fazla şefkat istediğinde, daha şefkatli ol! Saygı istiyorsan insanlara daha çok saygı duy... İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen de daha sabırlı olmayı öğren... Bu kural yaşamımızın bir parçasıdır ve her kesiti için geçerlidir.

Yaşam bir tesadüf değil, yaptıklarımızın aynada yansımasıdır…
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Ve güzel bir şarkı SANA SENİ ANLATAMAM İSYAN EDERSİN
                           AŞKI TEKRAR İSTEMEM ZİYAN EDERSİN
                           SENİNLE HEP YANDIM SENİNLE SOLDUM
                            BİR VARLIĞIM YOK Kİ MURADIM OLSUN... 


müzik - ferhat göçer-isyan(mesut sunay)

izlesene.com

21 Aralık 2009 Pazartesi

yine seni özlemek birikti bir dağ gibi...Ve yürüdü yürüdü üstüme altına aldı beni(*)




AH KALBİM! YAZIK SANA!


Özledim geceyi,sessizliği,seni…
Dilimde şairin dizeleri…

”Yine seni özlemek birikti bir dağ gibi,
Ve yürüdü ,yürüdü üstüme ,altına aldı beni…”(Osman Sarı, Kurşun Gazeli)
Orada duruyordun işte,çok yakında,açtığın pencereden kalbime bakıyordun
Gülümsüyor,ruhuma dokunuyordun…
Üzerindeki tozdan ,pastan arınan gönlüm iç ceplerini göstermekten çekinmiyordu sana.
Anlattıkça anlatıyordum,anladıkça susuyordun…
Elimi uzattıkça kayboluyordun…
Yakınlığının içine gizlenmiş bir uzaklığın vardı,
Yıldızlar gibiydin,ışığınla yanı başımda,varlığınla bilmem kaç ışık yılı uzakta…

Dalgaların kıyıdaki taşları kumun kuşatıcılığından kurtarması gibi,gelişin yıkıyordu , içimin ah iklimlerinde kirlenen kelimelerini

Gidişin…Ateşe veriyordu ruhumun gemilerini…

Ve bende hep bu yap-boz hali…

Özledim seni,sessizliği,geceyi…

Özlediğim ,neydi sahi?

Öz’üme doğru bir iştiyak mıydı içimin gelgitleri.

Acaba sen de özledin mi hiç beni?

Engin bir deniz ,bağrındaki alüvyonlu toprakları iştiyakla kendine taşıyan küçücük bir nehri özler mi?

Farkeder mi,suyunun rengini?

Ayırdedebiir mi sesini?

Özledim geceyi,seni,sessizliği…

Özlediğim neydi sahi?

Öz’üme doğru bir iştiyak mıydı ,ruhumun kimseyle kanmayan halleri?

Yoksa dostluk sandığımız ,sadece,geceleri açan “bir yalnızlık çiçeği” mi?

HANDAN GÜLER


12 Aralık 2009 Cumartesi

Kaybedeceğimiz En Büyük Şey?




Spot: James Dean’in müthiş bir sözü var; sanki hiç ölmeyecekmişçesine hayal kurmak, sanki bugün ölecekmişçesine iyi yaşamak gerek.


Kaybedeceğimiz En Büyük Şey?

Melih Arat

İnsanın bu dünyada kaybedeceği en büyük şey nedir? Bu sorunun yanıtı şaşırtıcı bir şekilde sahip olduklarımız değil, sahip olmadıklarımız ve henüz ulaşamadıklarımızdır. İnsanın yaşamı, geçmişten geleceğe doğru uzanan fikir bağları üzerine kuruludur. Bu fikir bağlarını geçmiş yaşamımızdaki sahip olduklarımız tutarken, gelecek ayağını hayallerimiz tutar. İşte hayalimizi kaybettiğimizde fikir ipleri, bağları köprünün kırılan ayağıyla birlikte suya düşerler. Dolayısıyla kaybedeceğimiz en büyük şey, geleceğe ilişkin hayallerimizdir. Geçmişte sahip olduklarımız zaten geçmişte olduklarımızdan kolay kolay kaybedilemezler. Ama gelecek hayallerimiz sayısız değişkene bağlı olduğundan kolayca elimizden kayıp gidebilirler.

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin