anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2011 Cuma

DEDEMİN İNSANLARI’NIN İÇİMDE ÇAĞ(LAY)AN IRMAĞI…


Epeydir süren mesleki sınav telaşlarım sebebiyle, yazmaya, seyretmeye, yaşamaya verdiğim aradan sonra dün sabah sınavdan çıkar çıkmaz sinemaya koştum. Vizyondakilerden bile bihaber gittiğim sinemada tesadüfen bazı tanıtımlarını gördüğüm ama üzerine kesilmiş ahkamlara dair tek yazı okumadan sadece Çağan Irmak ismine güvenle DEDEMİN İNSANLARI ‘na girdim. Filmden çıktığımda epey ağlamıştım. Buna rağmen bir o kadar da gülmüş olmanın keyfiyle doluydum.  Toprak çekiyor olmalı ki, Çağan Irmak’ı, filmlerini, insancıl bakışını kaybetmeden basit ve güzel hikayeler anlatışını seviyorum.  Basit ve kolay yazmanın, böylesi filmler çekmenin, hele de herşeyin görmek, görülmek, kısacası gösteriş üzerine kurulu olduğu zamanları yaşarken basit olmanın zorluğunun farkındayım. Bu cümleyi basitçe söyleyemediğimden bahisle, “Basit”liğin ustalığın zirvesi olduğunu kabul ediyorum.   
İyi sinema filmlerini domino taşlarına benzetirim… Dış dünyadan kopup karanlıklar içinde salona girdiğimizde önce reklamlarla kirlenen hafızamız, ışıkların tamamen sönüp filmin başlaması ile alır götürür bizi zihnimizin arka odalarında biriken anılardaki bize. Binlerce resmin arka arkaya aktığı filmde her karenin zihnimizde bir başka kareyi harekete geçirerek domino taşlarının devrilişleri ile büyüleyici bir başka resmi ortaya çıkarması gibi iyi bir filmden çıkarken de yeni bir resmin parçası oluruz. Bu resim ne kadar gerçekçi ise kalbimize ne kadar değdiyse filmi de o ölçüde severiz.
Bu filmde memleketimi, egenin sıcak insanlarını, sonlarına yetiştiğim seksenleri, annelerin çocukları rahatça yalnız başına evden gönderebildiği, yürüyerek okula gidildiği, dükkanların kapısına kilit vurulmadan yemek yemeğe gidilebildiği güven dolu çocukluk günlerimi yani hayatın saflığını gördüğüm  için olsa gerek beğenerek izledim.

Ve film boyunca domino taşları devrildi içimde beni kendimle, babaannemle yüzleşmenin eşiğine getirdi. Rahmetli babaannem 1917 de İzmir’de doğmuş, babasını, amcasını, hasılı kelam ailenin erkeklerini Çanakkale Savaşı’nda yitirdiğinden etrafında pek fazla erkek figürü görmeden büyümüş. Babaannemin annesi de 1908’li yıllarda 9 yaşında iken mübadele ile Girit’ten İzmir’e göçmüş bir ailenin kızı. Erken yaşta evlenip kız çocuklar doğurmuş ancak kocası savaşta şehit olunca çeşitli işlerde çalışarak çocuklarını büyütmüş yalnız ve güçlü bir kadın. Ve babaannem bu zorunlu olarak anaerkil olan ailede güçlü olmak zorunda kalan bir kadının güçlü(yü oynamak zorunda kalan) kızı…

Ben doğduğumda 60 yaşında olan babaannemle 18 yaşına kadar birlikte olabildim. Bu sürede iki ev değiştirdik ve babaannem her daim alt katımızda oturdu. Doğduğum, çocukluğumun geçtiği bu bahçeli evler Bornova’da olup babaanneme aitti. Dedemse bu evlere, annesinin kaderini yaşayarak  genç yaşta dul kalan babaannemin ikinci kocası olarak sonradan gelmiş, babaannemden sekiz yaş genç ve ona aşık bir adamdı. Aynı zamanda babaannemin teyzesinin torunu olduğu için Girit’ten gelmiş bir ailenin en küçük-haşarı bir oğluydu. Babaannem hem yaşının hem annesinden gördüğü zorunlu aile yapısı nedeniyle hem de mal varlığının gücüyle evde baskın bir karakter olmayı başarmıştı.
Buraya kadar göç dışında filme paralel giden bir durum olmasa da anlattıkça anlayacağınız durum için bu ayrıntıları verme gereği duydum.

Güçlü insanların yaralarının çok derin olduğunu düşünürüm. Sınana sınana çelikleşen bir iradeleri ve olaylara bakışları olur. Hele yeri doldurulmaz kayıplar yaşamış olmak hayata bilgece bakabilmeyi getirir çoğu zaman. Ama yine de insanın içinde kalan bir çocuk vardır ve o çocuk ara ara yüzünü göstererek huysuzluklar yapar, kanayan yaralarını hatırlatır insana. Bu nedenle ne kadar olgun, görmüş geçirmiş olsa da çocuksu halleri vardır bütün insanların.
Babannem çevresinin sevdiği, akıl aldığı ve iktisatlı olmayı yaşam biçimi haline getirdiğinden her daim dolu olan cüzdanı sebebiyle herkesin sık sık borç istediği, sohbetine doyulmaz, güler yüzlü bir kadındı. Dışarıdan bakan, içten kahkahalarını gören hiçbir derdi yok zannedebilirdi. Zaten şimdilerde dert edindiğimiz bir çok şey o ve onun zamanını yaşayan insanlar için dert değildi. Filmde Çağan Irmak’ın dediği gibi “şimdiler olsa travma derlerdi biz yaşamamız gereken ne varsa hepsini yaşadık, toslamamız gereken her şeye tosladık.”diyebilecek cinsten bir yaşamdı babaanneminki.

Babasını doğduğunda, aşık olduğu kocasını evliliğinin baharında henüz 24 yaşındayken, kocasından yadigar bir kızını kocasını gömdükten kısa süre sonra kaybeden, sık sık hasta olan nazenin diğer kızı ve karnında taşıdığı oğlu ile hayata tutunmayı başaran, dışarı dikiş dikerek evini geçindiren, çocuklarını okutan bir kadın. Dul olmanın ayıp olduğu zamanlarda yaşadığından ikinci bir evlilik yapan, o evlilikten doğan babamı diğer çocukları ile beraber büyüten ve ona çok aşık olsa da içtiği zaman dellenen, iyi kalpliği yüzünden sürekli kurduğu işleri batıran bir adamla tek tokat yemeden 45 sene geçinebilmek başarısını gösteren zeki bir kadın bahsettiğim.

Ama bir yandan da adını koymayacaklar diye babama uzun süre küsen en sonunda ilk kız torun olan bana adı verilince üst kata çıkıp annemi ziyaret eden bir kadın babaannem. Dolayısıyla benim babaannemle ilişkim bir inatlaşma üzerinden başladığından olsa gerek hep böyle sürdü. Herkesin sohbetini sevdiği bu kadınla bir ben bir de babamın geçinemiyor olması nedendi diye düşününce aynı ona benzediğimiz ve benim dediğim olacak noktasında hiçbirimiz taviz vermediğimiz için olduğunu yeni yeni anlıyorum.
Ve aslında onu ne kadar çok sevdiğimi öldüğünü uzak bir diyarda öğrendiğimde anladığımı anımsıyorum. Bir kurban bayramı arefesinde İzmir’e geldiğimde 27 gün olmuştu öleli ve sınavlarım var diye bana söylememişti ailem. 18 sene beraber olduğunuz biri daha ayrılalı bir sene olmuşken döndüğünüzde oturduğu köşede olmayınca çok dokunuyor insana. O geceyi hatırlıyorum; dedem onu kaybetmenin perişanlığı ile babaannemin adını taşımama  gurbette olmam da eklenince öyle sıkı sarılmış ve yerine sen kaldın kızım diye diye ağlamıştı. Uykusuz bir geceden sonra öğlene doğru Konak’a gitmek için çıktığımda annem bayram temizliği için alt katta olduğundan anahtarı oraya bıraktığımda kapıyı dedem açmış ve gülümsemişti. Annem çok oyalanma, çabuk dön, çok iş var dediği o gün biraz geç kalınca anneme görünmeden yukarı çıkmıştım. Ben apartmana girerken kapının önüne gelen cenaze arabasından inenler bizim binaya girince ne çok ölen var bu ara diye içimden geçirmişken hemen arkamdan ağlayarak gelen annem deden öldü demişti. Daha babaannemin yokluğu fikrine alışamamış, onun yasını tutamamışken dedemi de kaybetmiştim. Dalga geçme birkaç saat önce gayet iyi idi diye tepki vermiş, inanamamıştım anneme. Öğlen sapa sağlam olan dedemin cenazesini herkes bir koldan koşup ikindi namazına yetiştirmişler, çok sevdiği karısının yanına defnetmişlerdi. Herkes, ne büyük aşkmış, onsuz yaşayamadı, ne çok seviyormuşlar birbirlerini, Allah toprakta da ayırmadı demişti. Babam bir anda garip olmuş, anne babasını 28 gün ara ile defnetmenin acısı ile bu dünyada gurbete düşmüştü. O günden sonra da babam epeyce değişti, bir başka olgunluk, sakinlik geldi üzerine. Artık kafası attığında çekip gideceği, orda da rahat durmayıp çekişeceği birileri yoktu alt katında. Ve hayat huzursuzlukla, kavgayla geçirilemeyecek kadar kısaydı. Ahiret hayatı bir nefes kadar yakındı, her an hazır olmalıydı. Bu hazırlık belki de en çok dışarıda ahkam kesmeyi bırakıp daha fazla içe dönmekle sağlanacaktı,birçoğumuzun sözde söylerken özde ıskaladığı bu gerçeği idrak eden babam sosyal yaşamdan da kopmadan halkın içinde Hakk’la beraber olmanın yollarını arşınlamaya başladı.

Yokluğunu ölümünden sonra çokça hissettiğimiz babaannem, o neşeli, olgun, görmüş geçirmiş kadın sık sık benimle ve dünya görüşü farkından dolayı babamla uğraşırdı. Ben de babasına aşık her kız çocuğu gibi babamı ve kendimi savunmak için sürekli teyakkuz halinde bulunur, hazırcevaplığı ile tanınan babaanneme laf yetiştirme telaşına düşerdim. O ise sözünün üstüne söz söylenmesinden hoşlanmadığından kızar otoritesini sarsan bu iki figüre babama ve bana daha fazla yüklenirdi.  Babaannemin en kızdığım sözlerinden biri “İsmimi senden geri alacağım, sen bize hiç benzemedin, onlara benzedin, göçmenlere” demesiydi. “Kardeşin aynı biz, keşke ona verseymişim ismimi, o bizden, Girit’li o.” diyerek beni kışkırtır, lafımın altında kaldığında bu şekilde üste çıkardı. Eeee, bütün ömrü zeytinyağ yiyerek geçmiş biri olarak ben de altta kalmaz cevap verirdim ona. Sırf babanneme inattan yemediğim otlardan hareketle, damak tadımın anneannemin yemeklerine yatkınlığını baz alarak bu ithamda bulunurdu çoğunlukla. Tabi bir de renkli gözlü olmam da göçmenliğime kanıttı. Biz yerlisiyiz İzmir’in der, bana nispet olsun diye aslında huyu anneme benzediği için anlaştığı kardeşimi bağrına basardı.
Gerçekten de İzmir’in insanın büyük kısmı mübadele ile gelen Girit Osmanlılarıydı. Şehirde epey de Rum yaşardı. Kaynaşmış bir kültürdü İzmir’de Rum’lar ve Türkler. Müslüman olmasalar da çok hassas ve insancıldılar diye anlatırdı babaannem komşularını. Mahallede bir cenaze olsa bir hafta radyo açmazlar, bayramda bizle bayram yapar, bizim gibi yani Müslüman -Türk gibi yaşarlardı diye anlatır, bahsettiği kişilerden ölenler için ah çekip içli içli toprağı bol olsun derdi.

Bugün buradan bakınca Osmanlı’nın çökme sürecinde bile çok kültürlü coğrafyasındaki yönetim başarısını görmek gerek. Kimseyi kendi etnik kimliğinden koparmadan, kendisi olmaktan vazgeçmeden beraber yaşamanın mümkünlüğünü gösteren bu fotoğrafı iyi okumalıyız. Bugün belki de en çok ihtiyacımız olan empati gücünü, insan olmayı, güvenmeyi yeniden öğretecek kodlar o fotoğrafta saklı.

Ama işte filmde de gördüğümüz gibi ötekileştirme, oralara yeni geleni kabul etmeme, içten içe eleştirerek öz yurdunda garip hissettirme durumu imparatorluktan devlete geçişte öne çıkarılan milliyetçilik fikri sayesinde bocalayan halkın birbirine reva gördüğü bir hal olunca yavaş yavaş kardeşlik duygusu da zedelenerek bugünlere gelindi.
Babaannem çocuk yaşta evlenen göçmen bir annenin çocuğu iken, ilkokula kadar Türkçe’yi çok da bilmezken, aksanı onun göçmen olduğunu ele verirken muhtemelen itilip kakılmalara maruz kalmış ve filmdeki çocuk gibi içinde kin büyütüp yaralanmıştı. Ve hayatında onu karşısına alıp bu kızgınlığına bilgelikle karşılık verecek “Onlar da bizim insanımız” diyecek, onu üzenlerin karşına çıkıp onu koruyup kollayacak güçlü bir erkek figürü olmadığından hep bunun ezikliğini hissetmişti.

Yıllar sonra nesiller değişip kendisini İzmir’in yerlisi gibi hissetmeye başladığı zamanlarda hem çalışkan ve hem de güzel oluyorlar diye Bulgaristan göçmenleri içinden annemi gelin alsa da, babaannemin her kafası attığında onlar göçmen vurgusu yaparak bununla çevresindeki göçmenlere karşı şefkatsiz söylemlerde bulunduğu da bir gerçek. Bu filmi seyrederken şunu hissettim; aslında göçmen kelimesinin içinde oluşturduğu sızının bastırılma çabasından başka bir şey değildi kendisi de göçmüş birinin kendinden epey sonra göçen kişilere olan bu tavrı. Filmde çok az verilen bu bölüm sayesinde kalbimde böylesi bir sayfa açılırken, babaannemin aslında bana değil de içindeki çocuğa kızdığını fark ettim. Öyleyse ben yanlış bir şeyler yaptığım için kızıyor değildi babaannem, belki de beni kendisine en çok benzettiğinden sıkıştırıyordu. Demek benim bir hatam yokmuş duygusu kapladı içimi. Keşke daha detaylı işlenseydi mübadele kavramı ve göçmenlerin acıları diye düşünürken babaanneme olan kızgınlığım birden merhamete dönüştü. Keşke dedim birkaç Çağan Irmak daha olsa ve binlerce sessiz hikayeyi o muhteşem bakışı ile perdeye aktarsa. 

Aslında beni babaannemden ziyade anneanneme yaklaştıran göçmen mutfağına olan yakınlıktan çok anneannemin merhameti, ilgisi, her şeyi sevgi ile karşılaması idi. Anneannemin de hayatı çok zor geçmişti ama işte insanlar yazılan kaderlerine verdikleri farklı tepkilerle karakterlerini de meydana getiriyordu.
Anneanneannem 1928’de doğmuş ancak doğduktan bir sene sonra annesini kaybetmiş, ailenin en küçüğü olarak babasının gözbebeği olmuş bir çocuk. Bu nedenle üvey annesi tarafından da çokça ezilmeyen hatta onu çok da seven bir çocukmuş. Ama işte ne kadar da olsa “analık” ana gibi olmadığından eksikliğini çektiği şeyi, kendisi fedakarane bir tavırla etrafına vermiş, tüm çevresine karşı şefkat dolu bir insan olmayı huy edinmişti. Hiçbir şeyden korkmayan, yılmayan, ağabeylerini pısırık bulan bu kadının ardında güçlü ve sevgi dolu bir baba figurünün olması da karakterinde en önemli etken olsa gerek.

 Anneannemin babası, kardeşleri ile beraber Bulgaristan’dan Çanakkale’ye gelip savaşan Türkler’den. Bulgaristan’a da Osmanlı’nın hassasiyetle uyguladığı ve bunun sonucunda fethettiği yerlerde ayakta kaldığı iskan politikası ile Karaman civarından getirilmiş Türklerden imişler. Çananakkale den sağ olarak kurtulan annemin dedesi İzmir’den düşmanın denize dökülmesinin ardından 4 yıl sonra döndüğü Bulgaristan’da her daim İzmir’i anlatmış ve bir gün mutlaka Türkiye’ye , İzmir’e gidin diye evlatlarına vasiyet etmiş. Anneannem Çanakkale ‘den dönünce dünyaya gelmiş ve babasının destansı savaş hikayeleri ile büyümüş. Korkusuzluğu ve atılganlığını da bunlardan almış olmalı diye düşünüyorum.
Yıllar sonra komünist  rejim Türkler’e eziyet etmeye başlayınca varlarını yoklarını orada bırakıp sadece kocası ve 4 çocuğu beraberinde bir bavulla turist vizesi alarak Türkiye’ye girmiş ve babasının vasiyeti üzerine İzmir’e yerleşmişler. Rahmetli dedem 40 yaşında imiş. Nasıl bir cesaret ki, kurulu düzenini, işini, malını mülkünü bırakıp sadece dinini daha rahat yaşamak için göç etmek… Dürüst olana, çalışana her yerde ekmek var deyip canla başla ailecek çalışarak kısa bir sürede İzmir’in yerlisinden daha hali vakti yerinde bir duruma gelmek… İnancın, azmin, uğruna yoluna çıkılan değerlerin hayata yansıyan zaferi olmalı bu. Ve hiçbir zaman göçmenliğinden utanç duymadan Peygamberimiz ‘de hicret etti, o da göçü, zorluğu yaşadı diyerek bundan kıvanç duyan bir duygu durumu taşımak ancak içindeki inancın duruluğu ile alakalı olmalı.

Ama işte geldiğin yerde Türk, göçtüğün yerde göçmen diye yaftalanmak, huzursuz edilmek, ötekileştirilmek belki de tüm göçenlerin kaderi. Bunları umursamadan ayakta durmak ise güçlü bir alt yapının eseri. Filmdeki dede gibi benim de annemin babası olan dedem dürüstlüğü, çalışkanlığı, insanlara verdiği tavsiyeleri, kurduğu sağlam dostlukları ile kendini topluma kabul ettirmiş biri. Bunu da onu bu hasletlerle yetiştirenlere, her zorluktan sonra bir kolaylık olacağını öğreten büyüklerine borçlu olmalı. Ümitsizliğin, çaresizliğin lügatında yer almadığı insanlardandı dedem ve anneannem. Tıpkı filmdeki dede gibi.  
Filmde  Girit’ten göçen Mehmet, helal süt emmiş bir çocuk. Mübadele esnasında günlerce gelecek gemiyi beklerken zor şartlarda bile namazlarını kılan insanların içinden gelmiş temiz bir toplumun, değerleri sağlam bir ailenin evladı. Bu terbiye ile büyüdüğünden dürüst, sevecen, çalışkan, yardımsever bir insan. Müslümanlığın şekilden ziyade karakterde yaşandığı, inancı zayıf olanların bile aileden çevreden öyle gördükleri için hakka riayet etmeyi adet haline getirdikleri zamanlar anlatılmış filimde. Ama sonrasında yıkılan bir imparatorluk ve yeni bir ulus oluşturmanın getirdiği zorluklar ile değişen şartlar, zamanla ülkesi zenginleşse de ruhunu yitirmenin fakirliği ile hak yiyen, çalan çırpan ve ahlakının menşei dininin öğretilerinden kopmuş bireylerin çoğalması ile içten içe çürüyerek bugünkü güvensiz ortama sebebiyet veren ülke tablosu hepimizin içinde bir yerlere dokunuyor. Acıtıyor, kanatıyor, o yılları, o eski, sağlam inançlı toplumu özletiyor.
Filmin senaristi ve yönetmeni dedemin hikayesi dediği filmde bizi bu sonuca götüren ayrıntıları o kadar iyi yakalıyor ve gösteriyor ki, filmi beğenmemek elde değil. Ancak Karanlıktakiler filminde yaptığını tekrar ediyor ve çıkış noktasında tıkanıyor. Özünde taşıdığı iyiliği ona kazandıran değerleri ilerleyen yıllarda toplumun genel yapısından da kaynaklı olarak hayatına hayat kılmayan dede de çıkmaza sürükleniyor. Dedesini özlüyor ama öyle çocuklar yetiştiren bir ailenin karakteri haline gelmiş dinamiklerini göz ardı ediyor. Geçmişi ile bağları koparılarak dinamitlenmiş bir toplumdan yine dürüst, sevecen, tatminkar, kadere isyan etmeyen insanlar çıksın istiyor. Ama artık günümüzde o sağlam nesillerin yetiştirdikleri evlatlar bile toprak olmuşken, başarılı olmak için her yol mübah kabul edilip şeytanın aklına gelmeyecek oyunlarla insanlar birbirinin ayağını kaydırırken hele de günümüzde görünürde muhafazakarlaşan halkın özünde ahlakı giyinememiş olmasından ötürü, (belki de bu tablonun verdiği psikoloji ile) böyle bir toplumun gelemeyeceğini ıskalıyor.

 Ama tersten tuttuğu feneri ile bize aslında hangi hasletleri kazanırsak huzurlu ve herkesin birbirini olduğu gibi kabul ettiği bir toplumu tekrar oluşturabileceğimizin izleklerini sunuyor. Bu nedenle Çağan Irmak’a çok teşekkür ediyorum. Bizi nice samimi hikayelerle buluşturup kendini gerçekleştirme çalışmalarında başarılar diliyorum. Bir röportajında “ Kendimi de, film çekmeyi de fazlaca ciddiye almadığım zamanlarda çektim bu filmi” diyen başarılı senarist-yönetmenin usta işi filmlerinde bundan sonra benliğini taşa çalan bilgeler gibi daha farklı işler ortaya koyacağını umuyorum.

Doğru soruları sormak öyle önemlidir ki, bir gün bir de bakarsınız aradığınız cevaplar sizi yormadan önünüze çıkmış, kalbinizi sarıp sarmalamış, oradaki yaralara bir bir merhem olmuş.
Bir film beni bunca sorgulamanın içine attı, Çağan Irmak dedesine ithaf ettiği filmi ile babaannemle çatışan taraflarımın fazlalıklarını aldı, derinlerde bir yerde ayrı bir huzurun kapısını araladı. İçindeki ezik çocuğun sesini bastırmak için çocukça bir tavır sergileyerek bana her kızdığında bu yolla üzen, sen onlara benzedin, kardeşine vermeliydim ismimi diyen bir babaannem vardı. İçimden “Hayır, benTürk’üm, göçmen değilim” diye bağırsam da dışımdan sadece babaannem sinir olsun diye “Evet, ben onlardanım” diyen, kendince zayıfın, hor görülenin yanında yer alan bir torun. Bu adaş iki çocuğun inatları yüzünden o güzelim Girit otlarından yapılan salataları, radikayı, turp otunu yıllarca yemedim, şevketi bostandan, arapsaçından uzak durdum. Neler kaçırdığımı yıllar sonra fark ettim ve bütün otların tadına bakıp müdavimi oldum ama bunları görmeye babaannemin ömrü vefa etmedi. Yıllarca içimde taşıdığım ismimi değiştirme sevdasından da zamanla vazgeçtim.
Şimdi, içimdeki o kızgınlık yerini şefkate bırakınca zihnime babaannemle geçen güzel günlerden de hatıralar gelmeye başladı. Mesela üniversite okumak için başka bir şehre giderken babaannemle vedalaşma sahnem dün gibi taze hafızamda. Babam, bizde kızlar evden bir kere çıkar dediğinde onu susturup o şimdi okumaya gidiyor bu laf gelin olduğunda söylenir, bu ev onun, hem gelin de olsa her zaman döneceği tek yer burası diyerek bana sarılışının verdiği güven hala içimde. Yıllar geçmesine rağmen kaderin çizdiği yolum İzmir’e uğramadığından bir daha dönemesem de biliyorum ki her zaman sığınabileceğim bir evim var İzmir’de. Babaannemin, hatta babaannemin annesinin emeği, teri ile yapılmış, önünde babamın annesinin diktiği çam ağacının olduğu, babamın, benim doğduğum ev, bir evim var İzmir’de. Ve bir de aslında beni çok sevdiğini sonradan fark ettiğim babaannemin anıları, birkaç parça eşyası, fotoğrafları var İzmir’de. Belki daha fazlası zihnimin her köşesinde. 
Bana kendimle yüzleşme fırsatı verdiği, şanslarımı hatırlamama vesile olduğu, ülkeye, insanımıza dair  sorular sordurttuğu için bir kez daha Varolsun Çağan Irmak. 
Herkese doğru soruları kurma şansı verilmesini, cevapların da fazlaca beklemeden ikram edileceği hayatların başrolunde olmalarını dilerim.

Oyuncuların her birinin muhteşem ve yöre insanının doğal halini yansıtan oyunculuklarını da belirterek DEDEMİN İNSANLARI filmini görmenizi salık veririm.

Bu arada merak edenler için bu canlı Ege filminin konusu yapımcıların kaleminden şöyle anlatılmış:  
Ozan, Ege'de küçük bir sahil kasabasında yaşayan 10 yaşında bir çocuktur. Girit göçmeni dedesi Mehmet Bey nedeniyle arkadaşları onunla "gavur" diye alay etmektedir. Yalnız kalmaktan korkan Ozan, başta dedesi olmak üzere ailesine kızar "Biz Türküz." diyerek onlara kafa tutar.
Ozan'ın dedesi Mehmet Bey, kasaba eşrafından, saygın bir adamdır. Kasaba halkına kol kanat gerer, sorunlarıyla ilgilenip, onlara yardım eder. Hoşgörürsüyle bilinen Mehmet Bey torununun bu durumundan dolayı üzülmekte ve endişe duymaktadır. Mehmet Bey daha yedi yaşındayken, ailesi zorla topraklarından kopartılmış, mübadeleyle Girit'ten göçmüşlerdir. Mehmet Bey'in en büyük arzusu ölmeden evvel doğduğu toprakları görebilmektir. Bu özlemle sık sık içinde mektuplar olan şişeleri Ege'nin mavi sularına bırakmaktadır.
DEDEMİN İNSANLARI, küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin geçirdiği büyük değişimi anlatıyor. Kalabalık ve sıcak Ege insanlarının hikâyesini izlerken, mübadeleye, öteki olmaya, nereye gidersen git bir yere ait olamamaya, iki yakaya, çok sayıdaki azınlığa, ihtilallere, bir defa daha ama bu kez farklı bir yerden bakacaksınız.”

HANDAN GÜLER

14 Haziran 2010 Pazartesi

BİR YAŞAM BİÇİMİ OLARAK; AŞK…ÇİLE…ŞİİR…HEDİYE...KOL DÜĞMELERİ EŞLİĞİNDE...


Finallerden sonra özgürlüğüne kavuşmuş köleler gibi olur ya öğrenciler; ne yapacağını bilemez, işte öylesi bir halin içine düştüm ben de dün sınavlarım bitince. Aslında yapacak onlarca önemli işim, önemsiz ama acil gerekliliklerim hadi diye başımda beklese de önce yazmak dedim ve vurdum kendimi klavyeye. Sonunda ne çıkar bilmiyorum ama bu ara o kadar çok yazacak şey olurken ben gereklilik kiplerinin prangası boynumda tek satır yazamıyorum. Şimdi bilgisayar başında kalbim kadar temiz bir sayfada yakalamışken kendimi yükleneyim bakalım ne diyor içim:
Kalabalık bu aralar gönül ülkem, hani iğne atsan yere düşmeyecek cinsinden. Herkes kendini önemli sayıp öncelik istiyor, birini sustursam diğeri fırlıyor, o sussa öbürü başlıyor konuşmaya, beni yaz diyene sıranız gelecek diyorum, hayır beni yaz bırak onu diye atlıyor meydana diğeri, ama diyorum henüz vaktin değil, bırakmalıyım seni bir kenara şimdi, bırakırsın tabi, çünkü yazamazsın ki diye nanik yapıyor küstahça. Dikkatim dağılıyor sonunda, Offff sessiz olun, zaten uykusuz, yorgun, yalnızım diyorum, çekemem şimdi kaprislerinizi, başım da zonkluyor, yumuşak bir kahve içmeli, şöyle sütlü şekerli, eritmeli derdi kederi.
Bilmiş bilmiş şiir oku o zaman diyor içimdeki fırlamalardan biri: Sen hep öyle yaparsın ya, üzgün ya da neşeli olduğunda, yalnızken; kalabalıklarda ya da dört duvar arasında, mutsuzken gündüzde ya da gevşediğinde koynunda gecenin şiir okursun ya!
Susmak adasına düşünce, susturmak istediğinde çevrendeki ve içindeki gevezeleri şiir okursun ya!
Kimseler anlamadığında seni, nakite dönüşmeyen her şeyin değersizleştirildiği bir çağda gereksiz melankoliklikler diye yaftalandığında ruhunun sicili dağlara kaçıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istersin ya, dağlar, alıp başını gidemeyecek kadar uzaklarda… Taşıdığın kimlikleri, sırtlandığın rolleri bırakamayacak kadar sarmalanmışken hayatla. İşte tek sığınak yine şiir, gir mağarana oku bağıra bağıra. Üşüdüğünde üstüne ört, sarılmak istediğinde sarıl kelimelerin sıcak kollarına. İçindeki boşluğu doldur, hakikat arayışındaki sevdalarla. Bu fikir cazip gelince bana yine bıraktım kendimi şiirin, yani  yaşamın sularına. Aşka düştüm yine, bambaşka bir hal sarsın diye içimi dışımı. Renklerin birbirine geçişi kadar naif, karanlığı silecek, soğuğu ısıtacak kadar yakıcı... Karmakarışık, sarmaşık gibi bir düş, katışıksız, yatışmasız, tartışmasız bir hal olan yaşam biçimime, şiire verdim yüreğimi yine…
Tükenme dedi mesela şairin biri, tuttu elimden kaldırdı beni, baharı müjdeledi diğeri. Bismillah de başla, götürür seni götüreceği yere şiir bineği diye fısıldadı öteki,taş gibi ol, moleküllerini değiştiremesin kimse dedi taş gazeli. Kurşun gazeli ile hasret dile geldi, yine seni özlemek birikti, bir dağ gibi yürüyüp üstüme, altına aldı beni. Kimi sevsem sensin diye hatırlattı diğeri. Gam dağları kurup, kayaları kelimeler olan zirveye, çağırdı öteki.
Firar ettim seve seve içimin zindanlarından, bir gamzelik rüzgar yetecekken ha itti beni ha itecekken, bir dolmuşta yorgun şöförler için bestelenmiş bir şarkıdan bir kelime düşünce içlerine, karanlık sokaklarına dalarak şehirlerin, beton apartmanların, sağır duvarlarını yumruklayan, ya da melal denizi parkların ıssız yerlerinde gezinen gencecik aşıkların yürekleri gibi tutundum yine şiire.

Güçlendirsin istedim beni şiir, yaslandın mı çınar,  sardın mı umut gibi olayım, isyan şiirleri okuyayım sonra, kelimeler ki tank gibi geçsin yüreğimden, harfler harp düzeni alsın mısralarda, varlık denizindeki bülbüle sesleneyim sitemvari,  kıyametler koparmasına gönül koyayım yoklar bataklığında.
Derdiyle dertlenip şairin unutayım dertlerimi, bir bomba gibi taşıdığım yüreğimle savaşa gireyim, ne denli acı varsa arayıp bulan beni, en ağır yükün altına sokan buyruk gibi, kalbi sökülmüş çağı yeniden kurmak bize düşmüş gibi okuyayım istedim mısralarını şairlerin.
Kırgın kırgın bakmasın yüzüme Roza, henüz dinlememişken her saza uymayan türkülerimi, mektup mektup büyüyüen umutlarım düşmesin aşk uçurumuna. “Bilmesin kalabalıklar yağmura bakmayı cam arkasından, insandan insana şükür ki, fark var, birine cennetse, birine zindan gelen sözler” desin şairim. Hayatla doldursun boş yelkenimi o masum bakışlar, sonunun bir kaza kurşunu olduğunu hatırlatsın süvarisiz şaha kalkan atların o yakıcı satırlar.
Yine sarsın beni, içinden şiir geçen şarkılar, dudaklarıyla dudaklarımın arasında kalan. “Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara; ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara” desin şair, siyah gözlerine beni de götürsün, artık bu yerlere sığamadığım demlerde, kurtuluşun mu harabın mı gözlerin, gözlerinde mi serap, serabın mı gözlerin diye inlesin içimin uçsuz bucaksız çöllerinde.
Beni ırmağa karıştırsın yeniden, düşürüp düşürüp kaldırsın yeniden ve yeniden, yorgun kuraklığında ıslanmaya değer mi dedirtsin, güzelliğin beş para etmez bu bendeki aşk olmasa desin pervasız sözlerin.
Sigara külü kadar yalnızlık sardığında kızamayayım ona, gördüğü her dilbere tutulan yüreğine, Leyla’dan Mevla’ya geçme faslının bitmek bilmeyen gelgitlerine ben de katılayım mısralarında. Şairdir, ne yapsa yeridir, ne söylese doğrudur diye biat edeyim ona, şiirin bir yalan, bir büyü olduğunu bilen aklıma sen karışma deyip çıkışayım mesela. Yürek kredimi kefilsiz vereyim, kapıma gelen şair olduğunda. Acıdan acıya, sevdadan sancıya düşürseler de vize soramıyorum hala, elinde şiir pasaportu olana.
Düzenin, intizamın hakim olduğu lügatımda her şey serbest şairlerime, tabi gerçekten şiirleşmiş olanlara. Aşktan bahsederken, sevdadan, adanmaktan, yanmaktan, kalbimi eline alıp dilediği kadar acıtabilir şair mesela, varlığın da yokluğunda yetmediği bir menzile fırlatabilir beni. Kesse kanım akmaz, ağlatsa beni güldürmüşcesine severim yüreğini sergilediği şiirini.
 “Bir yıldız kayıyor, bir dal uzuyor, bir gül kanıyor bir seher vaktinde, yanıyor bir ateş için için, içimde içimin de içinde, bir ezgi dönüyor dönüyor dönüyor
Bir ney eriyor dudaklarımda, aşkın bir adı da yorulmamaktır.” dediğinde şair kalkarım şevkle bir asker gibi girerim emrine. “Kendimi de koysam ayağımın altına yine de yetişemiyorum ey aşk, omuz hizana” diye seslenip sorgulamam kelimeyi kanatlandıran şiirin sağdan mı soldan mı estiğini mesela. Ruhuma deyip geçen, değmeyip delip geçen rüzgarlardır mısralar, nasılsa çıktığı yerden ulaşırlar gidecekleri noktaya.                
  
Anlayacağınız eski bir hikaye bu. Hatta yürek kredimi sonuna kadar kullanabilecek şairlerle ve şiirlerle, tanıştığım zamanı hatırlamıyorum desem yeri var, belki anne karnından, belki ruhlar aleminden aşinayım yürek tınılarına, bilemiyorum. Bu tanışıklığı hatırlatan adamsa hala kalbimin sahibi, ilk aşkım, babam; sonraları en çok şiire düşmemden, şiirden düşmemden şikayet etse de kanıma bu zehri ilk şırıngalayan adam, babam. Okuma yazma bilmediğim zamanlarda şiirlerini ezberlediğim şairler vardı, mesela onun çabasıyla. Şiir okuyan ve okutan, kitaplığında Niyazi Mısri’ den, Yunus’a, bir çok divan bulunduran yufka yürekli bir realistti benim babam. Bir gün büyük bir üzüntü ile geldi yanıma,  Necip Fazıl ölmüş dedi, beş-altı yaşlarında bir çocuktum o zaman. Dün gibi hatırlıyorum seyrettiğim cenaze törenini…Saatlerce ağlamıştım şairimin ardından…Okumuştum ezberlediğim şiirlerini hiç durmadan, yaşım anlamaya elvermese de, ruhum kabul etmişti demek ki haykırdığı hakikatleri. Yıllarca onun kelimelerine meftun oldum sonra, her gittiğim yerde okudum usanmadan…
O zamanlar daha bu kadar esiri değildi insanlar paranın…Genişti zamanlar, niyedir bilinmez: Yoksa şiir miydi vakti açan, bizi idealler etrafında tutan. Durun Kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak diye çığlık attığında şair dinlerdi onu kalabalıklar.
Bir genç arıyorum diye seslendiğinde umursamaz bir halde en hızlı mesaj atma, kontür kapma çılgınlığında değildi çocuk yaştaki sevdalılar.
Oğlunun, kızının kalbi olsun, davası olsun telaşındaydı anneler-babalar.
Edebiyat öğretmenlerinin bile şiir okumadığı, okutmadığı hapishaneler değildi okullar. Çile’nin kutsallığına inanmış son çocuklardık o zamanlar. Oysa şimdi bu kelimeyi izah etmek istesek ne deriz, bir dediğini iki etmediğimiz efendilerimize bilmiyorum. Sadık Yalsızuçanlar’ ın bir yazısını hatırlıyorum bu noktada. Yer, beş yıldızlı bir otelin yemek salonu, konu, tasavvuf, dervişler…Yanında liseye giden büyük oğlu var. Konuklar sıcak-soğuk-ara sıcak çeşit çeşit yiyeceklerden hangisini alsam diye düşünürken tabaklarına, dar zamanlarda geniş gönül sürebilmekten bahsediyorlar konuşmalarında. “Çilehane” diye yabancı olduğu bir terim geçince sohbet esnasında babasının kulağına eğilip soruyor, sekiz yaşında ezbere bildiği şiir sayısı bugün şairim diye gezen bir çok adamdan fazla olan,o nadide genç. Ve babası yemek masasına bakıp bu kavramı nasıl izah edeceğini bilemiyor o an.
Çilehane, çile, mukaddes, derviş, dava ne kadar da uzak  şimdilerde hayatlarımızdan. Aynı adla anılan yalanlar ya da sahtecilerin çoğalttığı suretler dolaşıyor ellerimizde, okusak da hiçbir kelime inmiyor gözümüzden, dilimizden gönlümüze.
 Vakit yok diyor spiker, duran düşer, durma devam et yola. Çıkmaz sokak yok, bas üstüne şairin, geç git, mutlaka çıkar yol bulunur bu zamanda. İstediğin kişiye sekiz dakikada nasıl evet dedirtirsinizi oku, beden dilinin öğren ki, maskele kendini, farket samimi halini gizleyemeyen safi gönülleri, kullan sonra bir kenara at beceriksizleri, hala kalp taşıyan çaresizleri.
NLP ile kontrol et kendini, CEO gibi düşün, yönet istediğini ya da yönettiğini zannet, sıradan bir şarkının klibine kadar inen bilinçdışı mesajlarla doldurulan zihnini.
Galiba çok öncelerde dilimizi aldıkları gibi şiirimizi de alınca devrildi içimizdeki hakikat kuleleri. Onları yeniden inşa edecek yine, yeni şairler olacaksa, şiirlerle yürünmeli yollar. Sahih kaynaklara dönmeli, ona göre çizilmeli projeler planlar. Tanımalı, tanıtmalı gerçek şairleri, şiirleri tüm çabalar.
Kendimizi yeniden bulmak için, yitirilmiş cennete giden yolu açmak için muhtacız yine şiire, eskimeyen sözden beslenen, besleyen söze.
Mesela, ARAMAK’ ta“Ey hep bir kelime arayan kalbim, Sonra arayan tekrar arayan kalbim” diyen şaire,  Erdem Bayazıt’a tutunmalıyız yine, yeniden. BULMAK’ına kulak vermeliyiz gecikmeden.
Yaşamak sandığımız kaostan yaşayamadığımız günler için, dalımıza yaprağımıza aşk suyu yürüsün diye, bir gülüş içimizdeki lambaları yaksın, göz çeşmemiz suya ersin diye, çağrılan isimler kurtuluşumuz olsun diye, bir yol bulmak için öteye, düştüğümüz kuyulardan çıkıp, ansızın patlayan bahara pencere açmak için, gözden döküleni, gönülden geçeni, ah hep o kelimeyi bulmak çabasındaki gönüllerimize sıcacık şiiri ile yeniden düşmeli şair bize bırakıp gittiği şiirleriyle.
Hüngür hüngür ağlayarak dualar ederek uğurladığım ikinci şairimdir Erdem Bayazıt,  gönlümün aşk sultanları geçidinin en gür seslisi, “cankuşum, umudum, canım sevgilim” diye diye yaşadığım hayatın bestecisi.
Orta okul yıllarımın içimdeki sesi, aşkın risalesini yazan edep abidesi bir fanidir bahsettiğim. Ne yazsam ne söylesem sönük kalacağını bilir onu tanıtmaktan haya edip bu işi şiirlerine bırakırken, mısralarını hala zihnime kazınan kendi sesinden, yorumundan dinlediğimi de ifade etmek isterim.
Çok az şair vardır, kendi şiirini güzel yorumlayan, onlardan biridir şairim, duyduğunu duyumsatan.
Onu hiç tanımadım, yıllarca ses kasetlerini dinlesem de, dergilerde kitaplarda buluşsam da gönlüyle, sezişin görselliğin önünde gittiği zamanlarda tanıdığımdan belki, tek resmini görmedim, merak da etmedim, kelimeleriydi ilgilendiğim. Yok sayılan güzel adamlardan olduğundan devlet televizyonunda seyretmedim o yıllarda, detaylı bir hayat hikayesini dinlemedim bir belgesel sunumundan. Ama onu ve arkadaşlarını, o yedi güzel adamı çok sevdim, mısralarında dolaşıp durdum, yüreğimi hangisine emanet edeyim bilemedim, en sonunda yıkıp içimin eskiyen yapılarını yer açtım hepsine. Ve itiraf ediyorum, en çok onların dostluklarına özendim, birbirine rakip olmak yerine yapbozun vazgeçilmez parçaları olmayı becerebilmelerine, muhabbetlerine imrendim. Birbirlerini bulmalarını kıskandım, hayatımın her durağında. Artık yalnızlığı içselleştirsem de, bırakın kırkı, yediyi, üçü, iki tane kalbimi anlayan adam yeterdi bana, tamam, bir de olur, dost gibi dost, adam gibi adam ya da kadın…Hiçbir şey acıtmadı gönlümü yüreğimden tutacak dost bulamadığım kadar. İnsan yalnız yaşar, yalnız ölür, konuştukça yalnızlaşır hakikatini bilsem de omzuna başını yaslayacağım, beraber ağlayacağım, sırtımı dönüp giderken yalnızlığıma dostluğuna dair en ufak kaygı taşımayacağım bir dosttur hasretiyle yandığım. Yorulsam da aramaktan, kırık dökük olsa da içim, yaşadığım sürece Sahibi’ mden ümit kesmeyeceğim. Gönül sultanlarımdan budur, devşirebildiğim. Sadakatle durma gayretime binaen belki açılacak bir gün kapılar, dostlarım olacak, sarılacak bir bir yaralar. Ama o güne kadar aşkım şiirdir, her daim şairlerdir beni anlayacaklar.

Şiirden şairden bahsedince sözün bitmeyeceği bir iklime giriyor insan. Hepsinden bahsetmek, tanıtmak, alıntılarla gönül çalmak istiyor şiire aşık olan. Böyle güzel bir amaç için toprağından şair fışkıran Maraş’ın güzide bir sivil toplum örgütü olan MARAŞDER’in vefa göstergesi bir çalışmasından söz etmek istiyorum. Çok şık, çok dolu dolu bir hatırat hazırlamışlar şairim dediğim ERDEM BAYAZIT anısına. Yazıları ile devlet adamlarından dostlarına, şairlerden, yazarlardan herkesin kişisel menkıbesine düşülmüş kısa notlar gibi sunduğu ERDEM BAYAZIT’ ın seçkileri ile tarihe not düşmüş bu armağan.
Sözünü ettiğim eser bana da sunulunca nazik bir davetin akabinde, ne kadar mutlu olduğumu ifade etmek istedim bu satırlar ile. Geçen hafta yazmayı istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım bu teşekkür yazısına verdim sırayı ve susturdum nihayet içimde konuşanları.
Bu armağana ulaşma hikayem ise daha da ilginç. Birkaç haftadır blogdaki eski yazılarımı okuyan ve yorum yazma zahmeti gösteren DİLSUHAN isimli bir blogun da yazarı olan hanımefendi öyle heyecanlandırdı ki beni, epeydir yazı ekleyemediğim blogumla her hal ve şartta tekrar ilgilenmem için güç verdi.
İstanbul’a gittiğim bir zamanda tanışıklığımızı gıyabiden vicahiye çevireceğimiz bir buluşma planladık aynı zamanda meslektaşım olan Şebnem Hanım’ la.
Sonunda buluşma gerçekleşti, yağmurun bile bereket ve sel arasında huyunun değiştiği bir günde, şehirlerin şahında, doyurucu bir Maraş kahvaltısı esnasında. Sadece internet vasıtasıyla tanışan iki edebiyat sevdalısı, zor bir mesleğin icrası değildik de, sanki yıllardır birbirini görmemiş ama çok özlemiş dostlar gibiydik verdiğimiz resimde. Uzun ve keyifli sohbetimizde neler konuşmadık ki, MARAŞDER’ in başkanı avukat ve şair olan eşi ile beraber yaptıkları dernek çalışmalarından başladık mesala söze. ŞAİRİME ağabey diye hitap eden, içi dışı çok güzel bir yürekti karşımda duran.
“Bizleri kardeş kılan Yüce Kudret’e hamd olsun” diye yazıp imzaladığı hatıratı okumaya onun yazısı ile başladım dün akşam. Ve öyle çok ağladım ki, tıpkı şairimin ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm diye diye Hakk’a yürüdüğü günkü gibi bendini aşmıştı, gözümde duran.
Bana bu armağanı sunan güzel insan, tabiî ki kişisel hikayemden habersizdi, henüz bilmiyordu şiire olan tutkumu, aşkın yaşam şeklim olduğunu…Yazılar ve sohbetimiz verse de ipuçlarını, aldığım bu güzel hediyenin manevi değerini bir nebze olsun ifade etmek istedim bu yazıyla. Yoksa ne şiir ne şairler konusunda yetkin değilim yazmaya.  İyi ki, bir gün uğradığı bu blog vesilesiyle kaynaştı ruhlarımız, kesişti yollarımız.
Hepsini ayrı özenle seçip hazırladığım mektupları, başka başka şişeler içinde bırakıyorum bu blogdan açık denize…sahibine gideceğinden emin bir içsesle.
Ve bir gün o mektubun sahibi buluyor şişeyi açıp okuyor bahtına düşen kelimeleri ve dönüp cevaplıyor kalbimi.
İşte bu nedenle, vakit ve dolayısıyla nakit kaybettiğimi söyleyenlere inat, devam edeceğim mektuplarımı göndermeye, yüreğim açık yedi-yirmi dört, ben de buradayım diyene.

Sevgisini sunarken vesile ettiği kitap, kaderin bir cilvesiyle beni aşka düşüren şairimden gelmiş bir mektup oluyor DİLSUHAN’ın ellerinde, ben de o aşkla alıyorum mektubumu elime.
 Şairimi görmüş bir gözle göz göze gelmek ise ayrı bir hediye. Ben de, bizleri kardeş kılan Yüce Kudret’e, şükürlerimi sunuyor, bizi, dostluğun zamanın ve mekanın bağlarından azad edeceği güne eriştirmesi dileğiyle son veriyorum söze.
Demek ki, “Erdem’li şairler çekilse de göğümüzden” birer birer başka alemlere, sesleri davudi bir şekilde hala yeryüzünde, birleştiriyor kalpleri en içten kelimelerle. Dua ve muhabbetle.
HANDAN GÜLER    

VE...BARIŞ MANÇO' DAN...KOL DÜĞMELERİ
  

7 Haziran 2010 Pazartesi

İSMİMİN BAŞ HARFLERİ ACZ TUTUYOR, BAĞIŞLANMAMI DİLERİM DİYEN ŞAİR A.CAHİT ZARİFOĞLU' NA RAHMETLE...


KABÜL  

Eski şairliklerim gitti gözümden
Gayridir başka bir hal kuşanıyorum

Azık yoldaş olmaz haydi geç toklukları
Az'la doymak yap deş insan zamanlarını

At al at bin at kuşan da ciğerin koş
Davran bre çocuk doyma ilk sulardan

Hehey gözüm hehey gözyaşı odsuz kaldın
Nice hançer dürdün sabır balyaladın

Göğsümde bir küçücük derya buldum
Kabına sığmaz bir ceylan yoldaşım

Eteğini toplamış bir sevgili düştü kumsala
Ufacık kuru dudaklarında bir hasret sayhası

De Zarif inle. Ta ki huzra vardın
Nice yıl isyan durdun gurbet kaldın

A. CAHİT ZARİFOĞLU


NOT : BU GECE VE YARIN GECE TRT'DE SAAT 22 DE CAHİT ZARİFOĞLU BELGESELİ VAR.KAÇIRMAYIN:))




18 Nisan 2010 Pazar

22 Mart 2010 Pazartesi

KİTAPTAN KÜREKLERİ, YAZIDAN KAYIĞIYLA GÖNÜLLER OKYANUSUNDA İLERLEYEN BİR YAZAR: NİHAT DAĞLI'YA…



"ProgId">
KİTAPTAN KÜREKLERİ, YAZIDAN KAYIĞIYLA GÖNÜLLER OKYANUSUNDA İLERLEYEN BİR YAZAR: NİHAT DAĞLI'YA…
O’nu tanıdığımda yaşım 11 idi, O'nun 22. Babamın sevdiklerini sevip yerdiklerini yerdiğim, önüme koyduğu her eseri hızla okuduğum vakitler. O da babamın dolayısıyla benim çok sevdiğim insanlar arasında yer almış, umut ve heyecan dolu genç bir yazardı o zamanlar. Ortalama her hafta görüştüklerini, bu görüşmelerde geçenleri babamın bir bir anlattığını, haftalık yazılarını okuttuğunu hatırlıyorum anılara dönünce.
Orta  okulda bir sürü derece aldığım kompozisyon yarışmaları için yazılar yazarken, lisede edebiyat dergisi için çalışmalar yaparken O'na öykündüğümü ama beceremediğimi anımsıyorum. Uslubun kendine has bir şey olduğunu yıllar içinde, adını yazmadan yazacağı satırları bile tanıyabilecek aşinalığa geldiğimde kavradım. Sanırım O da, benim satırlarımı nerde görse, nasıl süslesem, ne sıfatlar arkasına saklasam, en yalın halini bildiğinden devrik cümlelerimin, hemen tanır ve ısrarlı talebimle, beni besleyen, büyüten düşüncelerini sunar yazıya.
Zaten 1992’ de gazetede yayınlanan ilk yazımı farkedip soyadından dolayı babama kim olduğunu soran da O olmuştu, ümit verici sözlerle kendisi bile farketmeden beni büyük bir coşkunun ortasına bırakan da. Ama bunların hepsi gıyabında gerçekleşen hadiselerdi ve O'nu hiç görmemiştim, bir resimdi zihnimde yıllarca.
Sonra bir gün o resimdeki adamı gördüm sokakta. Ertesi gün yine, sonraki gün tekrar. Koltuğunun altında en az üç kitap yanımdan geçip beklediğim noktanın karşısındaki binaya giriyordu her sabah. Babam söyledi sebebini sonra, oradaki bir kamu kuruluşunda memurdu yazarım o yıllarda. İki  sene boyunca her sabah O'nu bu şekilde gördüm, hep umutlu, hep heyecanlı bir yüz ifadesi ile hep en yakın dostları kitaplarıyla.
Sonra ben şehrimden ayrılınca öss rüzgarıyla, dergi ve gazetelerden takip ettim yıllarca. Üniversite bitip staja başlarken bir dergide sizden gelenler başlıklı bir köşenin editörlüğünü yaparken gördüğümde O'nu, hemen bir  yazı yazıp yolladım dergiye. Tabi yanına,  iyice köşeye sıkıştığım o günlerde akıl danışacağım bir büyüğüm olarak bana yol göstermesini istediğim bir de mektup yazdım, hayatın örselediği ruhumdan geriye kalan samimi duygularla. Altı gün sonra beni aradığında ağlıyordum, soğuk bir koridorun acımasız karanlığında. Sesi bir el uzatmıştı ruhuma, o güçle çıkabilmiştim binanın dışına. Ekimin son günleri olsa da yazdan kalma bir günü yaşamaktaydı Konya.  Ama içimdeki kışı bir O anlamış, ihtiyacım olan ateşi bir O yakmıştı o gün bana. Sonrasında hep destek oldu zorluklarımda, bıkmadan usanmadan dinledi beni, uzayan satırlarımda. Çözüm önermeyi pek sevmeyen ama alternatifleri bulacağım noktaya kadar sesli düşünmeme eşlik eden bir tavrı vardı. Bence demezdi hiç, ben değildi çünkü. Ben olsam şöyle yapardım diye ahkam kesmezdi, bilirdi ki kimse kimsenin içinde olduğu resmi tam olarak göremediğinden ne kadar destek amacıyla da söylese fikrini, hep eksik kalacaktı söyledikleri.  
Ve bir zaman sonra O'nu ziyaret ettim, İzmir’e geldiğim bir hafta. 21 yaşındaydım o zaman, o 32. Yıllardır gıyaben tanıdığın biri ile yüzyüze gelmek, tanışmak çok ilginç bir duyguydu,  şimdi bunu anlatacak kelime bulamıyorum. Hani çok eski dostların yıllar sonra karşılaşmasındaki gibi bir coşku, on yıldır okuduğun, çocukluk ve ilk gençliğine yön vermiş bir yazarla ilk kez karşılaşmanın korkuyla karışık heyecanı…Ve daha bir dolu karışık duyguyla gitmiştim çat kapı, çalıştığı iş yerine.  Ne cesaret… O zamanlar demek ki cesurmuşum, buradaki “cesur” kelimesinin manasını en iyi o anlar. Hatta cesur kavramının gönül sözlüğümdeki karşılığı onun adıdır. Çok genç yaşlardan itibaren ne istediğini bilen, kararlı bir insan olmayı başarmıştır.
Yazısına öykünmeyi bırakıp önderliğinde çıktığım başka okumalar esnasında onun en çok bu yönüne hayran kalmışımdır: Cesur, kararlı, azimli, bedel ödemeye razı. Ağır sonuçları çıksa da önüne tercihlerinin,  geri dönmeyecek kadar dik başlı, kimseye dayanmadan, hatta ona dayananları da taşıyabilecek kadar güçlü bir adam. İnandığı herşey uğrunda dünyayı karşısına alacak kadar cesur, ama bir kuşun kırık kanadına, bir çocuğun gözünden akan yaşa, ülkesinde herhangi  bir kadının daha doğru ifadeyle dil, din, ırk farkı gözetmeksizin bir insanın uğradığı haksızlığa dayanamayacak kadar naif bir insan. Okurlarına dost muamelesi yapacak kadar mütevazı, her yazılana cevap verecek kadar nazik bir adam.
Sıkıştığım her köşe başında fenerini içime tutan, babamın gözlükleri yerine kendi gözlerimle bakmam gerektiğini hatırlatan bu değerli insan kadar cesur olsaydım, bugün bambaşka bir hayatım olurdu diye düşünüyorum, geriye bakınca. Ama ben onun kadar keskin kararlar veremeyecek ölçüde köşeye sıkıştırılmıştım, bu, çocuklarını yiyen, ataerkil ülkede. Boyun eğmek zorunda olduğum kurallar çerçevesinde yaşadım hep, hala değişen bir şey de olmadı  yaşantımda. Ancak durduğum yerde nefessiz kaldıkça,  yeni yeni pencereler açıyorsam kendime, bu enerjiyi buluyorsam hala, hep onun ektiği tohumlar yeşerdiğinden içimde, başlarını çıkarıp topraktan bakıyorlar penceremden güneşe, şimdi benimle birlikte.
“Tarihin sadece tarih olduğunu, dönüp dönüp gidilecek ve orada konuklanacak bir yer olmadığını “ söylemişti bir keresinde bana. “Yaşanması ve üzerine düşünülmesi gereken bir yer olduğunu “ belirtmişti. Bugün öylesi bir muhasabeye girdim ben de içimde. Keşke diyemeyecek bir tercihler silsilesinden gelseydim bugüne keşke. Ama bizi bizden iyi Bilen taşıdı ya bugünlere, razı olmayı bilmeli kadere. O’nun deyişiyle “Kulak kesilmeli aleme”, belki de.
Acılar yaşatıp sınandıkça dost bildiklerimle, onun yüreğinin önüne düştüm her seferinde. “Galiba biz başkasından acı görerek seyrelecek, bir sürü başkası böylelikle dökülecek yakamızdan, biz kalacağız kendi başımıza ve Rabb’imiz…Etraf sakinleşecek…Hafiften konuşmaya başlayacağız Rabb’imizle… Ağlayacağız ona…Yani kendimiz olacağız.“  demişti bir gün teselliler sunarken bana.
O’nu çok az gördüm yıllar içinde. Bazen senelerce yazışmadık ama ne zaman bir selamda kesişse yolarımız,  bıraktığımız noktadan başladık kalbi dostluğa. Zamanın; kardeşliği, dostluğu, haldaşlığı silemediğine olan inançla.
O benim şehrimde, bense çölün ortasında bir serap gibi sığındığım “ada”mda, iyi ki, kitaplar var diyerek yaşıyorum hala. Onun kitaplarını nasıl da içtiğimi geriye bakınca görüyorum. Hele de “Hiçkimseye Mektuplar” ı  satır satır didiklediğimi, onun üzerine sayfalarca yazdığım mektubu görünce hatırlıyorum.
Son kitabına kadar hepsini okudum defalarca. Sonuncusunu ise onca aramama rağmen bulamamanın üzüntüsünü yaşıyorum bu gün. Onbeşinci yılı devirdiğim gurbetten, belki bir yıla yaklaşan sıla özlemiyle döndüğümde İzmir’e,  orada bulurum ve özlediklerimle buluşurum duygusunu yaşatıyorum içimde. 
 O’nun dediği gibi diyorum bugün: “Bazen çıkamıyor insan kendinden, kendisi kendisine hapishane oluyor, muhkem bir hapishane, gardiyanı çok...Tutuklu da aczden başka bir şey değilse…Talip olmaktan çıkmışsa, gelen/maruz kaldığı neyse sadece bunu karşılamaya gücü kalmışsa…” Bu sözlerin üzerine söz söylenir mi hala?
Bir de şunu belirtmek istiyorum: Çok az insan böyle bir yere sahip oldu, gönül haritamda…Otuz sene de bir elin parmaklarına ulaşmadı beni bunca anlayan dost sayım. Ama belki de onun kadar anlayan olmadı, olamayacak. Çünkü o benim çocukluğumun, ben onun gençliğinin uzaktan da olsa şahidiyimdir. Söylediğim her kelimenin derin ve çağrışımlı bağlarını ancak o çözebilir. Ne demiş bir bilge; insan çocukluğudur.
Bu gün onun beni tanıdığı yaştayım: Burdan bakınca hayat çok başka görünüyormuş, onu kısmen anlıyorum ama o yine benden önde gidiyor, kimbilir yeni yaşlarında neler keşfediyor.

Evet o bir kaşif, kendinde yol alıyor, öyle geniş bir okyanus ki içi, her gün bir başka sahil daha buluyor sığınacak ve kapıyor kendini yanlışa, yalana, bir rüya olan hayata. Ölmeden önce ölme telaşında O, herkes gibi mutluluk denen yalanın peşinde değil gönlü. Kendini bilme, böylelikle alemi okuma, kitaptan kürekleri, yazıdan kayığıyla içindeki okyanusta yol alma telaşında.
Yıllardır görmediğim ama haberlerini bir şekilde aldığım yazarıma dair, bir şeyler söylemek zor oldu doğrusu ama yazmasam olmayacaktı noktasına taşıdı bu sabah gelen bir ileti beni. Bir sosyal paylaşım alanı olan Facebook’tan gelen iletide arkadaşınız Nihat Dağlı’nın doğumgünü bu hafta diye bir hatırlatma vardı. Yetiştirmem gereken acil işlerim sebebiyle ve daha zamanı var diyerek birkaç saat bastırdım yazma isteğimi ama olmadı. Ve bu yazı böyle çıktı ve gönülden düştüğü gibi buraya aktarıldı.
Nihat Dağlı kadar geniş gönüllü birini yazmak haddime değil ama bana açtığı pencerden selam vermek, yeni yaşını erkenden kutlamak istedim. Onu anlatmaktan uzak, paylaşmak  istediklerimden çok çok eksik bu yazı onu tanıyanlara mutlaka bir şey ifade edecektir. Eğer hala tanımayan biri var da bu satırları okuyorsa, dilerim bu yazı  onun kitaplarına, onun dünyasına taşısın gönlünü bu baharda.
Ve Sayın Yazarım, gelecek günlerin geçenlerden bereketli olsun, sağlık ve huzurla uzun yıllar daha yaz kağıtlara, oradan aksın sıcacık kelimelerin çoraklaşmış gönül haritalarımıza. Eminim son yirmi yılda sana karşı bir çok kusurum olmuştur, kırmışımdır belki seni, öyleyse eğer affet beni. Koruyacaksın her daim, yüreğimdeki yerini.
HANDAN GÜLER    

18 Mart 2010 Perşembe

ÇANAKKALE İÇİNDE VURDULAR BENİ...ŞEHİTLERİMİZİN RUHLARI ŞAD OLSUN



YABANCI ASKERLERİN ANLATIMI İLE ÇANAKKALE
Çanakkale’de yaşananların o günleri yaşamış düşman askerlerinin anlatımıyla:

“Bayraklar dalgalanıyor, borular öttürülüyor ve dalgalar halinde üzerimize geliyorlardı. Ben makinalı tüfeği sabitleştirdim ve oturduğum yerde namluyu öne ve arkaya çevirerek ateş ediyordum. Nişan almıyordum ama ıskalamak olanaksızdı. İki yüz metre bile yoktu aramızda. Çok kalabalıklar ve arazinin kayalık olması nedeniyle yayılamıyorlardı. Bir açıklıktan geliyorlardı üzerimize. Biz bu uçtaydık ve onlar da öteki uçtan geliyorlardı. Ben ateş ediyordum, iki numaram mermi şeridini tutuyor ve kutudan yeni şeritler çıkartıyordu. Diğerleri tüfekleriyle ateş ediyorlardı. Ateşin etkisini göremiyorduk, sanki büyük bir nesneye ateş eder gibiydik. Tek tek insanlar yoktu karşınızda. Her şey birden sona erdi ve birden önümüzde kimse kalmadı...”

“Avrupa’da hiçbir asker yoktur ki, bu ifadenin altını çiziyorum, Türklerle mukayese edilebilsin. Almanların müdafaada gayet iyi oldukları kabul olunabilir. Fakat siperlerde onlar dahi Türklerle kıyas edilemez. Misal olarak Gelibolu’yu zikretmek isterim. Orada bizim gemi ateşlerimizle büyük zayiata uğrayan kıtalar, Türk olmasalardı. Yerlerinde kalamaz ve derhal değiştirilirlerdi. Halbuki, Türkler, bütün muharebe müddetince yerlerinde kaldılar.”

“Türklerin içinde iriyarı biri vardı, neredeyse iki metrenin üstünde olmalıydı, bizimki de en az onun kadar iriydi. Sanırım prestij için iri adamlarını seçmişlerdi. İkisinde de beyaz bayraklar vardı. Ve ortada duruyorlardı.... Ben ölüleri gömenlerden biri değildim ama siperin kenarına oturdum ve bir süre sonra yanlarına gidip Türk’e sığır kavurması ikram ettim. Gülümsedi, çok sevinmiş göründü ve o da bana ipe dizilmiş incir verdi. Jacko adını verdiğimiz Türk askerlerinden ben de, bizimkilerin hepsi de pek hoşlanmıştık. Onun için kötü bir söz söylendiğini duymadım, temiz dövüşürlerdi ve dünyanın en cesur insanlarıydı. En yoğun ateş karşısında bile durmazlardı, adeta fanatik insanlardı. Onlarla ateşkeste karşılaştığımızda çok esaslı insanlar oldukları sonucuna vardık....”
 
95 Yıl önce tarihin akışını döndüren muhteşem bir zafere imza atan,Çanakkale kahramanlarını ve,kendilerini Türk Milleti’nin varlığına adayan içinde anneannemin ve babaannemin amcaları dayıları da olan tüm şehitlerimizi minnet, şükran ve dualarla yad ediyoruz.
Ruhları şad, mekanları cennet olsun.
ÇANAKKALE İÇİNDE VURDULAR BENİ dinlemek isterseniz...
 

1 Ocak 2010 Cuma

sen benim onyedi yaşımsın...İBRAHİM SADRİ...VE dua...






Bir baba ile oğul oltalarını göl kenarına atıp otele döndüler. Bir saat sonra gittiklerinde oltaya dört beş balığın takıldığını gördüler. Çocuk:


— Ben balıkların oltaya takılacaklarını biliyordum, dedi. Babası sordu:

— Nereden biliyordun?

— Dua ettim de onun için, dedi çocuk.

Cevaptan babası hoşnuttu. Oltayı yeniden hazırladılar, ikisi de hallerinden memnun öğle yemeği yemek için otele döndüler. Yemekten sonra göle gittiler. Yine birkaç balık yakalanmıştı. Çocuk:

— Böyle olacağını biliyordum, dedi.

— Nereden biliyordun?

— Dua ettim de onun için.

Baba oğul oltayı tekrar göle attı ve otele gittiler. Yatmadan önce, göle gidip oltaya baktıklarında bu defa bir tek balığın bile oltaya takılmadığını gördüler. Çocuk yine ama bu kez:

— Ben oltaya balık gelmeyeceğini biliyordum, dedi. Babası gelecek cevabı tahmin eder gibi sordu:

— Nereden biliyordun?

— Dua etmedim de onun için, dedi çocuk.

— Niçin dua etmedin.

Cevap enfesti ve asıl merak edilen de oydu.


— Oltaya yem takmayı unuttuğun aklıma geldi de ondan…

sen benim onyedi yaşımsın...İBRAHİM SADRİ


müzik - 17 yaşımsın ibrahim sadri

24 Aralık 2009 Perşembe

2009 YILINDA SANAL DOSTLUK ÜZERİNE! (YILIN SON UZUN YAZISI:)HA GAYRET:) HERKESE TEŞEKKÜRLE)





2009 YILINDA DOSTLUK ÜZERİNE!


2009 yılına girdiğimizin ilk günleriydi, bir önceki yılın yaralarını sarmaya çalışıyordum.

Bir sürü şey üst üste gelmiş kalbimi, ruhumu yormuş, hayatın dışına fırlatmıştı. Yıllardır kendimi dahi duyamayacak kadar yoğun bir çalışma temposu içindeyken biranda sadece beynimin içindeki seslerin olduğu bir diyara sürülmüş, öylece, oracıkta, yapayalnız kalmıştım. Kafamın içinde dolanan neden, niye soruları attıkları voltalarla kalp konforuma zarar verirken etrafımdaki herkesin yoğunluğu beni kalabalıklar içinde yalnızlık kavramı ile tanıştırmıştı.

Herkes o kadar çok koşuşturuyordu ki, en yakın arkadaşlarımı aramaya çekiniyor, ziyaret ettiğimde işlerine engel oluyorum hissi ile iki büklüm oluyor ve kendimi eve kapatıyordum. Yalnız ve sessiz olan bu ortamda beynimdeki aktörler yine sahneye çıkıyor ” iyi de ama, niye sen? “ sorusuyla kemirme operasyonuna başlıyorlardı. Zihinden kalbe inen sorular saatler içinde zehirli bir sarmaşık gibi kalbimi sarıyor, sıktıkça sıkıyordu.



Kendimi dinlemekten kurtulmalıydım. Mevsimlerden kıştı ve yalnız bir yere gitmekten çekiniyordum. Geriye tek alternatif televizyon kalıyordu. Zamanla o odada olmasam bile televizyonu kapatmaz oldum.Gürültüsünde, başkalarının dertlerinde kendimi unutuyor, yalnız insanların evlenme programlarına gelişlerini anlayabiliyor, halime şükrediyordum. Ancak bir süre sonra en değerli varlığımı boş yere yitirdiğimi fark ettim ve televizyonu kapattım.



O sıralarda kötü bir haber aldım. En az benim kadar talihsiz olan sevgili kuzenim MS hastalığına yakalanmıştı. Çocukluğumun birlikte geçtiği aynı yaşlarda olduğumuz genç bir adam çaresiz ve ilerleme şekli belirsiz bir durumla karşı karşıya kalınca hayatın aslında belirsizlikler üzerine kurulu olduğunu, geri dönüşlerin olmadığı bir sınavın içinde olduğumuzun ayırdına varmıştım.O günlerde kuzenimin eşi yazdıklarımı okuyunca bir blog yazsana sen böyle günlüklere biriktireceğine, ablam yazıyor bak, ondan detayları öğren dediğinde blog nedir ne işe yarar bunu bilmeyecek kadar internetten uzak bir durumdaydım. İş için maillerime bakar, birkaç haber sitesine göz gezdirir, en fazla yarım saatte internetten reele geçerdim o güne kadar. Bu tavsiye üzerine konuyla ilgilenmeye başladım ve o gün okuduğum şiirin bir dizesinden yola çıkarak belirlediğim adreste başladım yazmaya.Blogu kurduktan sonra arkadaşlarıma mail yoluyla haber versem de pek ilgilenen olmadı doğrusu. Haklıydılar da, hayatın keşmekeşi büyük şehirde öyle bir sarmalamıştı ki herkesi, ev, iş, trafik, çocuklar, arasında edebiyata ayıracak vakit bulmak için ona aşık olmak gerekiyordu. Gençlik yıllarında herkes edebiyata bir yakınlık duysa da hayatın getirdikleri, incelikleri götürdüğünden edebiyatla olan ilişik “Amannn, edebiyat yapma! Gibi söylemlerle zaman içinde kesiliyordu. Ama dostlarımdan biri, edebiyatın aşığı bir kalp, kışımın en soğuk zamanlarında girip hayatıma, yazdıklarıma cevap verdi, destek oldu, yol gösterdi iletileriyle bana.Ve işte nedenlerin beynimi kemirdiği, yalnızlığın ruhumu daralttığı o noktada bir kurtuluş ipi uzatan eski dostumun ipinden tuttum sıkıca, bir daha bırakmama duasıyla. Dostluğumuz yazdığı samimi ve sade maillerle derinleşti zamanla. Bana yol gösterdi hep, muhabbetle dolu ışığıyla. Önce daha çok okumamı salık verdi, listeler gönderdi, beni televizyonun önünden çekti aldı, edebiyata olan aşkımı hatırlattı, aşkı anlattı, kuzenim hasta olduğunda bir o her gün nasıl olduğumu sordu. İletisinde “Hastan nasıl?” demedi mesela, “Hastamız nasıl?” sorusuyla kalbimde taht kurdu.



Onun emeğiyle, sevgisiyle kabuğumdan sıyrıldım ve tekrar yazmaya başladım şevkle. Blogda izleyicilerim olmaya başladı sonra. Yorum yazanlar, söylediklerimi duyanlar, duyduklarıyla mutlu olanlar arttıkça benim de aşkım arttı yazmaya.

Bendeki değişiklik gözle görülür oldu zamanla, dostumun varlığıyla. Etrafımdaki herkes memnundu bu olumlu başkalaşıma.

Zor geçen bir yılın ardından hiçbir maddi şartım değişmese de bakış açımın farklılaşmasıyla tünelin sonundaki ışığı görür gibi oldum. Bir de daha önce katıldığım mesleki bir proje sebebiyle üç hafta süreyle İngiltere’ ve İskoçya’ya gitme şansı verilince bana, daha bir mutlu olmuştum o ay.”Bahar Gelsin” ismiyle yazmaya başladığım zamandan sonra tam vaktinde kapımdaydı bahar, umuda taşıdı beni Nisan da.



2009’dan en etkileyici sahne olarak zihnime İngiltere uçağında, cam kenarında yaptığım dört saatlik yolculuk geliyor mesela. Bir masal alemine geçmiş gibiydim; bembeyaz bulutlar arasında. Daha önce yurtiçi uçak seyahatleri yapmış olsam da, kısa süreli olduğundan bu kadar büyüleyici gelmemişti gökler bana. Bir de tüm Avrupa’yı uçağın alçaldığı yerlerde kuşbakışı seyretmek çok hoşuma gitmişti. Evet, İngiltere güzel bir yerdi, grubumuzla geçirdiğimiz vakitler keyifli. Bana iyi gelen bu zamanda dahi halimi hatırımı sormuştu dostum.

Yoğun yolculukları arasında bana vakit ayırmasının ne de büyük bir incelik olduğunu o gezide anlamıştım mesela, malum seyyahlık zor ve yorucu ne kadar keyifli olsa da.



Temmuz başı kardeşimi evlendirip İstanbul’a gelin göndermek bu yılın en güzel olayları arasında yer aldı. Artık aşık olduğum şehirde kanımdan kan canımdan can vardı.Tabi daha bebek diye gördüğüm laf aramızda küçükken çok da eziyet ettiğim kardeşim büyümüş, üniversiteyi bitirdiği hafta evlenmiş ve ablasının en yakın dostu oluvermişti bir anda.Zamanın geçiciliğini gösteren bu güzel olay faniliği hatırlatmasıyla bir şamardı aslında ruhuma.



Geçmişliğine üzülüp Ah’larla andığımız güzel günlerden ziyade, iyi ki geçti, hamdolsun dedirten, bizi şükre götüren zor günler daha da fazlaydı bu yıl aslında. Ve bu zor günlerde dostum yanımda olmasa, her daim dua ve dilekleriyle gönlüme ferahlık verecek kelimelerden köprüler kurmasaydı bu gün burada olamazdım galiba. Şairin dediği gibi diyorum:



“Hamdolsun, Yaradan’a hamdolsun.

Yaratıp imtihan edene, imtihandan geçirip zafere erdirene,

Rahman olana, Rahim Olana hamdolsun.”(ERDEM BAYEZIT’a rahmetle…)



Öncelikle hiç layık olmasam da gönlüme inşirah için gözü gönlü hakikate açık bir dostu ruhuma dost eylediği, beni benimle bırakmadığı için kainatın zerratı adedince şükürler sunuyorum Rabb’ime.



Bitmek bilmez kışlarımda bile benden vazgeçmediği, kendime tahammül edemediğim zamanlarda bana tahammül ettiği, ruhumun elini hiç bırakmadığı için tüm kalbimle, tüm muhabbetimle teşekkürü bir borç biliyorum dostuma.



Nice zamandır yazdığım rutin dert dolu iletilerimi cevapsız bırakmadığı, varoluş sebeplerimizi hatırlatarak beni her daim diri tuttuğu, tabularımı yıktığı, okuma serüvenimi hızlandırdığı, aşka aşık bir yürekle yaşamayı öğrettiği için minnettarım.




Bir de sanal alemde adını bile bilmediğim ama hikayelerini tüm açık yüreklilikle anlatan dostlarım oldu bu blog vasıtasıyla.

İbretlik hikayeleriyle hep ihtiyacım olduğu anlarda çıktılar karşıma. Tanımadığım kardeşlerime dua etmeyi öğrendim ben burada.

Acı aşk hikayeleri dinledim, onlarla ağladım, onlarla sevindim, bazen yazdıklarımda buldular kendilerini bazen katkılar sunup zenginleştirdiler düşüncelerimi.

İsim sayamam tabi, hem çoklar hem de onlar kendilerini bilirler, söyleyebileceğim tek şey; iyi ki bu blog yazılmış bahtıma, iyi ki bu dostlarla yalnızlığın kör kuyularından çıkarılmış, paylaşmanın zevkine varmışım.



Mevlana demiş ki; “Ben dostlarımı ne kalbimle, ne aklımla severim. Olur ya kalp durur, akıl unutur… Ben dostlarımı ruhumla severim, o ne durur ne unutur.”



Ben de Mevlana gibi diyorum; adını, sanını, yüzünü, evini, işini bilmediğim nice güzel insanla tanıştığım siber alemde sizleri ruhumla seviyorum. Sayınızın izleyici sayımın çok üstünde olduğunu da bizatihi yaşayarak görüyorum. Varlığınıza, sağlığınıza duacıyım…



Gelen zamanların, gidenlerden daha kazançlı olması için kalplerimizin Hakikat’e ayarlı kılınması niyazıyla, herkese iyi seneler.



HANDAN GÜLER

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Not: “DOSTLUK ÜZERİNE” adlı FETHİ GEMUHLUOĞLU’ nun bir kitabını aldım. Henüz okumadım ama en kısa sürede okumak arzusundayım.Başlıkta esin kaynağım olan yazara rahmet, hazırlayana hürmetle…

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------

CAN DÜNDAR’IN BİR DOST YAZISIYLA BAŞBAŞA BIRAKIYORUM SİZLERİ:



Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın...

'Nereden çıktın bu vakitte' dememeli, bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında; gözünün dilini bilmeli; dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı...

Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında; sen, her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin.



Kucaklamalı seni güvenli kolları, dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı...

En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin; gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz...

Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli.

Alkışlandığında değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli. Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona, övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin.

Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; günahlarının yegane şahidi... Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş..

Gözbebekleri bulutlandığında, yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin. Ve sen ağladığında onun gözlerinden gelmeli yaş...

Yıllarca aynı ip üstünde çalışmış, cesaretle ihanet arasında gidip gelen bir salıncağın sınavında birbiriyle kaynaşmış iki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri...

'Parkurun bütün zorluklarına rağmen dostluğumuzu koruyabildik, acıları birlikte göğüsleyebildik ya; yenildik sayılmayız' diyebilmeli...

Issızlığın, yalnızlığın en koyulaştığı anda, küçücük bir kağıda yazdığımız kısa ama ümit var bir yazıyı yüreğe benzer bir taşa bağlayıp birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz:

'Bunu da aşacağız!
İmza: Bir dost!...'
Can Dündar


LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin