şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Mart 2013 Pazar

“Üç Noktalar Koymaz Bana…” -DOST’A-



Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesinin bizi nereye taşıyacağı belli değil diyerek kader akışının gücünü ve her şeyin geçip gideceğini vurgulayan bir dostum vardı bir zamanlar. Yıllar rüzgar gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı. Evet, her şey geçer diyordu sık sık. Geçmez mi hiç, sevinç de keder de akıp gidiyor ömrümüzle beraber gönlümüzden. 
Hani bir gün sen de demiştin ya, buradan gideceksin unutacaksın geçen güzel günleri. Hayatımızdaki ortaklıklar azaldıkça kopacak bağımız. Sonra başkaları girecek hayatımıza, başka yerler, başka insanlar… Her gittiği yere gönlündeki dostlarını da taşıyan biri olarak önce üzülmüştüm söylediğine. Ama bunun hayatın bir gerçeği olduğunun da farkındaydım. Lakin bu gerçeği hatırlattığın anda içim öyle acımış, bir anda unutuluşun soğuk duvarlarına çarpan zihnim yıllar öncesine gitmişti: Biz bütün torunlar olarak Hacıbabama çok düşkündük. O da hepimize özel hissettirirdi kendimizi. Zaten bu sebeple sevmez miyiz gönlümüzdekileri. Hacıbabam, o en sevdiğim, sırtını verdiğinde kendini güvende hissedeceğin, heybetli bir dağ misali o güçlü adam, ömrünün sonralarına yaklaştığı malum olmuş gibi bir akşam hepimiz toplanmışken dizinin dibine “hayat hızla geçiyor, ölüp gideceğiz, unutulacağız, belki de unutulduğumuz bile unutulacak” demişti. Sarılmıştık ellerine gözlerimiz dolu dolu olmuştu, biz seni unutur muyuz demiştik dedemize. “Unutursunuz “demişti, “En çok seveniniz bile 1 hafta ağlar, 40 gün üzülür, dualar okur arkamızdan, sonra zaman geçtikçe adımızı bile anmaz olur, hayat gailesi fırsat bırakmaz buna, bari arada arkamızdan bir Yasin okuyanınız çıksa !” diye ilave etmişti. O an kendimize söz vermiştik hepimiz, unutmayacak öldükten sonra da hergün Yasin okuyacaktık ruhuna ve unutmadığımızı ispatlayacaktık ona. Kısa bir süre sonra onu ani bir trafik kazasında kaybettik, O zaman lisede birinci sınıfta okuyordum, hacıbabamı kaybetmeden az bir zaman önce bir arkadaşımın yakını ölmüştü ve benim hiçbir yakınım ölmedi diyerek içimden geçirmiştim. Bir de o yıllarda okulumuzda yatılı öğrencilere misafir gelir danışmaya gelmeleri için isimleri anons edilirdi, ben de bir gün beni de çağırsalar diye özenirken işte bir sabah henüz ilk dersin tenefüsüne çıktığımızda adımın anons edildiğini duyunca heyecanla inmiştim merdivenleri üçer beşer.Ardından kardeşimin ve kuzenimin de adları okununca bir korku sarmıştı içimi. En büyük ben olduğum için ilk bana söylemişti görevli “hemen anneannenlere gidin deden kaza geçirmiş” demişti. Bir yandan ağlayıp bir yandan koşarak durağa gitmiş dolmuşun gelmesini beklerken önünde durduğumuz caminin minaresinden okunan sala da hacıbabamın adını duyup yıkılmıştık olduğumuz yere. Sonra birileri bizi alıp eve götürmüştü ama gerisini çok hatırlamıyorum. Hatırladığım sadece ölüsünün yüzüne bakmamıştım, onu her zaman gülen yeşil gözleriyle hatırlamak için. O günden sonra adımın bir yerde anons edilmesinden de aklımdan olumsuz şeyler geçirip beni bulmasından da korktum. Zihnime yerleşen olumsuz cümle kalıplarını silmek için hala uğraş vermekteyim. O nedenle senin de unutursun dediğin noktada derin bir hüzne yuvarlandı yüreğim, çünkü artık onbeş yaşında değildim, kendimize verdiğimiz her sözü tutamayacağımızı, ayrıldığımız sevdiklerimizi hergün anamayacağımızı bilecek kadar büyümüştüm. Ama hemen ardından bu unutu(lu)ş gerçeğinin kederini dağıtacak bir ışık belirdi zihnimde ve tutup kalbimin ellerinden, çekip aldı beni karanlık düşüncelerden: “Birimiz doğuda, birimiz batıda, birimiz güneyde, birimiz kuzeyde hatta birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz. Âhiret hakikatine inandığımız için, mânevî olan bu sevgi ve tesanüdümüzü elbette hiçbir kuvvet sökemeyecektir” Bu müjdeyle gülümsedi gözlerim, kalbime güneşi astı değer verdiğim. 

Evet her şey unutulur, geçer, gider… Belki de böyle olmasa yaşayacak dermanı bulamaz insan kendinde. Güzelliklerin unutuşun derin uçurumundan yuvarlanıp gitmesi acı verse de bize geçen kötü zamanları da unutuyor olmak insana en büyük hediye.

Sen, hep “Yürüdüğün yolda ne kadar az iz bırakırsan kendini o kadar az bağlarsın insanların nezdinde” desen de ben hep bile isteye sesli düşündüm senin yanında. Çünkü dostun lügatımdaki karşılığı, yanında sesli düşünülen kimseydi. Bu düşünceyle içimdekileri saklamadan emanet ettim hep sana. Sen ve değerli eşin de evinizi, gönlünüzü açıp geceler boyu muhabbetinizi sundunuz kader defterimin yalnızlık başlığı ile açılmış sayfalarına. Söz uçar yazı kalır derler ya işte bu yüzden, anlattıklarım yetmedi bana ve kaleme kağıda sarıldım ki, hayatın gerçeği unutuluşun soğuk duvarlarına çarpmadan dostluğumuz, belgelensin, yıllar geçtikçe dönüp dönüp baktığımız fotograflar gibi açıp okuyacağınız iki satır kalsın benden size, her daim birlikte geçirdiğimiz günleri hatırlatacak, güzel gönlünüze hediye.

“Celâli maruziyetler, Cemâli lütufları barındırır." demişler, ne güzel söylemişler. Yolum zor bir ayrılık vesilesi ile bir şekilde bu şehre düşmese, gelir gelmez marazlı bir el dokunmasa ruhuma düştüğüm bu yerde yalnızlığımla debelenip duracaktım belki de. Ama işte her şerde bir hayır var ki, en kalbi dostluklar kalbin en çok kırıldığı yerde başlıyor, dost acı günde belli oluyor. Gönle güneş doğuyor. Bir ses en umutsuz anınızda tutuyor ruhunuzun ellerinden ve “Ben senle güneşi bulmaya geldim, ürkme kavganı sormaya geldim, gücenme güneşten sunmaya geldim,” diyen şair gibi çocukların ellerindeki güzel günlere doğru yürürken bir yoldaş bulmanın sevincini bırakıyor içinize.

Nuri Pakdil 1979 da değerli büyüğü bir dostuna ithafen yazdığı Bağlanma adlı eserinde “İnsanlar cümlelerle yaklaşırlar birbirlerine: sonra uzatırlar ellerini: tutunmak için. Çok güçtür insanın tutunabilmesi insana! “diyor. Günümüzde bu zorluk kat kat artmış durumdayken herkes menfaatin peşinde, kimse kimseye vakit ayıramayacak kadar meşgulken insanın kalbi dostluklar kurabilmesi altın madeni bulması ile eşdeğer hale gelmiş durumda. Ama bir gerçek var ki, insanları yaklaştıran cümlelerin yapıtaşları kelimeler sahibinin neresinden çıkarsa muhatabının orasına değermiş ya demek ki kalp de dimağ da yanılmıyor sözün samimiyetini test ederken. Ve böylece insan dostunu düşmanını seziyor, yüreğinin götürdüğü yere giderek doğru insanları se(ç)(v)iyor.

Ingmar Bergman bir sözünde “Gerçek olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum." diyor ya, ben de bana gerçeğimi hatırlatacak, bana ben olduğumu hissettirecek, kendim olmanın güzelliğini yaşamaya fırsat verecek, yargılamayacak, yadırgamayacak, zihin kalıplarına sıkıştırıp kategorize etmeyecek insanlar arayıp durdum ömrümce. Ve Allah bana böyle insanlar tanımayı, onları yüreğime almayı, onların da gönül kapısından geçebilmeyi lütfetti yolumun uğradığı şehirlerde. Tek tüktü sayıları ama işte hayatımda “var”lardı ve bana maddi manevi değer katıyor, dostlukları ile gönlüme umut oluyorlardı.

Aslında her insan bir ayna karşısındaki muhataba. Aynada kendini gördüğün an, işte o an, yarana eş yarasını görünce karşındakinin, gönlünü açıyorsun umarsızca. Bırakıyorsun kendini muhatabının gönül denizinin ılık kıyılarına. Boğmaz diyorsun beni böylesi bir sevgi, boğulursam da onun sularında olmuş ne gam. Sırtını dönebiliyorsun mesela, bir gün bana kızsa da, kırsam da onu beni bıçaklamaz ya sırtımdan diyorsun. Yalnız değilim diyorsun, o var, bırakmaz beni. Çünkü dost insana O Yüceler Yüce’si Dost’un emaneti, emanette emin olanı affeder Dostların, dostluğun muhabbetin Sahibi…

Hayatın yarın bizi nereye taşıyacağı, kimlerle karşılaştıracağı belli değil lakin “Karşılaşmak” yolculukların belki de en sırlı kavramı. Sadece nesnelerle- kitaplarla değil insanlarla da ilişkilerimizin bu büyülü kavram üzerinden aktığını düşünürüm. Hiçbir şeyin raslantı ile açıklanamayacağı bir dünyada sürekli birileriyle kesişir yollarımız. Hayatlarımıza konuk olanlar bazen bizden bir şeyler götürürler kendi yolculuklarına dönerken, bazen de güneş gibi doğarlar içimizin karanlıkta kalmış labirentlerine. Akibeti ne olursa olsun yaşanması gerekmektedir ve olanda da olacak olan da da hayır vardır dediği gibi bilgelerin yolculuklarımız, yoldaşlarımız, konuklarımız,konukluklarımız, ilişkilerimiz, kitaplarımız, filmlerimiz mutlaka bizi zenginleştirir. Sonuca ulaşmak çoğu zaman irademizi aşan birçok etkene bağlı iken önemli olan yolda olmaksa, bir yolcuysak bu dünyada, “karşılaşma” nın sırrıyla yolumuza çıkan mektupları okumalıyız her fırsatta. İşte bu gri beldede bahtıma düşen en güzel mektuptu varlığınız, dostluk adına. Şükür yollarımızı kesiştiren Yaradan’a.

“İnsan insanın yurdudur” diyor ya Mustafa Kutlu, yurdum olduğunuz için bana ne mutlu… Tebdil-i mekanda ferahlık vardır dediği gibi eskilerin benim gelişim zorunlu bir nedene dayansa da insan arada bir de olsa yüreğine eş yürekler bulmak adına keyfekeder ayrılışlar yaparak da düşmeli yollara. Yeni insanlar tanımalı, yenilenmek, umut ışığını hayatının merkezine tekrar oturtmak, yılların yorgunluğuna yenilmiş, gizini kaybetmiş dostlukların-ilişkilerin yükünü üzerinden atabilmek adına çıkmalı yola, yolculuklara.Sonra tazelenmiş bir yürekle döndüğünde yurduna, yani dostlarına kalbine güneşi asmaya geldim diyebilmeli, konuşmadan da anlaşabilmeli…

Mehmet Akif’in “… Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri… dili yok kalbim bundan ne kadar bizarım “ dediği gibi belleğimdeki kelimeler anlatmaya yetmiyor kalbimdeki dostluğu… İşte bu noktada bir başka şaire kulak kesilip söze son vermeli...

” Söylediklerimden çok sustuklarımda saklıyım…
Ve gizlediklerimde gizliyim…
Beni anlamak için;
Konuştuklarımdan çok,
... Sustuklarıma kulak verin..

... Aklım sukütu sever benim.
Çünkü çok ağır ödeştik biz hayatla...
Ben sonu olmayan çok yollardan geçtim...
Üç Noktalar Koymaz Bana…”
Nazım Hikmet 

Baki dostlukla…Muhabbetle…

HANDAN GÜLER






12 Aralık 2010 Pazar

Necip Fazıl Kısakürek üzerine...Bir dersin anatomisi 2


BİR DERSİN ANATOMİSİ 2 (NECİP FAZIL KISAKÜREK)




Eski bir öğrencisi geçerken yanımızdan dalgınlığını fark edince hatırını sordu Hoca şefkatli tavrıyla. Derse gelebilir miyim dedi kız, ardından biz de çıktık sınıfa.



Öğle arasından sonraki konumuz yine şiir, konukluğumuz Necip Fazıl'a olunca iyi ki gelmişim bu gün bu derse diyerek dinlemeye başladım Hoca'yı heyecanla.



Doğumundan başlayarak anlattığı kısa biyografiden sonra, romantik Fransız şiirinden etkilenen şairin o zamana kadar "Bir ben vardır bende, benden içeru" diyen geleneksel şiirimizde yer almayan şekliyle "ben" kavramını şiir dilimize sokarak egosantrik şiirin ilk örneklerini oluşturduğunu belirtti. Şairin bohem hayatından sonra yazdığı şiirlerde ise gelenekselliği de kuşatan modern zamanlar şairi olduğu görülmektedir, diye ilave etti.



"Tam otuz üç yıl saatim işlemiş ben durmuşum

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" mısra ile belirttiği gibi hayatında intisapla beraber yeni bir sayfa açıldıktan sonra da şiirindeki o sesin değişmediğini, dehasını kelimelere hakimiyetini polemiklerinde de gösterdiğini ifade eden Hoca şöyle devam etti dersini anlatmaya:



Şiirinde bir mizaç vardır Necip Fazıl’ın, tarzından dolayı altında adı yazmasa da o yazının/şiirin Necip Fazıl'a ait olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bu durum dahi şair ve yazarlara özgü bir haldir. "Mizaç sahibi" sıfatını hak eden bir kaç örnek daha sunmak gerekirse: Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazım Hikmet Ran bunlardandı dedi sınıfa.



Bu noktada Hoca'nın 24 Mart 2009 tarihinde Atılım Üniversitesinde yapılan Necip Fazıl'ı Anma Etkinliklerindeki konuşması geldi hatırıma ve işte o enfes tahlilerden bazıları:



"Necip Fazıl, aslında çocuk saflığında bir insandı. Bizim geleneğimizde bilgelerin üç temel özelliğinden birisi, saf olmalarıdır. Hani meşhur bir söz var ya, “içimizdeki çocuk”… Ona aslında insan-ı kadim de deniliyor. İnsan-ı kadim, insanın çocukluk hali üzerine yaşamasıdır…Safiyyun olmasından. Bu, yetkin insanlara mahsus bir haldir. Onların ilgi ve dikkatleri daima bir merkeze odaklandığı için, dünyayla ilişkileri yaralıdır.

DAĞLARDA ŞARKI SÖYLE

Al eline bir değnek,

Tırman dağlara, şöyle!

Şehir farksız olsun tek,

Mukavvadan bir köyle.



Uzasan, göğe ersen,

Cücesin şehirde sen;

Bir dev olmak istersen,

Dağlarda şarkı söyle!



Bu, Necip Fazıl’ın safiyyun niteliğini en çok yansıtan şiirdir. Heidegger’in dediği gibi, “bizler, yeryüzünde, arzda yaşarız ama göklerle çevriliyiz.” Bu anlamda şiir, insanın göklerle temasını kuran bir şeydir. Bu anlamda Necip Fazıl modern zamanlarda, Türk şiirinde bunu gerçekleştiren bir şairdir diye düşünüyorum. Bu da onun o saflığının getirdiği bir şey.

İkincisi, Necip Fazıl bizim aslında Türkçe kelam dediğimiz şeyi, yani normalde insanı mayalayan, iklimi mayalayan şeyi yapar. İnsan kelam ve nazarla, yani göz ve sözle mayalanır. Anadolu’yu, bu toprakları, -ki Anadolu biliyorsunuz güneşin doğduğu yer demektir- Türkistan’dan Türkçe gelen Kelam mayalamıştır. Yesi’den gelen… Bu kelamın Türkçe şiirini Yunus Emre kurar. Necip Fazıl’ın Yunus Emre’ye büyük sevgisi, muhabbeti vardır, şiirlerinde, konuşmalarında atıfları vardır. Necip Fazıl o gelenektendir. Necip Fazıl modern zamanlar şairidir. Ama bir yönüyle de gelenekseldir.

Bizim büyük bilgelerimizden Eşrefoğlu Rumî’nin dediği gibi, şiirlerinde kendi derdini söyleyen bir adamdır. Siyasal ve toplumsal hicivlerinde, eleştirilerinde bile doğrudan kendi hikâyesini, kendi menkıbesini, kendi derdini anlatan bir adamdır. Bu anlamda Necip Fazıl, Anadoluyu ilk Türkçe kelamla mayalan Yunus Emre’nin izinde bir insan, o geleneğin içinden gelen bir insan, o geleneğe göre konuşan bir insandır.

Edebiyat araştırmacıları, Yunus Emre’den bugüne kadar yaklaşık dört bine yakın Türkçe kelam söyleyen şair olduğunu söylüyorlar. Necip Fazıl, modern zamanlarda bunların en değerli halkalarından biridir.

Tabii modernleşme dediğimiz süreç, kitlesel ve küresel bir şeydir. Tırnak içinde bir bela diyelim. Bu süreç, Seyyid Hüseyin Nasr’ın belirlemesiyle, tepeden bırakılan kartopu gibi gittikçe büyüyen, cesameti ve hızı artan bir süreçtir.

Osmanlı, bu süreç karşısında kendi pozisyonunu yeniden almak zorunda kalmıştır. Bu süreçte kendi modernleşme program ve projelerini üretmiş, yürürlüğe koymaya çalışmıştır. Cumhuriyet modernleşmesi ise, Osmanlı modernleşmesine göre daha patolojik tarafları olan, kendi kendini sömürgeleştirme niteliği baskın, daha çok Batılılaşma biçiminde algılanan, Batılı olma, Avrupalı olma ilkesi üzerinde yürüyen bir şeydir. Dolayısıyla, gelenekten daha köktenci kopuşlar olmuştur. Normalde gelenekte bir zayıflama ve yırtılma vardı. O semavi sofra, bilgelik sofrası 20.yüzyılın başlarında kalkmaya başlamıştır.

Pir Sultan Abdal yüzyıllar önce söylüyor bunu. O sadece kendi zamanına ilişkin bir şey değil, gidişata ilişkin bir şeydir.

“Bozuldu yolcular yollarda kaldı

Edep erkan gitti dillerde kaldı

Bendelerin zayıf hallerde kaldı

Beklerim yolların gel efendim gel”



Necip Fazıl böyle bir nidacı, bir çağrıcıdır. Bizim, bu patolojik tarafları yoğun olan modernleşme maceramızın insanda nasıl huzursuzluk, tedirginlik yarattığını, toplumda nasıl yaralar açtığını çok samimi bir şekilde ortaya koyarken, bunu bizatihi kendinde yaşayan bir insandır.



Çile, aslında Necip Fazıl’ın bütün hikâyesini tek başına anlatan bir şiirdir. Çile, insanın yetkinleşmesinin ve kemale erme yolculuğunun hikâyesidir. Eşrefoğlu Rumî’nin dediği, kendi ruhunu söyleyen, hakikatle ilişkisinin öyküsüdür.

Necip Fazıl’ın bütün şiirleri böyledir. Necip Fazıl’ın hikâyesini biz en güzel onun şiirlerinden okuyabiliriz.

1934 yılında, yani 30 yaşındayken, Yahya Düzenli beyin bahsettiği, o büyük bilgeyle karşılaşıyor. O bilge, Necip Fazıl’ın yaşamında bir milattır.

Hiç tanımadığı, adeta Hızır kılığında bir adam Necip Fazıl’ı bir gün vapurda uyarıyor. Ona bir adres veriyor ve “oraya git, senin aradığın orada’ diyor. O da gidiyor. Orada, bir modern zamanlar bilgesiyle, Abdulhakim Arvasi’yle karşılaşıyor. Adeta denize düşer gibi oluyor. Necip Fazıl, hakikaten deha sahibi, çok yetenekli, bizim yüz yıllık edebiyat tarihimizde çok önemli bir şahsiyet, mizacı çok güçlü, şahsiyeti çok güçlü bir adamdır. Böyle mizaca ve şahsiyete sahip kişiler bizim edebiyatımızda azdır. Yahya Kemal vesaire. Yani üç dört kişi ancak çıkar.

Necip Fazıl’ın ilgileri çok enteresandır. Şiir, roman, öykü, sinema, hemen her konuda yazmış çizmiş bir adamdır. Doymak bilmez bir yapısı var. En temel özelliği, hani bu Batılı tragedya yazarlarında, modern dönemin yazar ve şairlerinde gördüğümüz önemli bir özellik Necip Fazıl’da da var, bizim sufi şairlerde de var bu özellik, bir meseleyi, bir konuyu hayatında en ileri noktalara, en cüretkâr, en aşırı uçlara götürme konusunda son derece açık, ona elverişli bir şahsiyeti var.

Dolayısıyla yüksek şiirsel bir ruhu var. Hani Hegel diyor ya, Her ruh sanatçıdır, her ruh şairdir. Bizatihi kendi acısını taşıyıcısı olarak sanatkardır. Ama Necip Fazıl’da bunu da aşan bir taraf var. Onda yüksek bir söz kulesi var, bir şiir var. Türkçeyi kullanma tarzı hakikaten çok çok güzel. Gerçekten göz kamaştırıyor. Türkçeye çok hâkim. Necip Fazıl, o mizacının ve kişiliğinin damgasını vurur nesirlerine ve şiirlerine. Mesela, burada kaba duran bir kelime, şiirin içerisinde o kadar güzel duruyor ki, onu dönüştürüyor, şiir bir simya ilmi aslında.

Tabii biliyorsunuz, şiirin şuurla da ilişkisi var, semantik bir ilişkisi var. Ama aynı zamanda şiirin şuuru aşan bir tarafı da var. Zaten Çile’de biz bunu görüyoruz.

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.



Mesela gölge, binlerce yıllık bir metafordur aslında. Yani varlık, ışık ile karanlık arasındadır. Onu bir gölge olarak görür.

Şimdi Çile şiirine bir girsek çıkamayız içinden. Çile şiirinde biz, sadece Necip Fazıl’ın kemale erme, kendi manevi yolculuğunun hikâyesini, menkıbesini ve özetini bulmayız. Bizim yüzlerce yıllık imgelerimizi buluruz. Çünkü her şair, yeniden hem kendi hikâyesini ve hem de insanlığın büyük hikâyesini yazmıştır. Bu toprakların meta hikâyesi de böyle oluşmuştur. Necip Fazıl da Çile’de kendi öyküsünü anlatır. O bakımdan Çile şiiri de bu zincirin bir halkasını oluşturmaktadır.

Çile, 1939 yılında söylenmiş bir şiirdir. Demek ki Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştıktan beş yıl sonra. Burada baktığımız zaman o süreç içerisinde yaşadığı dönüşümü anlatmıştır, zaten bu kitaba Çile diyor. Bildiğiniz gibi çile, doğrudan geleneksel bir kavramdır. Tabii bu sadece bizim bilgelik geleneğimizdeki gibi bir şeye bağlı değil. Mesela şiirde geçen menzil kavramı, İbn Arabi’nin eserlerinde gördüğümüz, ondan da gerilere uzayan bir kıdeme sahiptir, bir ıstılah, bir kavramdır, bir buluşma, inzal olma, nüzul etme, bir yarıyol karşılaşması, yani menzile girmek için yapılması gereken şeyler vardır. İnsanın içe kapanması var. İşte Yunus Peygamberi balığın yutması gibi doğrudan dış âlemden soyutlanarak içe kapanması, iki metrekarelik bir odaya girerek, kendine kapanması…

Necip Fazıl bunu toplumsal ve kamusal alanın içerisinde yapıyor. Bu arada bir kavgayı da yürütüyor, siyasal bir kavgayı da yürütüyor. Fırtınalı bir hayatı var.

Mesela Babıali’nin girişinde söyler. Aslında Yahya Ağabey ona bir dokundu ve geçti. İşte orada der ki, Bu kitabımı okuyan birçok dindar insan bana tepki gösterdiler. Bizim geleneğimizde yoktur, insan hiç kendi günahlarını anlatır mı? Merak ediyor Necip Fazıl da bu var mı yok mu diye.

Necip Fazıl dönemindeki kalıpları kırmış, bunları yenilemiştir. Aslında o da ilginçtir. Bu yetkinleşme hikâyesi, aslında insanın kendini de motive etmesinin hikâyesidir.



Biz niye okuyoruz? Okuma, öteki benlikleri dinlemekten başka nedir ki? Ötekinin hikâyesi… Bizim açımızdan son derece dikkate değer ve kendi yolculuğumuz için çok ciddi bir anlam ifade ederse ve bizi bir anlamda kaynağa, kökene götürürse başkasının hikayesi önemlidir.

Bizim bütün şairlerimizi, geleneksel şairlerimizin yaptığı budur; evvele götürmek. Evvel, köken, başlangıç demektir. Biz bu şiiri okuduğumuzda da bir anda kendi ruhumuza doğru, kalbimize doğru, gönlümüze doğru gidiyoruz.

Hayatın kalbine doğru sızıyoruz. Çile’nin ikinci bölümünde şöyle deniliyor:

Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;

Atlas sedirinde mavera dede.

Yandı sırça saray, ilahi yapı,

Binbir avizeyle uçsuz maddede.



Burada Atlas kelimesine dikkatinizi çekerim. Buradan biz doğrudan hayatın kalbine, yeni bir hayata, mikro âleme doğru gidiyoruz. Aslında mikro âlem ile makro âlem iç içedir. Varlık daireseldir.

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

Içiçe mimari, içiçe benlik;

Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!



Bir düzen var. Necip Fazıl hayatın bizatihi özünde bunu görüyor. Zaten hayatın içindeki şiirsel mantığı da biz bu şiirde çok rahat okuyabiliyoruz.

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;

Nizam köpürüyor, ta çenemde su.

Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;

Suda ezel fikri, ebed duygusu.



Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye, onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.



Hayatın özü, esası, cevheri budur, birlik…bütün hikâye birlemek, bir olmak, birliğe ulaşmak üzere var. Çünkü varlık birdir.

Bu bir gelenektir. Yunus Emre gibi şairlerin vardığı noktayı ima eden bir şey. Ona duyduğu özlem. Gözü orada. Son bende geliyoruz:



Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.



Hegel’in de bahsettiği gibi, bütün örtüler kaldırıldığında bilginin doğrudan kaynağı olan birliğe ulaşılır.

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem, Sonsuza varmak...



Bunu biz büyük sanatkârların hepsinde görüyoruz. Aslında Necip Fazılın hikâyesinin merkezinde de böyle bir şey var. Ama onun hayat hikâyesi, kavgası, şiirleri, yazıları, hitabeleri, romanları ve tiyatroları aynı zamanda bizim yüz yüzelli yıllık hikâyemizin, yani toplumsal ve siyasal hikayemizin, kamusal hikayemizin, medeniyet geleneğimizde yaşanan kırılmanın, değişimin, dönüşümün, onun getirdiği sancıların ve acıların hikayesidir."(*)



Tekrar derse dönersek; paraya önem vermeyen, karizmatik kişiliği uslubunda hissedilen ve yüz civarı eser veren Necip Fazıl'ın mutlaka okunması gereken eserlerinden şunları saydı Hoca:

Babıali, Abdülhamid Han, Hac, Benim Gözümden Menderes, Son Devrin Din Mazlumları...



Ardından şiirlere geçti ve 1931 yılında yazılmış, yukarıda da bahsi geçen dağlarda şarkı söyle isimli şiiri okudu:

“Bir dev olmak istersen,

Dağlarda şarkı söyle!”



İnsanın içine dönmesi, içinden kainat kitabına yönelmesi içiçe geçmiş çokluk perdelerinden arınıp her şey olan varlığa, hiç'e ulaşması gerektiğini anlatırcasına sesi gürdü bu şiirin ve ilk derste vurgu yapılan içte derinleşme mevzuunu hatırlatıyordu.



Aynalar yolumuzu kesti ders ilerledikçe, önce Anneme Mektup" şiiri gurbet acısına düşürürken, yüzüme dik dik bakan aynalarda kayboldu yüreğim:



Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;

İşte yakalandık, kelepçelendik!

Çıktınız umulmaz anda karşıma,

Başımın tokmağı indi başıma.

Suratımda her suç bir ayrı imza,

Benmişim kendime en büyük ceza!

Ey dipsiz berraklık, ulvi mahkeme!

Acı, hapsettiğin sefil gölgeme!

Nur topu günlerin kanına girdim.

Kutsi emaneti yedim, bitirdim.

Doğmaz güneşlere bağlandı vade;

Dişlerinde, köpek nefsin, irade.

Günah, günah, hasad yerinde demet;

Merhamet, suçumdan aşkın merhamet!

Olur mu, dünyaya indirsem kepenk:

Gözyaşı döksem, Nuh tufanına denk?

Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.

Bakamam, aynada, aynada vicdan;

Beni beklemeyin, o bir hevesti;

Gelemem, aynalar yolumu kesti.

Bir İstanbul'lu olarak en güzel İstanbul şiirlerinden birine imza atan Necip Fazıl'ın en sevdiğim mısraları arka arkaya düşünce gönlüme, içim doluyor "Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar” şehrin özlemiyle, süzülüyor yaşlar gözümden sessizce.

Otel Odası şiirinden sonra Necip Fazı'ın kişisel iç yolculuğunun hikayesini sunan, adeta seyr-i sulukunu resmettiği şiiri çileye geliyor sıra...Bir kaç mısra tattırıyor Hoca...devamını siz okuyun diyerek son veriyor bir şiir şöleni edasında geçen derse.

Sonra bahçeye çıkıyoruz, hocayla halleşmek, feyzinden istifade etmek arınmak arzusundayım. Pek bir şey söylememe gerek kalmadan anlıyor gözlerimden... ömür geçiyor bak aklı başında okumalar yapmaya başlayalı nice sene geçmiş... Çok da başka başka şeyler okumamalı...İç yolculunu tamamlamalı insan... Bu yolda üç şey var sabredeceğin: Açlık, yalnızlık, ve O'nu anmak... Ve bu üçüne aynı anda sabretmek... Bu sabırlara günaha karşı sabrı da ekleyip içinin çıkmazlarından ışığı görmek... Hayatta başkaca bir hakikat yok, ben, sen yok, sedece O var...

Minnet dolu gözlerle teşekkür edip ayrılıyorum huzurundan. İki yanımdan akan sarının, kırmızının, yeşilin tonlarını sunan ağaçlar hafif rüzgarın da etkisiyle el sallıyorlar sanki dışarıdan içeriye dönmesi gereken kalbime. Baştan ayağa aşk kesilmiş bir hal insanının güzelliğinden bulaşmışken üzerime huzur dolu bir hüzünle eve geliyorum.

Hemen kitaplığıma uzanıp Çile kitabını alıp elime, okumaya başlıyorum:

Çile

Gâiblerden bir ses geldi: Bu adam,

Gezdirsin boşluğu ense kökünde!

Ve uçtu tepemden birdenbire dam;

Gök devrildi, künde üstüne künde...



Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!

Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!

Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,

Ok çekti yukardan, üstüme avcı.



Ateşten zehrini tattım bu okun.

Bir anda kül etti can elmasımı.

Sanki burnum, değdi burnuna (yok) un,

Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.



Bir bardak su gibi çalkandı dünya;

Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.

Al sana hakikat, al sana rüya!

İşte akıllılık, işte sarhoşluk!



Ensemin örsünde bir demir balyoz,

Kapandım yatağa son çare diye.

Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,

Yepyeni bir dünya etti hediye.



Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;

Mekânı bir satıh, zamanı vehim.

Bütün bir kâinat muşamba dekor,

Bütün bir insanlık yalana teslim.



Nesin sen, hakikat olsan da çekil!

Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!

Otursun yerine bende her şekil;

Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!



Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,

Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.

Deliler köyünden bir menzil aşkın,

Her fikir içimde bir çift kelepçe.



Niçin küçülüyor eşya uzakta?

Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?

Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?

Sonum varmış, onu öğrensem asıl?



Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!

Ey yedinci kat gök, esrarını aç!

Annemin duası, düş de perde ol!

Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!

Uyku, kaatillerin bile çeşmesi;

Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.

Teselli pınarı, sabır memesi;

Size şerbet, bana kum dolu çanak.



Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,

Sırrını ararken patlayan gülle?

Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;

Karınca sarayı, kupkuru kelle...



Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,

Mevsimden mevsime girdim böylece.

Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,

Fikir çilesinden büyük işkence.



Evet, her şey bende bir gizli düğüm;

Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!

Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,

Yetişir çektiğim mesafelerden!



Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;

Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık.

Her gece rüyamı yazan sihirbaz,

Tutuyor önümde bir mavi ışık.



Büyücü, büyücü ne bana hıncın?

Bu kükürtlü duman, nedir inimde?

Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,

Bir zehirli kıymık gibi, beynimde.



Lûgat, bir isim ver bana halimden;

Herkesin bildiği dilden bir isim!

Eski esvaplarım, tutun elimden;

Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?



Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,

Arzı boynuzunda taşıyan öküz?

Belâ mimarının seçtiği arsa;

Hayattan muhacir, eşyadan öksüz?



Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,

Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,

Bir zerreciğim ki, Arş'a gebeyim,

Dev sancılarımın budur kaynağı!



Ne yalanlarda var, ne hakikatta,

Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.

Boşuna gezmişim, yok tabiatta,

İçimdeki kadar iniş ve çıkış.



Gece bir hendeğe düşercesine,

Birden kucağına düştüm gerçeğin.

Sanki erdim çetin bilmecesine,

Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin.



Açıl susam açıl! Açıldı kapı;

Atlas sedirinde mâverâ dede.

Yandı sırça saray, ilâhî yapı,

Binbir âvizeyle uçsuz maddede.



Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

İçiçe mimarî, içiçe benlik;

Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!



Nizam köpürüyor, med vakti deniz;

Nizam köpürüyor, ta çenemde su.

Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;

Suda ezel fikri, ebed duygusu.



Kaçır beni âhenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye, onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.



Öteler öteler, gayemin malı;

Mesafe ekinim, zaman madenim.

Gökte saman yolu benim olmalı;

Dipsizlik gölünde, inciler benim.



Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem, Sonsuza varmak...



Necip Fazıl Kısakürek

(*) http://www.sadikyalsizucanlar.net/ne-dedi-/bir-dev-olmak-istersen-daglarda-sarki-soyle.html

(**) Bu yazı Sayın Hocam Sadık Yalsızuçanlar’ ın 11.10.2010 ‘daki edebiyat dersinin anısına kaleme alınmıştır.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Yenilen biz miyiz yoksa aşklar mı ...

SAVRULAN KÜLLERİ ÖMRÜMÜZÜN


Bir kızın kocaman gözlerinde gördüm

bulutların dağlara sessizce çöküşünü

Çocuksu susuşları gördüm, kırılan sevinci

Ve kalbimi puslu yamaçlardaki pusulara saldım

çobanlar çoktan inmişlerdi ovaya

bense yapayalnız bir ağaçtım doruklarda



Harelenen sularda bir yanık kokusu

ve uzun boyunlu bir kızın gülümseyişi

Işık zamana bağlı zamansa onun

kocaman gözleridir artık

Anladım tarih de yazılmaz

bir aşkın sayfalarına düşmüyorsa gün



Yalnızdım, yapraklarım dökülmüştü bir bir

deryalara savrulup çöllere düşmüştü

Bir duman tütüyor yine hangi kent yandı

hangi sokakta vuruldu sevgilim

Bir demet menekşe bir avuç toprak

burkulan bir yürek miyim hep



Sesimde bir yanma bir kekrelik

uzayıp giden bir çöl yalnızlığı

Gazeteleri okumuyorum başım dönüyor

sulanmamış çiçekler gibi kuruyor her şey

her şey bir yolculuğun hüznünü taşıyor

gidip de gelmemek üzere bütün yüzler



Puslu yamaçlarda bir çakal gölgesi

bir dağ suskunluğu yürüyor kentlere

yenilen biz miyiz yoksa aşklar mı

bir kızın kocaman gözlerinde görüyorum

savrulan küllerini ömrümüzün

Bu kenti ayrılıklar yıkacak birgün biliyorum



Ölümden şikâyeti yok ölüp gidenlerin

ama bir kızın kocaman gözlerinde yangınlar çıkıyor

Acılar dehşetli kinlendiriyor beni

Kabarıp duruyor içimde, kabarıp duran bir okyanus

yurdumu arıyorum batık bir tekne değilim

yurdumu arıyorum kızgın küller ortasında





AHMET TELLİ

17 Ekim 2010 Pazar

sen varsın dünyada birde ben varım ...Necip Fazıl'dan...BEKLEYEN...



Sen kaçan ürkek bir ceylansın dağda


ben peşine düşmüş bir canavarım.


istersen dünyayı çağır imdada


sen varsın dünyada birde ben varım


seni korkutacak geçtiğin yollar


arkandan gelecek hep ayak sesim


sarıp vücudunu belirsiz kollar


enseni yakacak ateş nefesim


kimsesiz odanda kış geceleri


için ürperdiği demler beni an


deki odur sarsan pencereleri;


deki rüzgar değil odur haykıran


göğsümden havaya kattığım zehir


solduracak bir gül gibi ömrünü


kaçıp dolaşsan da sen şehir şehir


bana kalacaksın yine son günü


ölürsün kapanır yollar geriye


ben mezarla sırdaş olur beklerim


varılmaz hayale işaret diye


toprağında bir taş olur beklerim






Necip Fazıl Kısakürek






10 Ekim 2010 Pazar

Aşkın ve acının vadilerinden geçerek yürümeyi öğrendi kalbim ...


Unutuyorum Sensizliğe Alıştığımı



Aşkın ve acının vadilerinden


Geçerek yürümeyi öğrendi kalbim


Gözlerin var mıydı senin


Görebilir miydin duygularımın


Maverada açan çiçeklerini


Ellerin var mıydı senin


Tutabilir miydin uzatsaydım ellerimi


Nefesin zor fırtına dağıttı bedenimi


Parmaklar arasında duman duman her akşam


Ölümle randevumu hatırlayıp yeniden


Mezarıma yürürken


Unutuyorum sensizliğe alıştığımı


İçimin kan rengi okyanusunda


Zıpkın yemiş balık gibi yüreğim.






Nurullah Genç

8 Ekim 2010 Cuma

"Korunaklı şiirler yaz bana, sevgilim olmayan sevgili "


Dilimde ay tutuldu.../...dilsizim




korunaklı şiirler yaz bana, sevgilim olmayan sevgili




sağanak yağışlı günlerimde sığınacağım bir yer bulunsun


bari, şiirlerde bir ev'cağızım olsun


üç oda bir salon yalnızlığımı kiraya vereceğim


heveslenme, senin için düşlerim başka


aklını başından alıp, gezmeye götüreceğim


ne güzel gülüyorsun, dudaklarında eski İstanbul resimleri


öyle kal lütfen, yüzüme baktığın anın resmini çekeceğim


sana söz veriyorum, sen de bana umut ver


sonra her şeyi unutup, ülkeme geri döneceğim


bende bir hoşum, şarkıların belalı güzelliğine vuruldum


o uzak ay'da kaldı onayladığım gülüşler


raks eden sevişmelerin çingene zamanındayım,


'gel' desen, gidemeyecek kadar sarhoştur özlemler


anlayışımı kaybettim, beni anla


karşılığında gözlerimin kahvesinden içireceğim


düşe kalka düşledim, son baharım kaldı


beni şimdi tutmazsan, dudaklarına devrileceğim


oturaklı şiirler yaz bana, sevgilim olmayan sevgili


yorgun günlerimde dinleneceğim bir yer bulunsun


şiirlerde bari, bir nefeslik yerim olsun


'05-izmir havası


Pelin Onay



göksel gülmek için yaratılmıÅ� 2009

20 Eylül 2010 Pazartesi

KONUŞ(MA)…

Bu yazı KALEMŞAH.COM' da yayınlanmıştır.



 

"Bir güzel susmak geliyor içimden." dedi.

 

Susma dedim, konuşalım…Takas edelim yalnızlığı…

 

Öyle çok, öyle derin ki, "Hangi cebini karıştırsan yalnızlık." (Turgut Uyar) dedi.

 

Hangimizin öyle değil ki, dedim, bir yerden başla anlatmaya iyi gelir belki.

 

"Senin de kıyılarını/ elinden aldılar mı" (İbrahim Tenekeci) dedi, uzaklara dikti gözlerini.

 

Almazlar mı? Bazen kıyılarıma ulaşamadan çaldılar hayallerimi kelimeleri dökülünce dilimden, desene "Biz her çağda kızılderili/ Biz her yerde hep yerdeyiz."( Hüseyin Atlansoy) değil mi?, dedi.

 

‎"Nerelisin yeğenim? / Hüzünlüyüm dayı." derdim bir zaman memleketimi sorana, sonra hüzün gelip otağını kurdu kalbimin tam ortasına. "Hüzün ceketimin iç cebinde bir tütün yaprağı gibi" (Cafer Turaç)

 

Benimse "Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile/ Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün." (E. Cansever) dedim.

 

"Yaşamak deriz -Oh, dear- ne kadar tekdüze." (İ. Özel) dediği gibi şairin, aynı düzlemde gidiyoruz işte, bir hayalin peşinde koca bir aldanmışlık sarmış evrenimizi, sarmalamış bizi gölgeler misali dedi.

 

“Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm 
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana” diyorsun yani diye ilave etti…

 

Elbette, öyleyse ne gerek var, her şeyi dert etmeye, dedim…

 

‎"Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar." Diyebiliriz değil mi dedim acı bir tebessümü iliştirip dudağımın kenarına…

 

Aynen öyle, her şey sahte“Korkuların karanlıktan doğmadığını anladım – korkular da yıldızlar gibi – hep oradadırlar ama gün ışığı onları gizler...”
dese de Nietzche, korku da bir ezberlenmiş bir replik sadece. Bir dekorda yaşıyoruz, rolümüzü oynuyoruz vakti gelince. Figüranlar gibi girip çıkıyoruz birbirimizin sahnelerine diyerek sığındı sessizliğe.
‎‎"Biraz aklınız karışacak galiba efendimiz. Bilmem ki. Karışsın Olric. Bugüne kadar boş bir kağıt gibi temiz kaldı. İyi koruduk uzun süre. Biraz da zorlansın. Saflığını kaybetsin biraz. Aklımız, maceralardan korkmasın biraz. Ne demek biraz? Hiç korkmasın. Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun? Sonra Oblomov gibi erken ölürüz. İyiyi kötüden ayırmasını öğrenmek istiyorum. Uğraştı da beceremedi desinler. Biraz heyecanlanıyorum; bilmediğim, görmediğim hayallerin baskısını hissediyorum, efendimiz. Sizin için korkuyorum. Belki, çok önceden hazırlığa girişmeliydiniz efendimiz. Gülünç olurum diye mi korkuyorsun Olric? Zarar yok, gülünç olalım. Bir yere varalım da ne olursak olalım. İyi aklıma getirdin Olric: Don Kişot'u da almalıyız. Çok iyi niyetli bir ihtiyardır. Aklın macerası önemli Olric. Ben de okumadığım kitaplardan en iyi anlayan insanım bu dünyada." diyor ya TUTUNAMAYANLAR’da Oğuz Atay, gülünç olmak da dahil korkulardan kurtulup yürüyelim hayatın içinde, aşkın izinde dedim bir doz heyecan katıp orta şeker keyfime.
Bak dedi; "Bizim gibiler... Kadın ve erkek fark etmiyor: yapayalnızlar: sizi aşka götüren yolda, kim ve ne olursanız olun, sonsuza dek yapayalnız. Kadınlığınız, erkekliğiniz işe yaramaz. Aşk ya yıkıp geçer ya da sizi yapayalnız bırakır." demiyor mu Selim İleri, Yarın Yapayalnız’da. Haklı değil mi söyle bana diye ısrarla sorunca şiirden bir dal uzattım ona:
 Lale Müldür ne diyor biliyorsun: “Ormanda bir kuş hızla dönüyordu. Aşık olduğumuz zaman yürek denen ormanda bir kuş anormal bir hızla döner ve kaçmamız gerektiğini söyler bize çünkü her şey çok fazladır kendi etrafında nefes kesici bir biçimde dönen bir kuş kendini ve etrafındakileri yaralar tehlikedir onun adı… “
Tehlikeden sıyrılmak mı zordur, kendini aşkın sularına bırakmak mı bilinmez ama aşka kapısını aralamalı insan. “Aşkta ölüm gibi habersiz gelir” dese de şair açmayınca gönlünü aşkın frekansına geleni de duymuyor insan, kendini de tanımıyor bir başkasını kendine ayna kılmayınca dedim ümitvar bir tavırla.
Her seven
Sevilenin boy aynasıdır.
Sevmek
Sevilenin o aynaya bakmasıdır.” der ya, Özdemir ASAF diye ekleyince, evet tam da bunu demek istemiştim: Bırakmalı insan kendini mutluluğa götürecek sevgiye. Emek vermeli, sevdiklerine, diyorum işte.

Yorgunum. Açılan her kapının ardında gülümseyen bir yüz arıyorum." (Melek Paşalı) Anlıyor musun beni, yorgunum deyiverince atıldım hemen:

 

Yorulmak yok…Yürü ve vardığın duraklarda dinlen, konuk ol gönlünü açan talibe ve gülümse, bunca söz bunca kelime işte bu hakikati anlatmak için değil de nedir söyle?, hadi neşelen biraz, gül, gülümse…

 

"Harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm!" (H. Ergülen) deyince, ne güzel bir mısra bak isteyince oluyormuş geçmek, hüzünden neşeye diyerek gülümsedim yüzüne.

 

 O da gülümsemişken gözlerime, birden bire yüzü bulutlandı, “Korkuyorum yaklaşmaktan, yakınlaşmaktan”  diye mırıldandı. “Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür; bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar. Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam: “Bu köprüyü geçip bana gelir misin?” işte o anda artık bunu istemeyiverirsin; sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer; bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. Ama o küçücük köprüyü düşündüğünde, sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşar kalırsın.”( Irvın yalom-köprü) diye ekledi, korkusuna gerekçe gösterircesine.

‎"Benim harcım değil bir yâr sevmek gizliden." (İsmet Özel) diye de ekledi, şairden ödünç aldığı kelimelerle.

 

Aşk gizlenemez ki, dedim. Senden başka herkes görür bazen ışığı, insanın kendini görmesini engeller gözünün menziline giremeyen kör noktaları. Bu nedenle bir ayna önünde durmalı insan, yüreğine eş yüreğin sularına kendini bırakmalı…

 

“Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur." dedi, yüzünde muzip bir gülümsemeyle.

 

Aşka düşünce baktığın, gördüğün zaten hep o olur. Ve ondan sonra, aşığın kalbi  ancak kavuşunca sükun bulur, deyince ben, orada dur bakalım dedi. Aşka geldiyse konu, evvel yükseklerden uçup şimdilerde düze inen gönlümün diyecek sözü çok:

 

Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden. 
İnanırdım saadetli yolculuklara. 
Adalar var zannederdim güneşli, mavi, dertsiz. 
Bütün hızımla koşardım dalgalara. 
O zaman beni görseydiniz. 

Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden. 
Beni o zaman görseydiniz 
Siz de gelirdiniz peşimden. 

Ama simdi şu akşam saatinde 
Son liman kendim, bu döndüğüm, 
Bilmiş, bulmuş, anlamış. 
Hatırımda, bir vakitler güldüğüm. 
Yoluna can serdiğim o kaçış. 

Şimdi, şu aksam saatinde 
Dönüyorum görmüş, geçirmiş, atlatmış, 
Gözlerin doymayan sahilinde. 

(Özdemir Asaf)” diyor ya şair, “
Bir kere yanlış trene bindiyseniz; koridordan ters tarafa yürümenin hiçbir faydası yoktur “ dediği gibi Niechtze’nin, bazen yanlış limanlara sığınıyoruz. Sonra bir fırtına çıkıyor, kırılıyor dalgakıranları gönlümüzün, batıyoruz denizin dibine, sözü bırakıyoruz yine şaire: 
O günden sonra kuracak güzel bir cümlem olmadı hiç 
dünya için. Rüyalarım tüller ve silahlardan bu yana sisli. 
Kıvrılıp giden dargın bir yol, yolda eski bir taş, 
Limanda bağlı bir tekne, yosunlu bir halat gibi durdum. 

Uzağımda açık denizdi o yürüdü gitti. 
Ben kıyıda ıssız bir ev, ince boğazda gıcırdayan tahta iskele, 
iskelede bir lastik, az ilerde turuncu bir şamandıra, 
İçimde kuzeyden bir hatıra aksiyle durgun suya vurdum.”

“Okyanusta ölmez de insan, gider bir kaşık ''sevda'' da boğulur” dedikleri doğru demek ki.
Yine de emek vermeli insan, aşka uğramış gönlü, onu bilmezlere tercih etmeli. Ne diyor Halil Cibran:
 “Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız, 
Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız, 
Tanrı'nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız, 
Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun, 
Ve Tanrısal alemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda, 
Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın, 
Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun Sevgi 
Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin, 
Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın, 
Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın,
Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır, 
Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın, 
Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan, 
Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, 
Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, 
Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez “.... Bireyliğini kaybetmeden bir olmayı becerebilmeli, başarırsan bunu, dünyada yaşarsın cennet gibi dedim ısrarla.
Hayat bir muamma, bunu unutma dedi, en ciddi, en mütevekkil ifadelerinden birini takıp yüzüne, artık geldiği gibi yaşıyorum, ne sağımdan solumdan esen rüzgara aldırıyorum, ne de neden ben diye soruyorum, sadece seyrediyorum, vardır bunda da bir hayır diyor, gözümü bir sonraki sahneye dikiyorum:     

''Şiirler söylenir, şiirler biter
Biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da
Kahverengi avuçlarına mı gözlerinin
Tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa.''

Kısa bir öyküdür hayat 
Uğruna upuzun acılar çektiğimiz 
Kısa bir türküdür 
Bir kez daha söylemek için delirdiğimiz (Yılmaz Odabaşı)” diye söylemiş ya şair, bak ne diyor bir başkası:
“Yüzgörümlüğü selamı gözlerin alır ancak müntehir bir şairin dudaklarından. Düşleri erken çalınan çocukların masalında bir varsın bir yoksun evvel zaman içinde, sol memenin altındaki cevahir, dövüldükçe uslanmayan bir çocuk gözlerin için. Kalbim kendi masalında kendi kahraman bir gladyatördür.

Anla sevgili! Kahraman bir aşkı olmalı insanın, kahraman bir hüznü ve ağlayan bir gözü olmalı. En çok ağlamayı becerebilen bir göz gözdür ve taşan bir pınardan içilen su ab-ı hayat suyudur. Kaldır gözlerindeki demir perdeyi ve gözlerinde demir taraklarla taranmış gövdeleri, aşk ehli raks etsin, cezbeye dursun kalpleri.
Kör olsun ışığa meydan okuyan dağlar, aşka geçit vermeyen demir kör olsun. (Nevzat ONMUŞ)”

İyi diyorsun hatta, Cezmi Ersöz’ün
“Artık şimdi o karanlık denizde
'binlerce hiç kimseyim'
İki karanlık orman birbirini sevse ne olur, sevmese..." dediği noktadasın.

‎Ve ekliyorsun, "Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan"

Dahası var: Söz Atilla İlhan’ın:
“Hayır sanmayın ki beni unuttular
Hala ara sıra mektupları gelir
Gerçek değildiler birer umuttular
Eski bir şarkı belki bir şiir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir”

Başta söylemiştim sana, dünya sadece bir hayal… Bizi saran, sarmalayan, yıkan, her türlü duygu sanal…

“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar."

HANDAN GÜLER

 



3 Eylül 2010 Cuma

O şehre gittiğin gibi bana da git uçarak bana da in, bana da kon ve el salla geride bıraktığına



Adam
 

O şehre davrandığın gibi davran bana da
O şehre gittiğin gibi bana da git uçarak
bana da in, bana da kon ve el salla geride
bıraktığına: Elveda benim küçük adamım!
ufacıktan bir şehri nasıl adam ettinse,
Sevdinse adam gibi, beni de o şehir gibi
sev! Korkma sakın, adam etmez aşk beni,
geç benden, benim de köprülerim var,
aşkı seyret oradan, dalgın günüm geçiyor,
benim de gecelerim var, danset, eteklerin
fırdönsün, sen bana dön, bana eşlik et,
benim de sabahlarım var, uyanmaya ne saat,
ne telefon, ne kapı: bisikletin zilini
dizlerini kanatan bir deli kız çalsın yeter ki!
Benim de parklarım var, uzanıver salkımsaçak
üstüme, dalımdan tut, benim de yapraklarım var
güneşli gövdene müjde eli kulağında bahar,
benim de şiirlerim var, aşk konulu, senin
o şehri sevmene benziyor, seni sevmeye
benziyor adamakıllı serserin olana kadar

Bir şehri kıskanıyorum, benim böyle neyim var?


Haydar Ergülen

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin