İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan kişi misali taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer
Aşkı var gönlü yanar yumuşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp kah kışa benzer
Biliyor musun, hayat, çok farklı bir yolculuk. Dümdüz ve sıradan giderken her şey aniden meydana gelen bir olay bir yön tabelası bütün planları alt üst ediyor. Ve o alt üst olma belki de insanı korkup sığındığı kendi derinliklerinden çıkarıp daha başka dünyaların içine atıyor. İnsan zamanla yeni yeni yerler görüp yeni insanlarla tanıştıkça yeni hayatların hayatına kattıkları ile zenginleşiyor. Hatta öyle bir artış yaşıyor ki, eski yaşamındaki sevdiği uğraşlara, burda duran bloguna, hatta arkadaşlara zaman ayıramaz hale geliyor.
Anlayacağınız ciddi bir dönemeçten geçmekteyim.Uzun ve yorucu bir meslek değiştirme maratonundayım. Hala süren ve yoğunluğu kolay kolay dinmeyecek bir maraton koşusu bu. Her şey rutine girene kadar bloga yazmak zor gözüküyor. Ama bu gün bir vesile ile erkenden Kızılay'a gidip ardından avarece sokakları arşınladığımdan olsa gerek neşem yerinde. Verdiğim molayı blogumla hasret gidererek taçlandırmak istedim ve kendimi buraya attım.
Bu sabah 09:00 sularında Kızılay'ın uyanışını seyretmenin verdiği enerji ile güne gülümsedim. Mevsimlerin en güzelinin ilkbahar olduğu gibi günün en güzel saatlerinin de sabah saatleri olduğunu düşünürüm.Tazeciktir, hafif bir serinliği vardır, sıcağıyla bunaltmaz. Işığıyla gözü yormaz, temiz havası ile nefesinizi açar.Tıpkı insan yaşamının en güzel yılları olan çocukluk ve ilk gençlik yılları gibidir sabah saatleri. Çocukluğumda da en çok sevdiğim zamanlar bu saatlerdi.
Aslında bütün hayatımızın en güzel zamanlarını okullarda, işyerlerinde tüketiyoruz. Bu sabah metro ile giderken gençlerin ve neredeyse 30 yaşına gelmiş ve gözlerindeki fer sönmüş genç görünümlü insanların ellerinde kpss kitaplarına gömülmüş olduğunu gördüm, üzüldüm.Öğrenci olmak varmış diyordum sokaklarda dolaşan gençleri gördükçe, sonra Ankara Hukuk
öğrencisi bir arkadaşımı aradım nasıl gidiyor bahar dedim, Bahar kim ben 2 aydır evden çıkmadım, ders çalışıyorum ve aldığım en yüksek not 37 deyince birden Hukuk Fakultesinde çürüttüğüm yıllarım geldi gözümün önüne ve iyi ki o günler geçmiş diyerek derin bir ohhhh çektim. Şimdi de bir ders dönemindeyim ama hiçbir okul hukuk lisansı kadar zor ve yıpratıcı olamaz. Allah hukukta okuyanlara sabır versin, tez zamanda mezun olsunlar da başkaca sınav zorluklarını aşmak nasip olsun. Buraya nerden geldim, konu bu değildi ama işte insan en çok yaralandığı, yıprandığı noktalarda tek kelime, tek bakış, tek öpüşte batıyor bazen anıların kucağına.
İşte bugün işe gitmiyor, araba kullanmıyor olmanın verdiği neşe ve kolaylıkla hayatın kıyısına çekildim. Dükkanların önlerinin itina ile yıkanışını, çiçeklerin gelen geçene göz kırpışını, kuşların cıvıltısını, insanların işlerine doğru yol alışlarını, tatil günü olması hasebiyle asık suratları memurların renkli giyimleri ile Ankaranın griliğini yırtışlarını izledim. Ve galiba 12 senedir yaşadığım ve İstanbul gibi albenisi olmadığından ilk görüşte aşık olmadığım bu şehre derin bir tutkuyla bağlandığımı farkettim. Ankara sabah ışıltısı ile içime heyecanlar salmışken Mithatpaşa caddesinden,Sakarya caddesine Kızılayın göbeğinden Karanfile, Olgunlara, Güvenparka dolaşıp durdum. Sevdiğim şairlerden şiirler okudum. Buralardan çeşitli vesilelerle beraber yürüdüğümüz arkadaşlar içimden resmi geçit yaparken bir simit kafeye oturup simit sandviç menü aldım. Yani bildiğiniz çocukluğumuzun en güzel yiyecekleri olan domates, beyaz peynir salatalık, marulun tost ekmeği şeklinde pişirilmiş simide çay eklenmesi ile oluşan sağlıklı bir menü. Tabi her lokmada başka bir anının kucağında sallandım. Bir İzmirli olarak gevreğe simit denmesine karşıyım ama Ankara simidini tek geçerim. İzmirin gevreği başkadır, İstanbulun da başka ama Ankaranın bambaşka.
Simidim bitince yeni gelen çayım eşliğinde çantamdan çıkardığım Kadın Öykülerinde Ankara kitabını okumaya koyuldum. Kah özlem kah hüzün dolu satırlar arasında dolaşırken yüreğim, aklıma morrocom geldi, mutlaka bu kitabı okumalı diye düşündüm. çocukluğu Ankarada geçmişler için daha fazla şey ifade edecek olan bu öykü kitabının kadın gözünden süzülmüş ayrıntılar barındırması, usta yazarların kalemlerinden çıkan öykülerden derlenmesi sebebiyle keyifle okunacağını sezdim ve buradan paylaşmak istedim. Geçen yıl kitap fuarından set olarak almıştım bu kitabı, İzmir, İstanbul, Karadeniz de var ama ben doğduğum şehirden değil doyduğum şehirden başlamak ve Ankarayı hissetmek istedim. Öykülerdeki dile hakimiyete hayran kalıp okuma listeme yeni yazarlar ekledim. Saat 11:00 e yaklaşırken kalabalıklaşan Kızılay görüntüsü zihnimi yormaya başlayınca pılımı pırtımı toplayıp kendimi metroya attım. Yalnızlığı sevmediğim gibi kalabalık da bana göre değil, bunu bir kez daha anladım. Metrodan inince eve gitmek yerine yazdığı makaleye ara verip beni almaya gelen eşimi de yoldan çıkararak Ankaranın her gün daha da güzelleşen parklarından birine götürdüm. Salıncaklı ve yeşillikle gölgelenmiş bir çay bahçesinde keyfime devam ettim. Ta ki, çocuğu kurstan alma vakti gelinceye dek. Sonra oğlumu alıp eve giderken seninle de gidelim diye dersten ve işten sıyrılarak kaçamağımı anlattığım oğlumdan, ne gerek var ben sadece eve gitmek istiyorum cevabını aldım. Haklıydı aslında, haftanın yedi günü dışarıda geçiyordu hepimiz için.Tabi bir de yeni neslin herşeyi sanal yaşamasından kaynaklı olarak tabiata karşı farkındalık geliştiremediklerini sezdim. Beni heyecanlandıran bu güzel havanın, yeşilin oğlumda en ufak bir heyecan uyandırmadığını görüp üzülsem de milanes çocukları denen 2000 sonrası nesil için normal bu durumu kabullendim. Tenis kursunun saati gelene kadar evde duran eşim ve oğluma bu sefer ben evde durmak istiyorum dedim. Onlar tenis kortunun yolunu tutarken bir çay demleyip buraya geldim.
Ohhhh şimdi evdeyim ve pazartesi olana kadar dışarı çıkmak istemiyorum. Ama insan ara sıra yoruldukça hayattan, hatta yorulmaya fırsatı kalmadan kıyısına geçip akan zamanın, şehrin kalabalık caddelerindeki akışı izlemeli, hayatlarını ölüme taşıyan insanların boş koşuşturmacalarını görüp kendi uğraşlarını gözden geçirmeli.Üzüldüğü şeylerin küçüklüğünü görüp bir mucize olan hayatın her anını hissederek yaşamalı. Bunları kendisine yıllar önce genç yaşına rağmen yaşanmışlıklarının etkisiyle bir bilge edasıyla anlatan Tahsin Ağbisi'nin o yıllarda sık sık hatırlattığını anımsayıp geçmişten geleceğe gülümsemeli.Yaşama uğraşını kendine çok da yük etmeden...Herkese yeniden merhaba... Ara sıra kendimi önceleme fırsatım oldukça burada olacağım...Herkese Muhabbetle...
Geleneğimizde yeri ve karşılığı olan ‘tahkiyeli anlatım’ın geçen yılki görünümüne ilişkin bir kare belirlemeyi, öykü gündemimize bir kayıt düşmeyi amaçlayan Edebiyat Ortamı Öykü Yıllığı, nihayet elinizde.
Edebiyat(ın) Ortamı’ndan iki şiir yıllığı nicedir kitaplığınızdaki yerini almıştı. Alanı genişletmeyi ve şiir kadar kadim bir ‘anlatı(m) türü’ne; öyküye ilişkin kaydı da hedefleyen yıllığın hiç kuşkusuz eksikleri, yanlışları, yanlılığı olacaktır. Peşinen bunu itiraf edelim, Edebiyat Ortamı dergisini kotaran değerli dostlara, öykü yıllığı düşüncesi/eylemi için teşekkürü borç bilelim.
Yıllıkta, Süavi Kemal Yazgıç ile Yılmaz Yılmaz’ın kaleminden genel bir değerlendirme bulacaksınız. Yanısıra yılın öne çıkan öykü kitaplarına ilişkin çeşitli değiniler, eleştiriler göreceksiniz.
Ulaşabildiğimiz pek çok dergiyi birkaç kişi titizlikle taradık ve öyküler bölümünde topladık. Yıllıkta bulamadığınız lakin dergilerde yayımlanmış olan daha onlarca güzel öykü var. Onların burada niçin olmadığı (muhtemel) sorusu haklı olmakla birlikte, takdir edersiniz ki, kitaplık çapta bir kayıt, her şeyden önce bir sınırlama öngörür. Gönül arzu ederdi ki, okunmaya değer bütün öyküleri bir çatı altında toplayalım ve sizi bir öykü cennetine çekebilelim…Lakin arzu etmekle iş bitmiyor.
YÜREK SEMTİNİN AYAKTA KALAN YAPISI: VEFA APARTMANI
Sözlük anlamlarının yetersiz kaldığı, herkesin yaşadıklarından öğrendikleri üzerinden yeni anlamlar yüklediği sözcükler vardır. Böylesi kelimeler akıl süzgecine takılmadan doğrudan kalbe değer, hatta değmeyip deler geçer.
Vefa da onlardan biridir. Muhabbet, dostluk ve bağlılıkta sebat, ahde riâyet ve verilen sözde durmak demek olan vefâ, “insan olmak” yükü omuzuna konmuş “(h)er kişi”nin belki de üzerinde taşımak zorunda olduğu en önemli haslettir.
Fakat ne yazık ki, hızın ve kalabalıklarda yalnızlığın bireyi esir aldığı bir zamanda yaşıyoruz. Dolayısıyla da bahtımıza vefadan ziyade vefasızlık düşüyor. İşte bu nedenle vefa kelimesini duyanların aklına çoğu zaman, acı bir tebessüm eşliğinde “Vefa, bir semt adıdır” klişesi geliyor.
Şimdilerde vefayı karakterinde yeşertebilmiş dostlar bulmak da, öylesi dostlardan olmak da büyük bir şans. Ve bu şans biraz da kendi kalbinizdeki vefa nispetinde semtimize uğruyor. Bu da vefanın, sabrı, sebatı, sevgiyi gönül iklimimize hakim kılmakla elde edilen, emek ve zamanın ürünü olduğunu gösteriyor.
Ankara’nın konforlu sinemalarından olan Büyülü Fener-Kızılay’a koştura koştura gittim, Batı sinemasındaki kısa film gösteriminden sonra. Büyük bir salon olmasına rağmen tıklım tıklım doluydu salon.
Filmin yapımcısı ve yönetmeni de vardı, kalabalığı görünce heyecanlandılar. Film sonrası da uzunca bir söyleşi oldu. Filmin öyküsünün doğuşunu anlattılar.
Bıçak Sırtı dizisini çeken yönetmenin ilk filmi idi Kavşak. Tecrübeli ve bu filmde de başarılı bir oyun sergileyen oyuncuların çoğu ücret almadan oynamışlar.Küçük bütçeli ve gişesi de çok fazla olamayan bu film vizyonda değerini bulamamış. Bu nedenle festivalin kalabalık olması yapımcı ve yönetmeni sevindirmiş. Sesinin duyulmasını ister tüm sanatçılar ya onlar da salondan olumlu bir geri dönüş aldılar.
Öyküsü çok gizemli olmasa da anlatımı açısından başarılı film idi.
Yüzleşemediğimiz gerçeklere, şehirde yalnızlığa ışık tutmuştu yönetmen. Öykünün akışı ve kurgu sürükleyici idi.
Salon genel olarak beğenilerini ve teşekkürlerini iletti. Batı Sinemasındaki 17.00 seansına, yeni bir filme yani yeni bir yolculuğa çıkmak için söyleşinin 40. Dakikasında çıkmak zorunda kaldım.Benden sonra neler konuşuldu bilmiyorum ama akşam olması hasebiyle yoğun bir izleyici kitlesi birikmişti tüm salonların kapıları önünde.
Keyifli bir günde güzel bir Türk Filmi ile karşılaşmak iyi gelmişti bana. Eğer vaktiniz varsa festivale uğrayın derim.İyi seyirler.
Güven, bir muhasebe şirketinde şef olarak çalışmaktadır. Mutlu bir evliliği, her şeyden çok sevdiği bir kızı vardır. Mesai arkadaşlarına kızının başarılarını anlatmaya bayılır. Kızı da ona çok düşkündür. Her gün okuldan eve gelir gelmez babasını arar. Güven, sıradan bir iş günün ardından şirketten çıkar, otobüse biner. Evinin bulunduğu ıssız sokak boyunca yürür, oturduğu üç katlı apartmanın önüne gelir. Dairesine girer, üstünü çıkarır, yüzünü yıkar, salondaki kanepeye oturur. Salon boştur. Ev boştur...
Bu gün yani 23 Mart 2011 de saat 12.00 ye gelirken Batı Sinemasının yolunu tuttum. Güneşli bir gündeydi Ankara. Öğle arasına yaklaşan bir saat olduğundan her zamanki gibi oldukça kalabalıktı Kızılay. Filme vakit varken ulaştığım sinemada bu sefer kısa film yarışma kategorisine denk geldim. Sinema-tv öğrencilerinin hazırladığı kısa filmler genelde başarılıydı. Görüntü kalitesi yanında senaryosunu da beğendiklerimi seçip kısa notlarla aşağıya ekledim.
Geçmişin tozlu fotoğraflarında bir gezinti. Zihnimiz ile geçmişin arasındaki ipler, şimdiki zamana fotoğraflarla bağlı. Geçmişte yaşadıklarımızı toplayıp zihnimizin tavan arasına atarız. Tozlu fotoğraflar hayal dünyamızda bize gölge oyunları oynar. Ödüller:
2010Kar FF; En iyi Yönetmen, En iyi Görüntü 2010Kısa-ca FF; En iyi Film 2010Frankfurt FF; 3. Ödülü
Geçmişe dair fotografların canlanması ile anılara sığınış…Dünya da bir gölgelik değil midir? Hepimizi zamanın kucağında gezdirir fotograflar, sesler, kokular…
Bir türlü geçmeyen gribim nedeniyle çok fazla filme gidemesem de şimdilik festivalde dört gösterime katıldım. Orada izlediğim kısa filmlerden seçtiklerimi kısa notlarla paylaşmak istiyorum.
Festivaller hem kaliteli filmler bulmak hem de sinema üzerine düşünmeye yoğunlaşmak açısından oldukça faydalı etkinlikler. Ayrıca bilet fiyatları da oldukça uygun.Mesela bu yıl filmler 5 tl, kısa filmler de 2.5 tl.Fırsat bulursanız 27 Mart’a kadar devam edecek.
21.03.2011 tarihinde ilk izlediğim gösterimdeki kısa filmlerin tamamının linki de budur:
29 yaşındaki Ezra final çalışmasının daktilosunu bitirir. Bu onun Osmanlı ile ilişkisini tanımlayan üç perdelik bir derlemedir; bir cücenin tabutuna benzeyen, konuşma yeteneğine ve bir gecede kâğıt üstündeki bütün fikirleri büyük edebi yapıtlara dönüştürme gücüne sahip mistik bir bağlantıdır. Ezra Osmanlı’nın doğaüstü yeteneklerini keşfettikçe, yaratıcılığını yitirdiğini görür. Zihni ve yaratıcı kişiliği bütünüyle Osmanlı’nın kontrolü altındayken, Osmanlı otoritesine kafa tutmaya başlar ve fiziksel olarak bir Osmanlı olmaya karar verir. Son perdeyi tamamlarken, Osmanlı’nın dünyasına girer ve kapıyı kapatır. Ancak Osmanlı’nın onun için hazırladığı sürprizi bilmemektedir.
İlginç bir kısa filmdi. Bir öyküsü olması ve oyunculuk oldukça iyi idi.
1.Hafta: Katılımcılarla tanışma… Neden, nasıl, ne okumalı- Niçin yazmalı?
Öykü, hikaye, roman, masal, tiyatro, radyo oyunu, reklam metinleri, belgesel metinleri, tanıtım metinleri, diğer kurgusal metinlerle ilgili teorik bilgiler ve pratik çalışmalar
2. Hafta: Öykü, roman ve senaryoda kişileştirme, mekân ve atmosfer oluşturma vb.tekniklerin örnek metinler üzerinden incelenmesi.
Öykü ve romanda diyaloglar, bilinç akışı, iç konuşma ve ironi gibi teknik hususların ve farklı anlatım tekniklerinin edebi eserler üzerinden incelenmesi…
Kurmaca metinlerde kişiler nasıl oluşturulur? Tip ve karakter incelemeleri…
4.Hafta: Edebitürler, dil ve kurgu oluşturmak, yorum çalışmaları ve uygulamalar
Üslup nedir? Kişisel bir üslup nasıl oluşturulur?
5.Hafta: Yazı çalışmalarına giriş-Film karelerinden ve fotoğraflardan yola çıkarak kısa yazılar yazma, yazıların eğitimci moderatörlüğünde katılımcılarla değerlendirilmesi…
6.Hafta: Kritik yapmak üzere örnek metinler inceleme
9.Hafta: Örnek senaryo metinleri inceleme- Birlikte senaryo yazma çalışmaları
10.Hafta: Kısa Film gösterimleri ve kritikleri
11.Hafta: Uzun Metrajlı Film gösterimleri ve kritikleri
12. Hafta: Katılımcılarla birlikte eğitimin genel değerlendirilmesi-Kapanış kokteyli –Sertifika Töreni
AÇIKLAMALAR:
1-Bu seminerler AKTİF KADIN ÇALIŞMALARI DERNEĞİ’nin bir eğitim hizmetidir.
2-Eğitim 7 NİSAN 2011’ Perşembe akşamında başlayacak ve 12.haftanın sonunda Haziran ayı içinde bitecektir. -İlk ay için seminer tarihleri şöyledir: 7-14-21-28 Nisan 2011 Perşembe hafta içi 18:00-20:30 saatleri arasında haftada bir gün-
4- Dileyen katılımcılarla Hocamız Sadık Yalsızuçanlar’ın programına göre ayarlanacak zamanlarda gelenek ve irfandan, sinemaya ve sanata, yazarlıktan edebiyata birçok konunun konuşulduğu buluşmalarımız seminerler bittiğinde de devam edecektir.
5-Eğitim başlangıç seviyesi içindir. Daha önceden herhangi bir temel seviye edinmiş olmanıza ya da yazı yazıyor olmanıza gerek yoktur.
6-Kurulan e-posta gruplarından mesajlaşmalar ve görüşmeler eğitim süresince ve akabinde devam eder.
7-Eğitim esnasında yapılan çalışmalar http://www.kalemsah.com/adresinde yazarının izniyle yayınlanır.
8-Eğitim sonunda katılımcılara AKTİF KADIN ÇALIŞMALARI DERNEĞİ tarafından seminer katılım sertifikası verilecektir.
Eski bir öğrencisi geçerken yanımızdan dalgınlığını fark edince hatırını sordu Hoca şefkatli tavrıyla. Derse gelebilir miyim dedi kız, ardından biz de çıktık sınıfa.
Öğle arasından sonraki konumuz yine şiir, konukluğumuz Necip Fazıl'a olunca iyi ki gelmişim bu gün bu derse diyerek dinlemeye başladım Hoca'yı heyecanla.
Doğumundan başlayarak anlattığı kısa biyografiden sonra, romantik Fransız şiirinden etkilenen şairin o zamana kadar "Bir ben vardır bende, benden içeru" diyen geleneksel şiirimizde yer almayan şekliyle "ben" kavramını şiir dilimize sokarak egosantrik şiirin ilk örneklerini oluşturduğunu belirtti. Şairin bohem hayatından sonra yazdığı şiirlerde ise gelenekselliği de kuşatan modern zamanlar şairi olduğu görülmektedir, diye ilave etti.
"Tam otuz üç yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" mısra ile belirttiği gibi hayatında intisapla beraber yeni bir sayfa açıldıktan sonra da şiirindeki o sesin değişmediğini, dehasını kelimelere hakimiyetini polemiklerinde de gösterdiğini ifade eden Hoca şöyle devam etti dersini anlatmaya:
Şiirinde bir mizaç vardır Necip Fazıl’ın, tarzından dolayı altında adı yazmasa da o yazının/şiirin Necip Fazıl'a ait olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bu durum dahi şair ve yazarlara özgü bir haldir. "Mizaç sahibi" sıfatını hak eden bir kaç örnek daha sunmak gerekirse: Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazım Hikmet Ran bunlardandı dedi sınıfa.
Bu noktada Hoca'nın 24 Mart 2009 tarihinde Atılım Üniversitesinde yapılan Necip Fazıl'ı Anma Etkinliklerindeki konuşması geldi hatırıma ve işte o enfes tahlilerden bazıları:
"Necip Fazıl, aslında çocuk saflığında bir insandı. Bizim geleneğimizde bilgelerin üç temel özelliğinden birisi, saf olmalarıdır. Hani meşhur bir söz var ya, “içimizdeki çocuk”… Ona aslında insan-ı kadim de deniliyor. İnsan-ı kadim, insanın çocukluk hali üzerine yaşamasıdır…Safiyyun olmasından. Bu, yetkin insanlara mahsus bir haldir. Onların ilgi ve dikkatleri daima bir merkeze odaklandığı için, dünyayla ilişkileri yaralıdır.
DAĞLARDA ŞARKI SÖYLE
Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, şöyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.
Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!
Bu, Necip Fazıl’ın safiyyun niteliğini en çok yansıtan şiirdir. Heidegger’in dediği gibi, “bizler, yeryüzünde, arzda yaşarız ama göklerle çevriliyiz.” Bu anlamda şiir, insanın göklerle temasını kuran bir şeydir. Bu anlamda Necip Fazıl modern zamanlarda, Türk şiirinde bunu gerçekleştiren bir şairdir diye düşünüyorum. Bu da onun o saflığının getirdiği bir şey.
İkincisi, Necip Fazıl bizim aslında Türkçe kelam dediğimiz şeyi, yani normalde insanı mayalayan, iklimi mayalayan şeyi yapar. İnsan kelam ve nazarla, yani göz ve sözle mayalanır. Anadolu’yu, bu toprakları, -ki Anadolu biliyorsunuz güneşin doğduğu yer demektir- Türkistan’dan Türkçe gelen Kelam mayalamıştır. Yesi’den gelen… Bu kelamın Türkçe şiirini Yunus Emre kurar. Necip Fazıl’ın Yunus Emre’ye büyük sevgisi, muhabbeti vardır, şiirlerinde, konuşmalarında atıfları vardır. Necip Fazıl o gelenektendir. Necip Fazıl modern zamanlar şairidir. Ama bir yönüyle de gelenekseldir.
Bizim büyük bilgelerimizden Eşrefoğlu Rumî’nin dediği gibi, şiirlerinde kendi derdini söyleyen bir adamdır. Siyasal ve toplumsal hicivlerinde, eleştirilerinde bile doğrudan kendi hikâyesini, kendi menkıbesini, kendi derdini anlatan bir adamdır. Bu anlamda Necip Fazıl, Anadoluyu ilk Türkçe kelamla mayalan Yunus Emre’nin izinde bir insan, o geleneğin içinden gelen bir insan, o geleneğe göre konuşan bir insandır.
Edebiyat araştırmacıları, Yunus Emre’den bugüne kadar yaklaşık dört bine yakın Türkçe kelam söyleyen şair olduğunu söylüyorlar. Necip Fazıl, modern zamanlarda bunların en değerli halkalarından biridir.
Tabii modernleşme dediğimiz süreç, kitlesel ve küresel bir şeydir. Tırnak içinde bir bela diyelim. Bu süreç, Seyyid Hüseyin Nasr’ın belirlemesiyle, tepeden bırakılan kartopu gibi gittikçe büyüyen, cesameti ve hızı artan bir süreçtir.
Osmanlı, bu süreç karşısında kendi pozisyonunu yeniden almak zorunda kalmıştır. Bu süreçte kendi modernleşme program ve projelerini üretmiş, yürürlüğe koymaya çalışmıştır. Cumhuriyet modernleşmesi ise, Osmanlı modernleşmesine göre daha patolojik tarafları olan, kendi kendini sömürgeleştirme niteliği baskın, daha çok Batılılaşma biçiminde algılanan, Batılı olma, Avrupalı olma ilkesi üzerinde yürüyen bir şeydir. Dolayısıyla, gelenekten daha köktenci kopuşlar olmuştur. Normalde gelenekte bir zayıflama ve yırtılma vardı. O semavi sofra, bilgelik sofrası 20.yüzyılın başlarında kalkmaya başlamıştır.
Pir Sultan Abdal yüzyıllar önce söylüyor bunu. O sadece kendi zamanına ilişkin bir şey değil, gidişata ilişkin bir şeydir.
“Bozuldu yolcular yollarda kaldı
Edep erkan gitti dillerde kaldı
Bendelerin zayıf hallerde kaldı
Beklerim yolların gel efendim gel”
Necip Fazıl böyle bir nidacı, bir çağrıcıdır. Bizim, bu patolojik tarafları yoğun olan modernleşme maceramızın insanda nasıl huzursuzluk, tedirginlik yarattığını, toplumda nasıl yaralar açtığını çok samimi bir şekilde ortaya koyarken, bunu bizatihi kendinde yaşayan bir insandır.
Çile, aslında Necip Fazıl’ın bütün hikâyesini tek başına anlatan bir şiirdir. Çile, insanın yetkinleşmesinin ve kemale erme yolculuğunun hikâyesidir. Eşrefoğlu Rumî’nin dediği, kendi ruhunu söyleyen, hakikatle ilişkisinin öyküsüdür.
Necip Fazıl’ın bütün şiirleri böyledir. Necip Fazıl’ın hikâyesini biz en güzel onun şiirlerinden okuyabiliriz.
1934 yılında, yani 30 yaşındayken, Yahya Düzenli beyin bahsettiği, o büyük bilgeyle karşılaşıyor. O bilge, Necip Fazıl’ın yaşamında bir milattır.
Hiç tanımadığı, adeta Hızır kılığında bir adam Necip Fazıl’ı bir gün vapurda uyarıyor. Ona bir adres veriyor ve “oraya git, senin aradığın orada’ diyor. O da gidiyor. Orada, bir modern zamanlar bilgesiyle, Abdulhakim Arvasi’yle karşılaşıyor. Adeta denize düşer gibi oluyor. Necip Fazıl, hakikaten deha sahibi, çok yetenekli, bizim yüz yıllık edebiyat tarihimizde çok önemli bir şahsiyet, mizacı çok güçlü, şahsiyeti çok güçlü bir adamdır. Böyle mizaca ve şahsiyete sahip kişiler bizim edebiyatımızda azdır. Yahya Kemal vesaire. Yani üç dört kişi ancak çıkar.
Necip Fazıl’ın ilgileri çok enteresandır. Şiir, roman, öykü, sinema, hemen her konuda yazmış çizmiş bir adamdır. Doymak bilmez bir yapısı var. En temel özelliği, hani bu Batılı tragedya yazarlarında, modern dönemin yazar ve şairlerinde gördüğümüz önemli bir özellik Necip Fazıl’da da var, bizim sufi şairlerde de var bu özellik, bir meseleyi, bir konuyu hayatında en ileri noktalara, en cüretkâr, en aşırı uçlara götürme konusunda son derece açık, ona elverişli bir şahsiyeti var.
Dolayısıyla yüksek şiirsel bir ruhu var. Hani Hegel diyor ya, Her ruh sanatçıdır, her ruh şairdir. Bizatihi kendi acısını taşıyıcısı olarak sanatkardır. Ama Necip Fazıl’da bunu da aşan bir taraf var. Onda yüksek bir söz kulesi var, bir şiir var. Türkçeyi kullanma tarzı hakikaten çok çok güzel. Gerçekten göz kamaştırıyor. Türkçeye çok hâkim. Necip Fazıl, o mizacının ve kişiliğinin damgasını vurur nesirlerine ve şiirlerine. Mesela, burada kaba duran bir kelime, şiirin içerisinde o kadar güzel duruyor ki, onu dönüştürüyor, şiir bir simya ilmi aslında.
Tabii biliyorsunuz, şiirin şuurla da ilişkisi var, semantik bir ilişkisi var. Ama aynı zamanda şiirin şuuru aşan bir tarafı da var. Zaten Çile’de biz bunu görüyoruz.
Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Mesela gölge, binlerce yıllık bir metafordur aslında. Yani varlık, ışık ile karanlık arasındadır. Onu bir gölge olarak görür.
Şimdi Çile şiirine bir girsek çıkamayız içinden. Çile şiirinde biz, sadece Necip Fazıl’ın kemale erme, kendi manevi yolculuğunun hikâyesini, menkıbesini ve özetini bulmayız. Bizim yüzlerce yıllık imgelerimizi buluruz. Çünkü her şair, yeniden hem kendi hikâyesini ve hem de insanlığın büyük hikâyesini yazmıştır. Bu toprakların meta hikâyesi de böyle oluşmuştur. Necip Fazıl da Çile’de kendi öyküsünü anlatır. O bakımdan Çile şiiri de bu zincirin bir halkasını oluşturmaktadır.
Çile, 1939 yılında söylenmiş bir şiirdir. Demek ki Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştıktan beş yıl sonra. Burada baktığımız zaman o süreç içerisinde yaşadığı dönüşümü anlatmıştır, zaten bu kitaba Çile diyor. Bildiğiniz gibi çile, doğrudan geleneksel bir kavramdır. Tabii bu sadece bizim bilgelik geleneğimizdeki gibi bir şeye bağlı değil. Mesela şiirde geçen menzil kavramı, İbn Arabi’nin eserlerinde gördüğümüz, ondan da gerilere uzayan bir kıdeme sahiptir, bir ıstılah, bir kavramdır, bir buluşma, inzal olma, nüzul etme, bir yarıyol karşılaşması, yani menzile girmek için yapılması gereken şeyler vardır. İnsanın içe kapanması var. İşte Yunus Peygamberi balığın yutması gibi doğrudan dış âlemden soyutlanarak içe kapanması, iki metrekarelik bir odaya girerek, kendine kapanması…
Necip Fazıl bunu toplumsal ve kamusal alanın içerisinde yapıyor. Bu arada bir kavgayı da yürütüyor, siyasal bir kavgayı da yürütüyor. Fırtınalı bir hayatı var.
Mesela Babıali’nin girişinde söyler. Aslında Yahya Ağabey ona bir dokundu ve geçti. İşte orada der ki, Bu kitabımı okuyan birçok dindar insan bana tepki gösterdiler. Bizim geleneğimizde yoktur, insan hiç kendi günahlarını anlatır mı? Merak ediyor Necip Fazıl da bu var mı yok mu diye.
Necip Fazıl dönemindeki kalıpları kırmış, bunları yenilemiştir. Aslında o da ilginçtir. Bu yetkinleşme hikâyesi, aslında insanın kendini de motive etmesinin hikâyesidir.
Biz niye okuyoruz? Okuma, öteki benlikleri dinlemekten başka nedir ki? Ötekinin hikâyesi… Bizim açımızdan son derece dikkate değer ve kendi yolculuğumuz için çok ciddi bir anlam ifade ederse ve bizi bir anlamda kaynağa, kökene götürürse başkasının hikayesi önemlidir.
Bizim bütün şairlerimizi, geleneksel şairlerimizin yaptığı budur; evvele götürmek. Evvel, köken, başlangıç demektir. Biz bu şiiri okuduğumuzda da bir anda kendi ruhumuza doğru, kalbimize doğru, gönlümüze doğru gidiyoruz.
Hayatın kalbine doğru sızıyoruz. Çile’nin ikinci bölümünde şöyle deniliyor:
Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;
Atlas sedirinde mavera dede.
Yandı sırça saray, ilahi yapı,
Binbir avizeyle uçsuz maddede.
Burada Atlas kelimesine dikkatinizi çekerim. Buradan biz doğrudan hayatın kalbine, yeni bir hayata, mikro âleme doğru gidiyoruz. Aslında mikro âlem ile makro âlem iç içedir. Varlık daireseldir.
Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
Içiçe mimari, içiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!
Bir düzen var. Necip Fazıl hayatın bizatihi özünde bunu görüyor. Zaten hayatın içindeki şiirsel mantığı da biz bu şiirde çok rahat okuyabiliyoruz.
Nizam köpürüyor, med vakti deniz;
Nizam köpürüyor, ta çenemde su.
Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu.
Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.
Hayatın özü, esası, cevheri budur, birlik…bütün hikâye birlemek, bir olmak, birliğe ulaşmak üzere var. Çünkü varlık birdir.
Bu bir gelenektir. Yunus Emre gibi şairlerin vardığı noktayı ima eden bir şey. Ona duyduğu özlem. Gözü orada. Son bende geliyoruz:
Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Hegel’in de bahsettiği gibi, bütün örtüler kaldırıldığında bilginin doğrudan kaynağı olan birliğe ulaşılır.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza varmak...
Bunu biz büyük sanatkârların hepsinde görüyoruz. Aslında Necip Fazılın hikâyesinin merkezinde de böyle bir şey var. Ama onun hayat hikâyesi, kavgası, şiirleri, yazıları, hitabeleri, romanları ve tiyatroları aynı zamanda bizim yüz yüzelli yıllık hikâyemizin, yani toplumsal ve siyasal hikayemizin, kamusal hikayemizin, medeniyet geleneğimizde yaşanan kırılmanın, değişimin, dönüşümün, onun getirdiği sancıların ve acıların hikayesidir."(*)
Tekrar derse dönersek; paraya önem vermeyen, karizmatik kişiliği uslubunda hissedilen ve yüz civarı eser veren Necip Fazıl'ın mutlaka okunması gereken eserlerinden şunları saydı Hoca:
Babıali, Abdülhamid Han, Hac, Benim Gözümden Menderes, Son Devrin Din Mazlumları...
Ardından şiirlere geçti ve 1931 yılında yazılmış, yukarıda da bahsi geçen dağlarda şarkı söyle isimli şiiri okudu:
“Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!”
İnsanın içine dönmesi, içinden kainat kitabına yönelmesi içiçe geçmiş çokluk perdelerinden arınıp her şey olan varlığa, hiç'e ulaşması gerektiğini anlatırcasına sesi gürdü bu şiirin ve ilk derste vurgu yapılan içte derinleşme mevzuunu hatırlatıyordu.
Aynalar yolumuzu kesti ders ilerledikçe, önce Anneme Mektup" şiiri gurbet acısına düşürürken, yüzüme dik dik bakan aynalarda kayboldu yüreğim:
Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;
İşte yakalandık, kelepçelendik!
Çıktınız umulmaz anda karşıma,
Başımın tokmağı indi başıma.
Suratımda her suç bir ayrı imza,
Benmişim kendime en büyük ceza!
Ey dipsiz berraklık, ulvi mahkeme!
Acı, hapsettiğin sefil gölgeme!
Nur topu günlerin kanına girdim.
Kutsi emaneti yedim, bitirdim.
Doğmaz güneşlere bağlandı vade;
Dişlerinde, köpek nefsin, irade.
Günah, günah, hasad yerinde demet;
Merhamet, suçumdan aşkın merhamet!
Olur mu, dünyaya indirsem kepenk:
Gözyaşı döksem, Nuh tufanına denk?
Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.
Bakamam, aynada, aynada vicdan;
Beni beklemeyin, o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti.
Bir İstanbul'lu olarak en güzel İstanbul şiirlerinden birine imza atan Necip Fazıl'ın en sevdiğim mısraları arka arkaya düşünce gönlüme, içim doluyor "Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar” şehrin özlemiyle, süzülüyor yaşlar gözümden sessizce.
Otel Odası şiirinden sonra Necip Fazı'ın kişisel iç yolculuğunun hikayesini sunan, adeta seyr-i sulukunu resmettiği şiiri çileye geliyor sıra...Bir kaç mısra tattırıyor Hoca...devamını siz okuyun diyerek son veriyor bir şiir şöleni edasında geçen derse.
Sonra bahçeye çıkıyoruz, hocayla halleşmek, feyzinden istifade etmek arınmak arzusundayım. Pek bir şey söylememe gerek kalmadan anlıyor gözlerimden... ömür geçiyor bak aklı başında okumalar yapmaya başlayalı nice sene geçmiş... Çok da başka başka şeyler okumamalı...İç yolculunu tamamlamalı insan... Bu yolda üç şey var sabredeceğin: Açlık, yalnızlık, ve O'nu anmak... Ve bu üçüne aynı anda sabretmek... Bu sabırlara günaha karşı sabrı da ekleyip içinin çıkmazlarından ışığı görmek... Hayatta başkaca bir hakikat yok, ben, sen yok, sedece O var...
Minnet dolu gözlerle teşekkür edip ayrılıyorum huzurundan. İki yanımdan akan sarının, kırmızının, yeşilin tonlarını sunan ağaçlar hafif rüzgarın da etkisiyle el sallıyorlar sanki dışarıdan içeriye dönmesi gereken kalbime. Baştan ayağa aşk kesilmiş bir hal insanının güzelliğinden bulaşmışken üzerime huzur dolu bir hüzünle eve geliyorum.
Hemen kitaplığıma uzanıp Çile kitabını alıp elime, okumaya başlıyorum:
Heyecanla karışık bir hüzünle geç vakitte yatağa girmiş, birçok yorucu rüyanın kollarında hırpalanmıştım bütün gece.
Günün ilk ışıkları ile uyanıp herkesi uğurladıktan sonra ben de Hoca’nın dersine yetişmek için alelacele evden çıktım. Serin ama güneşli bir ekim günü daha yaşıyordu Ankara. Atatürk Orman Çiftliği'nin bulunduğu yolu tercih edince sonbaharın renk cümbüşünde, güzellikte birbiriyle yarışan sarının, yeşilin, kırmızının, kahvenin tonları arasında buldum kendimi.
Hızla akan trafik bir bir elimden alsa da zihnimin çektiği resimleri menzilime yaklaşmanın heyecanı kaplıyordu içimi. Çokluktan, zihin karmaşından, kalp yorgunluğundan arınmak istediğim bir dönemi yaşatıyordu Zamanın Sahibi. Mevsim geçişlerinin sancısı sarsarken bedeni, ruhu da örseliyordu saatin hiç durmadan işlemesi, yoruyordu "Gökyüzünden habersiz uçurtma uçuran" yüreği.Dersine geldiğim Hocam’ı görünce hele de elinden aldığım tek şekerli sabah çayım ve bir parça sıcak simidin kokusu eşliğinde geçen hal hatır sorma faslında daha, fazlalıklarından kurtulmaya başlayan ruhum hafiflemişti adeta.
Geniş merdivenlerini tırmanarak vardığımız sınıfta öğrencilerin meraklı bakışlarına aldırış etmeden geçip oturdum akçaağaç rengindeki sıralara. Öğrencilerin rehavete kapılmaması amacı güdülerek özel olarak hazırlanmış olduğunu düşündüğüm mavi kumaş kaplı rahatsız oturakların olduğu sınıfta parlak bir gri eşlik ediyordu beyaz duvarlara.
Dersin adı: Edebiyata Giriş. Türk Edebiyatı'nın önemli isimlerini tanımak bağlamında öğrencilerin hazırladığı sunumlar üzerinden yürütülen derste günün ilk yazarı Tomris Uyar. Hocasının yanına masaya sunum yapmak için geçen kız öğrenci heyecanlı olsa da Hoca'nın sakin ve destekleyici tavrı onu rahatlatmakta. Kısa biyografik bir sunumdan sonra, hoca devreye girerek yazarın hikayeciliği üzerine konuşmakta. Daha da çok sınıfa sorular sormakta. Soruları sorularla yanıtlayıp gençlerin akıllarına soru işaretleri bırakmakta. Bütün yazarları okurken eleştirel bakış açısını yitirmeyin uyarısını hal diliyle tekrarlayıp büyük yazarların bahçesinde de ayrık otları olabileceğini hatırlatmakta.
Tomris Uyar'dan Diz Boyu Papatyalar ve Gün dökümü' nü okumadan mezun olmayın bu okuldan diyerek iyi kitaplar listesini kabartmakta.
Sunum yapan öğrencinin alıntıladığı metinleri kelime bazında irdeleyince ders sıradan bir edebiyat dersinden çok daha derin anlamların vurup vurup kaçtığı bir kıyı oluyordu adeta. Hoca kelimelerin gerisindeki gizlere işaret ediyordu “Açık Deniz”edasıyla. "Sıradan insanlar" ibaresinden başlıyordu mesela, kimdir sıradan insanlar deyince ev hanımlarını örnek veriyordu sunum yapan kız. Gülüyordu hoca, ev hanımı dediğin üretime en çok katkısı olan, o rutine katlanırken güler yüzü de sunan o varlık nasıl sıradan olur, asıl odur özgün olan diyerek itiraz ediyordu söylenenlere.
"Dönemin rengi" kelimesini irdeliyordu sonra. Sahi dönem bir nesne midir ki rengi olsun, her devirde her çeşit insan var olduğuna göre nasıl tek bir renge hapsedilir ki zaman diyordu öğrencilerin zihnini eleştirel bakışa taşımak maksadıyla.
Laf olsun diye cümleler yazmayın yazılarda diyordu, "gözlemci edebiyatçı" ifadesinin yanlışlığını vurguladığı cümlenin sonunda. Doğru ya, gözlemci olmayan edebiyatçı yoktu sonuçta.
Kız öğrenci sunumuna devam ediyordu, gülen gözlerle anlatıyordu yazardan okuduğu iki kitabı sınıfa.
Sekizinci Günah'tı biri, akıcı dille yazılmış sekiz öyküden oluşuyordu kitap. En sevdiği öyküyü okudu öğrenci. Sınıfın yorumlarından sonra tekrar hoca girdi devreye ve başladı anlatmaya hayatı, yılların getirdiği bir bilgelikle.
Hayat dedi gözle görülür bir nesne midir, insanın kendi hayatı dışında bir hayat var mıdır? Bir insan öldüğünde, devam mı eder hayat denen olgu diye sordu sınıfa. O noktada bir sürü pencere açıldı zihnimin odalarında. Haklıydı hoca, her insanın aslında bir hayatı vardı ve bu hayat bir başkasınınkini yargılayacak, onunla oyalanacak kadar uzun değildi. İnsan tek sermayesi olan hayatı çar çur etmemeliydi. Kendi hayatının anlamı üzerine kafa yormalıydı ki, hayatını hayat kılabilsindi. İçe kapanmak gerek dedi. Patolojik bir kapanmadan bahsetmese de, büyük eserler veren yazar ve şairlerin hep böylesi bir içe kapanıklığın sonucunda o noktaya geldiklerini örneklerle izah etti.Sadece çevresinin yani başkalarının ilişkileri içinde yaşayan bir insan için nasıl "yaşıyor" denebilir ki diyerek bir aldanma, bir ilizyonun içinde yaşayıp gidiyor, kocaman laflar ediyoruz, niçin bunların hepsi, bir ölüye çıkmak için mi diye sordu sınıfa. Niye bunca sınavlar, işler, koşuşturmacalar, bir tabak yemekle yarım gün doyan bir mide için mi koşuşturuyor bunca insan dedi, ifadelerini güçlendirerek.
Her şeyi bildiğini sanmak, dışa dönük yaşamak kadar boş bir şey var mıydı gerçekten bu dünyada. Bütün büyük fikir adamları doğruyu içe kapanmakta bulmuşsa, hakikat dışarıda değildi demek ki. Acı çekmeden, hayatın anlamı üzerine düşünmeden yazmak hele ki zamana direnen kalıcı eserler bırakmak mümkün değildi. Oğuz Atay gibi büyük yazarlar içte derinleşerek, içe kapanarak yazmışlardı eserlerini. Her şey içten ibaretse içe kapanmak neden kötü olsundu ki!
Yunus Emre'nin, ruh bedende konuktur, yani, bu can bu tende konuktur, bir gün çıkar gider, kafesten kuş uçmuş gibi diye anlattığı hakikat, bize, hayat denen şeyin ruhta gizli olduğunu anlatır diyerek ekledi hoca sözü söze. Problem içe kapanmak da değil, içe kapanamamaktadır. Hayatta fark etmemiz gereken tek gerçek insanın kendisine ve bir başkasına acı vermeden yaşamasıysa bunun için içsel bir yolculuk yapmak gerekmiyor muydu?
Hocayı dinlerken içimde dalgalanan deniz beni kah sahiline atıyordu emniyetin, kah azgın suların soğunda bırakıyordu. Bu arada sunum yapan öğrenci Tomris Uyar'ın Yürekte Bukağı adlı eserinden paylaşımlar yapmaya başlamıştı. Yalın bir dili vardı yazarın.
Ders arasının geldiğini haber veren öğrencinin sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp hava almak için balkona çıktık beraber. Güneş cazibedar ışığını üzerimizde gezdirse de uzun ve sıcak yazın bittiği gün gibi aşikardı. Hatta kış biran önce sahneye atılma telaşındaydı. Ama savrulduğum düşüncelerin yakıcılığı soğuğu algılayışımı bile devre dışı bırakmıştı. Bir sigara içimi durduğumuz balkonda dumanı izledim hüzün dolu bakışlarla. Sanki kaybolup giden ömrümüzün resmini çiziyordu sigara.
İkinci derse öykücü Tomris Uyar'ın eşi Turgut Uyar'dan şiirler okuyarak başladı Hoca. İlk şiir buydu:HİÇSİZLİĞE
Tanrım sen ne kadar güzelsin
Bir hiç olarak
Ormansın belki bilmiyorum
Belki ormanda bir ağaçsın şuncacık
Bir pazartesi günüsün
İnsanları dupduru edemeyen
Bütün karayollarında ve demiryollarında
Gider gelirim bütün dünyada
Ama biliyorum Kırşehir'de mezarsın
Bir kilisesin Kapadokya'da
Sözgelimi yumurtada zarsın
Ustasın sabahları yapmada
En katı yoklukları koyarak insanın içine
Akşam üstlerinde biraz gaddarsın
Sular ve zamanlar kararırken
Ne yapalım
Bari bağışlayalım birbirimizi.
Hiç; Allah demektir, bütün aşkınları aşan, hiçbir idrakin kavrayamayacağı mutlak belirsizliktir. Büyük şair Turgut Uyar bu şiirde o kuşatıcılığı anlatır diyerek kısa bir yorum yaptıktan sonra bu şiiri anlam bakımından da desteklen bir başka şiirdeydi sıra :
ÇOKLUK SENİNDİR
Özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir
özenle ne yapıyorsam bilirsin artık senindir
suya giden bir adam mesela omuzunu eğri tutsa
güneş su ve adamın omzundaki eğrilik senindir
ayağa kalkarsın, adına uygunsun ve haklısın
kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir
kararan dünya, yeni bir güle bir ateş parçasıdır
bir ateş parçasından arta kalan soylu karanlık senindir
bir deneyli geçmişi aldın geldin yeniyi güzel boyadın
ben bilirim sen de bil ilk aydınlık senindir
benim sevdiğim su senin suyunun öz kardeşidir
senin soyunun bıraktığı güçler artık senindir
çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi
her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir
senindir ey sonsuz veren ne varsa hayat gibi
tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir
ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın
aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir.
Turgut Uyar'ın Divan'ını mutlaka okuyorsunuz hatırlatmasından sonra en ünlü ve çok çağrışımlı olan bir başka şiire uğradı yolumuz. Bu şiirin daha ilk mısrası hayatı tanımlardı bana ve dağıtırdı her okuduğumda. Hocadan şiiri dinlerken beni başka dünyalara götüren uzun koridorlar açıldı her vurguda:
GEYİKLİ GECE
Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk
Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak
Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık
Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden
"Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli
Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor
Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır'da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında
Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mi diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı
Ama ne varsa geyikli gecede idiBir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk
"Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ay ışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben"
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
"Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum"
Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.
"Afiyet olsun" dilekleri ile çıktık öğle arasına. Hocanın elinde yine sert bir kahve, sigara... Öğrencilerle birlikte okulun kafeteryasında yemeğimizi yedik, başarısız bu yemekler dedi, bir kaç lokma aldıktan sonra. Çaylarımızı aldık, açık havaya çıktık.
Bugün “Bir güzel susmak geliyordu içimden” ve Hocayı dinliyordum pür dikkat; gerek yok dedi bunca dağılmaya, okumak lazım, daha da çok yaşamak, bak nasıl akıyor zaman, ömür kısa diyerek daldı uzaklara.