emek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
emek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2012 Perşembe

BU SON OLSUN…



                                                        

Birkaç gün önce vizyona giren filmlerin de çokluğuna bakıp nasılsa güzel bir film bulurum diyerek sinemaya gittim ve başlayacak olan ilk filme girdim. Sabah ilk seans olduğundan koca salonda yalnız başımaydım. Sonradan gelip en arka köşeye geçen genç çiftle beraber bize özel gösterimin başlamasını beklerken heyecanlıydım. Film konusunda önyargım olmasın diye her zamanki gibi yazılan çizilenleri okumadan sinemaya gitmiştim.

Film, “BU SON OLSUN” ismindeki yeni başlayan hukuki süreci sebebiyle gündemden düşmeyen 1980 darbesine dair komedi olarak tasarlanmış. Kara komedi denebilirse de bu konuda dengenin tutturulamadığını belirtmeliyim. Film boyunca tamam şimdi ayarlayacak dozu, konunun ağırlığına uygun bir bakış açısı ile toplayacak filmi diye bekledim ama sonuç hayal kırıklığı oldu.

Yönetmen, filmin alt yapısını kurarken kulaktan dolma bilgilerle hareket edip senaryoyu baştan savmış da gişe yapar diyerek konjektüre uygun bir film mi tasarlamış yoksa darbeci zihniyetle seyircinin anlayamayacağı bir dil kullanarak dalga mı geçmiş, yakın tarihini bilmeyen gençler hedef alınıp ciddi bir konu sulandırılarak başka amaçlara mı hizmet edilmiş tam olarak kestiremedim.

(Filmin konusu internet sitesinde şöyle izah edilmiş: http://www.busonolsunfilmi.com/sayfalar/filmozet.html)

Film bana epey uzun ve eğlenceli geldi. İnsanın darbe iyi ki yapılmış evsizler başını sokacak bir dam bulmuş, karınları doymuş, insanlar da tutuklanarak kardeşlik tesis edilmiş, epey kaynaşmışlar diyesi geliyor. Öyle ki, hapishanedekiler birlikte güzel vakit geçirmiş, maçlar yapmış bazıları bir iki kere tokat yiyerek hırpalanmış, o kadar kusur kadı kızında da olur, darbe darbe dedikleri bu muymuş dedirtiyor izleyene. Hele en sonunda sokakta yaşayan bir adamın yaptığı planla müdürü katakulleye getirmesi ve tüm tutukluların elini kolunu sallaya sallaya hapishaneden kaçması var ya mutlu son bu olmalı diyor insan. Tabi senarist bu toplum mutlu sonları çabuk unutur, ajitasyonu da sever mantığı ile film içinde pek yer vermediği drama unsurunu son sahnede öne çıkarıyor. Hapishaneden çıkanlardan darbeden önce birlikte yaşayan ve evlilik hayali kuran sevgililerin ölüm haberini Cumhuriyet Gazetesinin manşetinden perdeye yansıtarak epey eğlendirdiği seyirciye bir darbe indirip devreye Cem Karaca’yı sokuyor ve o muhteşem ses “Bu gün sen çok gençsin yavrum” diyerek şarkıya giriyor. Parçanın yorum başarısıyla bu son olsun diye diye salondan çıkarken türü komedi olan filmden size boğazınızda bir yumru kalıyor.

İşte ben de eminim her seyircinin diline dolanacak “Bu son olsun, bu son” diye mırıldanarak filmden çıkmış yürürken aklıma Yusuf Atılgan’ın, “AYLAK ADAM” adlı eserinde geçen sinemadan çıkan insanı anlattığı satırlar geliyor: “ İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu;” Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar… Eve gidip okusam. Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birlikte çıksınlar. Kafasından geçenlere güldü…” diye devam ediyordu satırlar. Ben de güldüm, dilimdeki Cem Karaca Şarkısı eşliğinde hızlıca yürüdüm ve içimdeki sinemadan çıkmış adam ölmeden birkaç satır yazmak için bir kafeye oturdum.

Tabi bu arada bir şeyin farkına vardım; yazar bu muhteşem tespiti kitabına yazdığında yıl 1959 olduğundan henüz AVM’ler ve buraya monte edilmiş ticari sinemalar icat edilmediğinden bu yaratık daha uzun ömürlüydü sanırım. Şimdi ise bol ışıklı ortama düşüyor sinemadan çıkan insan. Etrafındaki binlerce uyaranın gönderdiği oklarla pek çabuk yere yıkılıyor, bırakın herkesi kurtarmayı kendisini bile koruyamıyor. Ve filmin tesiri hızla azalıyor, her yerden ayrı bir müzik yükseliyor, sizi sizinle bırakmıyor ki, düşünüp akledesiniz. Mağazaların camlarında “yüzde yetmiş indirim, tek fiyatlar, yetişen alıyor” yazıyor. Mis gibi kebap kokuları yükseliyor, fast food dükkanları menüleri ile gençleri tavlıyor, çocuklar jetonlu oyuncaklarda sallandığını zannedip gülümsüyor. Ailesi ile nitelikli vakit geçirdiğini düşünen baba muzaffer bir kumandan edasıyla karısının alışveriş paketlerini taşıyor. İlla ki oyuncakçıya girilip sinemada izlenen animasyonun oyuncağı alınıyor, yetmiyor yemeyeceği menüde hediye olarak verilen minik oyuncaklar isteniyor, kitapçıya benzeyen yerlere girilip film karakterlerinin adını taşıyan dergiler alınıyor. Bu kitapçılarda niye iyi kitaplar bulunmaz diye kimse düşünmüyor, çok satan diye önüne konanlar arasından bir kaç tane seçip kendine epey süre yetecek kitabı alan aile mensupları okuyor ve seyrediyor olmanın dayanılmaz hafifliği ile ellerinde bir sürü poşet çıkışa doğru ilerliyor ve sonuçta filmin adından başka bir şey hatırlanmıyor. Üşenmeyenler film sitelerine yorum yazıp fragmanını sosyal paylaşım ağlarında beğeniye sunuyor, bir nevi filme karşı vefa borcunu ödüyor ya da başkalarını kurtarmak adına, sakın gitmeyin yazıp insanları uyarma vazifesini eda edip günlük iyilik limitini dolduruyor. Bir dahaki haftaya onlarca film yeniden vizyona gireceğinden önümüzdeki maçlara bakacağız deyip internet sitelerinde yeni eğlencelik filmler arıyor. Sinema ile kurulan ilişki, modernleşme sürecini fikri açıdan oturtmadan şeklen yaşamına aktaran bizim gibi toplumlarda bireyi böylesi bir kısır döngünün içine alıyor, sıradanlaştıryor. Belki de kapitalizm hız çağının da etkisiyle tüm dünyada tatmin olmaz, düşünmez, akletmez insanlar oluşturmak için sinemayı yem olarak kullanıyor.

Bu yazı da daldan dala atlayan çağrışımlar arasında “Bu son olsun” filmine benzedi ama işte böylesi önemli ve acı bir mevzuuyu ele almamızı engelleyen şartlar, günümüzün hızlı, karmaşık kapitalist düzeni utansın. Sonuçta hepimiz bir şekilde bu oltaya geliyor, sistemin çarkları arasında eziliyoruz.

Tekrar filme dönersek, oyunculukların gayet iyi olduğu filmde, görselliğin de başarılı olduğunu belirtmek gerek. Üniforma üstünlüğünün kabullenildiği o günler de bir hapishane müdürü ve oraya atanan asker üzerinden iktidar mücadelesi, kraldan çok kralcı tavırların gardiyanlara kadar sirayeti perdeye güzel yansıtılmış. Ama eksik olan bir şeyler var filmde; mizah –drama dozunun ayarlanmamış olması belki de bu eksikliklerin en önemlilerinden.

 1980 Darbesinde henüz bebeklik devresinde idim. Dolayısıyla olayların pek fazla farkında değildim. Ancak ( çok şükür bin yıl sürmese de) darbelerin etkisi epeyce bir zamanı ülkeden çaldığından olsa gerek ilkokula başladığım yıllarda hala herkesin korku içinde olduğunu anımsıyorum. Evimizin balkonunda ayağımda bebeğimi sallarken elinde pankartlarla bağıra bağıra gençlerin yürüdüğünü, annemin korkuyla gelip bir serseri kurşun isabet etmesin diye beni içeri aldığını hatırlıyorum. Erkenden öğrendiğim okuma sayesinde karşımızdaki üniversite binasının duvarlarında DEV-GENÇ yazdığını, bir sürü kurşun deliği olduğunu, mahallelinin kitaplarını bizim bahçemizdeki eski zeytin kuyusuna saklaması için babama getirdiğini, babaannemin çok korktuğunu, o zaman lise çağlarında olan erkek kuzenlerimi hiçbir şeye karışmaması için uyardığını, gizli gizli kitap okuduklarını görse solcu, arkadaşları ile buluşup kitap okusalar, namaz kılsalar sağcı olacakları korkusuyla sosyalleşmelerini engelleme gayretini anımsıyorum. Bu toplum niye kitap okumuyor veryansınlarında sözlü gelenekten gelen tarihi yapımızın yanında büyüklerin bu tavrının da etkili olduğunu düşünüyorum. Bu darbelerin insanlık dışı zulmüne bizzat maruz kalmamış ama ara ara topluma çekilen ayarlarla, post modern darbelerle postal korkusu diri tutulmuş günümüz nesillerinin, insanı aktive eden kitaptan çok pasif durumda tutan sinemaya ilgi göstermesi nedeniyle bu konuları işleyen filmleri faydalı buluyorum.

Ancak bu kadar ciddi bir konunun bahsi geçen filmdeki kadar karikatürize tipler üzerinden ele alınmasını konunun güncelliği üzerinden rant elde etme amacı şeklinde gördüğümü söylemeliyim. Bu film bir ilk film. Tabi ki bunun acemiliklerini barındırıyor; en basitinden amiyane tabirle ucuz solculuk yapıyor. Yakışlı, bilgili, kültürlü, merhametli, insancıl karakterler solcu iken tipsiz, cahil, kimisi aptal, kimisi menfaatçi, uyanık, bir nevi çapulcu tipler sağcı daha doğru ifadesi ile ülkücü gösteriliyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki, bu kötü niteliklere haiz, hatta darbelerden sonra davasını satıp plazalarda çalışan, zengin olan ve fakiri hiç de umursamayan bir sürü solcu olduğu gibi, yakışlı, bilgili, kültürlü, hala davasına sahip çıkan milli manevi değerlerine bağlılığının getirisi ile merhameti karakter edinmiş bir çok ülkücü genç-yetişkin var bu ülkede. Bir hiç uğruna oyuna getirilip birbirine kırdırılan, sağ kalanlarının da beslemektense asıldığı bir sürü genç var bu ülkede.

Adalet olsun diye bir sağdan astık, bir soldan diyen zihniyetin ölüme götürdüğü nice isimsiz kayıp var bu ülkede. Hapishanelerde çektiklerini bir dikey yükseliş sağlar duygusu ile dillendirmeyen ama beraat ettiğinde bile o travmanın gölgesinde yaşayan hareketli mezarlar kadar, asılan gencecik oğlunun naaşını bile alamayan, resimlerine bakıp gözyaşına boğulan bir anne gördüm mesela 2011 yazında, bir köyde. İçine düşen ateşin otuz yıldır en canlı haliyle gözlerinde durduğu yaşlı kadın ne zaman bitecek bu acılar diyor, darbecilerin yargılanacağını söylemek için arayan gazetecilere ana yüreği duygusallığı ile bu saatten sonra oğlum geri gelecek mi, ahirette iki elim yakalarında olacak onların diyordu. Oğlu öleli onları her yaz arayıp soran “insan” siyasetçinin de yakın zamanda bir helikopter kazasına(!) kurban gittiğini söyleyen ajansı kapatıp bütün iyi insanları öldürüyorlar işte diyordu. Klişeleşmiş, ezberlenmiş replikler, nasihat ya da dava kaygısı gütmeden sırf o annenin gözlerinden ilham alarak bir film yapılmalıydı. Böylesi darbenin acısını göstermek, o gençleri ölüme karşı korkusuz hale getiren düşünceleri yansıtmak, sokakta geçen mücadeleden çok daha etkili olurdu ama sağcılar zamanında yatırım yapmadıkları bir alanda bugün bir türlü var olamıyorlardı.

Tabi bunun bir çok sebebi vardı: Roman sanatının batı toplumuna özgü olması gibi belki de sinema da doğu gelenekleri ile örtüşmüyordu. Kolun kırılıp yen içinde kaldığı, bütün hesapların ahirete bırakıldığı, sessizliğin tevekküle denk tutulduğu bir toplumda göstermek üzerine kurulu bir sistemin, sinemanın gelişmiş olması beklenemez. Henüz emekleme aşamasında olan Türk Sinemasında da solculuğu hayatına hayat kılmasa da sözlü bir gelenek üzerinden daha çok solcu senarist ve yönetmenlerce filmler yapıldığı düşünülürse sağcıların yetersiz insan tiplemeleri üzerinden perdeye yansıtılması tarafsızlığın olmadığı dünyada kaçınılmaz oluyor. Netekim hayat boşluk kabul etmiyor.

Darbelerin daha nitelikli senaryolarla ele alınıp doğru aktarılması ve sadece filmlerde kalması temennisiyle…

HANDAN GÜLER

16 Haziran 2011 Perşembe

BABAMA MEKTUP ...Ne güzel bir mektuptur...

Sevgili babacığım,


Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın bir çok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.


Sana bazı şeyleri anlatamadım. Bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin – kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu sanki. Çaresizlik yüzünden bir çok şeyin anlamı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? Fakat ben artık bir meslek adamı oldum babacığım. Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, “Ne güzel” diyorlar, “Bunu bir yerde kullansana.” Onun için, çok özür dilerim babacığım, seni de bir yerde, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum. Bana kızınca –bu çok sık olurdu- “Senin aynadan gördüğünü ben ‘dıvardan’ görürüm,” derdin. Annemle birlikte ‘dıvar’ sözünle alay ederdik. Ben de şimdi küçüklerime karşı –artık benden küçük olanlar da var babacığım- bu cümleni kullanıyorum, gülüyorlar

30 Nisan 2011 Cumartesi

NİHAYET...2011 ÖYKÜ YILLIĞI YAYINLANDI



ÖYKÜ YILLIĞI 2011/SADIK YALSIZUÇANLAR

Edebiyat(ın) Ortamı’ndan iki şiir yıllığı nicedir kitaplığınızdaki yerini almıştı. Alanı genişletmeyi ve şiir kadar kadim bir ‘anlatı(m) türü’ne; öyküye ilişkin kaydı da hedefleyen yıllığın hiç kuşkusuz eksikleri, yanlışları, yanlılığı olacaktır. Peşinen bunu itiraf edelim, Edebiyat Ortamı dergisini kotaran değerli dostlara, öykü yıllığı düşüncesi/eylemi için teşekkürü borç bilelim.
Yıllıkta, Süavi Kemal Yazgıç ile Yılmaz Yılmaz’ın kaleminden genel bir değerlendirme bulacaksınız. Yanısıra yılın öne çıkan öykü kitaplarına ilişkin çeşitli değiniler, eleştiriler göreceksiniz.
Ulaşabildiğimiz pek çok dergiyi birkaç kişi titizlikle taradık ve öyküler bölümünde topladık. Yıllıkta bulamadığınız lakin dergilerde yayımlanmış olan daha onlarca güzel öykü var. Onların burada niçin olmadığı (muhtemel) sorusu haklı olmakla birlikte, takdir edersiniz ki, kitaplık çapta bir kayıt, her şeyden önce bir sınırlama öngörür. Gönül arzu ederdi ki, okunmaya değer bütün öyküleri bir çatı altında toplayalım ve sizi bir öykü cennetine çekebilelim…Lakin arzu etmekle iş bitmiyor.

19 Ekim 2010 Salı

BİR DERSİN ANATOMİSİ 1


Heyecanla karışık bir hüzünle geç vakitte yatağa girmiş, birçok yorucu rüyanın kollarında hırpalanmıştım bütün gece.


Günün ilk ışıkları ile uyanıp herkesi uğurladıktan sonra ben de Hoca’nın dersine yetişmek için alelacele evden çıktım. Serin ama güneşli bir ekim günü daha yaşıyordu Ankara. Atatürk Orman Çiftliği'nin bulunduğu yolu tercih edince sonbaharın renk cümbüşünde, güzellikte birbiriyle yarışan sarının, yeşilin, kırmızının, kahvenin tonları arasında buldum kendimi.

Hızla akan trafik bir bir elimden alsa da zihnimin çektiği resimleri menzilime yaklaşmanın heyecanı kaplıyordu içimi. Çokluktan, zihin karmaşından, kalp yorgunluğundan arınmak istediğim bir dönemi yaşatıyordu Zamanın Sahibi. Mevsim geçişlerinin sancısı sarsarken bedeni, ruhu da örseliyordu saatin hiç durmadan işlemesi, yoruyordu "Gökyüzünden habersiz uçurtma uçuran" yüreği.Dersine geldiğim Hocam’ı görünce hele de elinden aldığım tek şekerli sabah çayım ve bir parça sıcak simidin kokusu eşliğinde geçen hal hatır sorma faslında daha, fazlalıklarından kurtulmaya başlayan ruhum hafiflemişti adeta.

Geniş merdivenlerini tırmanarak vardığımız sınıfta öğrencilerin meraklı bakışlarına aldırış etmeden geçip oturdum akçaağaç rengindeki sıralara. Öğrencilerin rehavete kapılmaması amacı güdülerek özel olarak hazırlanmış olduğunu düşündüğüm mavi kumaş kaplı rahatsız oturakların olduğu sınıfta parlak bir gri eşlik ediyordu beyaz duvarlara.

Dersin adı: Edebiyata Giriş. Türk Edebiyatı'nın önemli isimlerini tanımak bağlamında öğrencilerin hazırladığı sunumlar üzerinden yürütülen derste günün ilk yazarı Tomris Uyar. Hocasının yanına masaya sunum yapmak için geçen kız öğrenci heyecanlı olsa da Hoca'nın sakin ve destekleyici tavrı onu rahatlatmakta. Kısa biyografik bir sunumdan sonra, hoca devreye girerek yazarın hikayeciliği üzerine konuşmakta. Daha da çok sınıfa sorular sormakta. Soruları sorularla yanıtlayıp gençlerin akıllarına soru işaretleri bırakmakta. Bütün yazarları okurken eleştirel bakış açısını yitirmeyin uyarısını hal diliyle tekrarlayıp büyük yazarların bahçesinde de ayrık otları olabileceğini hatırlatmakta.

Tomris Uyar'dan Diz Boyu Papatyalar ve Gün dökümü' nü okumadan mezun olmayın bu okuldan diyerek iyi kitaplar listesini kabartmakta.

Sunum yapan öğrencinin alıntıladığı metinleri kelime bazında irdeleyince ders sıradan bir edebiyat dersinden çok daha derin anlamların vurup vurup kaçtığı bir kıyı oluyordu adeta. Hoca kelimelerin gerisindeki gizlere işaret ediyordu “Açık Deniz”edasıyla. "Sıradan insanlar" ibaresinden başlıyordu mesela, kimdir sıradan insanlar deyince ev hanımlarını örnek veriyordu sunum yapan kız. Gülüyordu hoca, ev hanımı dediğin üretime en çok katkısı olan, o rutine katlanırken güler yüzü de sunan o varlık nasıl sıradan olur, asıl odur özgün olan diyerek itiraz ediyordu söylenenlere.

"Dönemin rengi" kelimesini irdeliyordu sonra. Sahi dönem bir nesne midir ki rengi olsun, her devirde her çeşit insan var olduğuna göre nasıl tek bir renge hapsedilir ki zaman diyordu öğrencilerin zihnini eleştirel bakışa taşımak maksadıyla.

Laf olsun diye cümleler yazmayın yazılarda diyordu, "gözlemci edebiyatçı" ifadesinin yanlışlığını vurguladığı cümlenin sonunda. Doğru ya, gözlemci olmayan edebiyatçı yoktu sonuçta.

Kız öğrenci sunumuna devam ediyordu, gülen gözlerle anlatıyordu yazardan okuduğu iki kitabı sınıfa.

Sekizinci Günah'tı biri, akıcı dille yazılmış sekiz öyküden oluşuyordu kitap. En sevdiği öyküyü okudu öğrenci. Sınıfın yorumlarından sonra tekrar hoca girdi devreye ve başladı anlatmaya hayatı, yılların getirdiği bir bilgelikle.

Hayat dedi gözle görülür bir nesne midir, insanın kendi hayatı dışında bir hayat var mıdır? Bir insan öldüğünde, devam mı eder hayat denen olgu diye sordu sınıfa. O noktada bir sürü pencere açıldı zihnimin odalarında. Haklıydı hoca, her insanın aslında bir hayatı vardı ve bu hayat bir başkasınınkini yargılayacak, onunla oyalanacak kadar uzun değildi. İnsan tek sermayesi olan hayatı çar çur etmemeliydi. Kendi hayatının anlamı üzerine kafa yormalıydı ki, hayatını hayat kılabilsindi. İçe kapanmak gerek dedi. Patolojik bir kapanmadan bahsetmese de, büyük eserler veren yazar ve şairlerin hep böylesi bir içe kapanıklığın sonucunda o noktaya geldiklerini örneklerle izah etti.Sadece çevresinin yani başkalarının ilişkileri içinde yaşayan bir insan için nasıl "yaşıyor" denebilir ki diyerek bir aldanma, bir ilizyonun içinde yaşayıp gidiyor, kocaman laflar ediyoruz, niçin bunların hepsi, bir ölüye çıkmak için mi diye sordu sınıfa. Niye bunca sınavlar, işler, koşuşturmacalar, bir tabak yemekle yarım gün doyan bir mide için mi koşuşturuyor bunca insan dedi, ifadelerini güçlendirerek.

Her şeyi bildiğini sanmak, dışa dönük yaşamak kadar boş bir şey var mıydı gerçekten bu dünyada. Bütün büyük fikir adamları doğruyu içe kapanmakta bulmuşsa, hakikat dışarıda değildi demek ki. Acı çekmeden, hayatın anlamı üzerine düşünmeden yazmak hele ki zamana direnen kalıcı eserler bırakmak mümkün değildi. Oğuz Atay gibi büyük yazarlar içte derinleşerek, içe kapanarak yazmışlardı eserlerini. Her şey içten ibaretse içe kapanmak neden kötü olsundu ki!

Yunus Emre'nin, ruh bedende konuktur, yani, bu can bu tende konuktur, bir gün çıkar gider, kafesten kuş uçmuş gibi diye anlattığı hakikat, bize, hayat denen şeyin ruhta gizli olduğunu anlatır diyerek ekledi hoca sözü söze. Problem içe kapanmak da değil, içe kapanamamaktadır. Hayatta fark etmemiz gereken tek gerçek insanın kendisine ve bir başkasına acı vermeden yaşamasıysa bunun için içsel bir yolculuk yapmak gerekmiyor muydu?

Hocayı dinlerken içimde dalgalanan deniz beni kah sahiline atıyordu emniyetin, kah azgın suların soğunda bırakıyordu. Bu arada sunum yapan öğrenci Tomris Uyar'ın Yürekte Bukağı adlı eserinden paylaşımlar yapmaya başlamıştı. Yalın bir dili vardı yazarın.

Ders arasının geldiğini haber veren öğrencinin sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp hava almak için balkona çıktık beraber. Güneş cazibedar ışığını üzerimizde gezdirse de uzun ve sıcak yazın bittiği gün gibi aşikardı. Hatta kış biran önce sahneye atılma telaşındaydı. Ama savrulduğum düşüncelerin yakıcılığı soğuğu algılayışımı bile devre dışı bırakmıştı. Bir sigara içimi durduğumuz balkonda dumanı izledim hüzün dolu bakışlarla. Sanki kaybolup giden ömrümüzün resmini çiziyordu sigara.

İkinci derse öykücü Tomris Uyar'ın eşi Turgut Uyar'dan şiirler okuyarak başladı Hoca. İlk şiir buydu:HİÇSİZLİĞE

Tanrım sen ne kadar güzelsin

Bir hiç olarak

Ormansın belki bilmiyorum

Belki ormanda bir ağaçsın şuncacık

Bir pazartesi günüsün

İnsanları dupduru edemeyen

Bütün karayollarında ve demiryollarında

Gider gelirim bütün dünyada

Ama biliyorum Kırşehir'de mezarsın

Bir kilisesin Kapadokya'da

Sözgelimi yumurtada zarsın

Ustasın sabahları yapmada

En katı yoklukları koyarak insanın içine

Akşam üstlerinde biraz gaddarsın

Sular ve zamanlar kararırken

Ne yapalım

Bari bağışlayalım birbirimizi.



Hiç; Allah demektir, bütün aşkınları aşan, hiçbir idrakin kavrayamayacağı mutlak belirsizliktir. Büyük şair Turgut Uyar bu şiirde o kuşatıcılığı anlatır diyerek kısa bir yorum yaptıktan sonra bu şiiri anlam bakımından da desteklen bir başka şiirdeydi sıra :



ÇOKLUK SENİNDİR



Özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir

özenle ne yapıyorsam bilirsin artık senindir

suya giden bir adam mesela omuzunu eğri tutsa

güneş su ve adamın omzundaki eğrilik senindir

ayağa kalkarsın, adına uygunsun ve haklısın

kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir

kararan dünya, yeni bir güle bir ateş parçasıdır

bir ateş parçasından arta kalan soylu karanlık senindir

bir deneyli geçmişi aldın geldin yeniyi güzel boyadın

ben bilirim sen de bil ilk aydınlık senindir

benim sevdiğim su senin suyunun öz kardeşidir

senin soyunun bıraktığı güçler artık senindir

çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi

her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir

senindir ey sonsuz veren ne varsa hayat gibi

tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir

ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın

aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir.



Turgut Uyar'ın Divan'ını mutlaka okuyorsunuz hatırlatmasından sonra en ünlü ve çok çağrışımlı olan bir başka şiire uğradı yolumuz. Bu şiirin daha ilk mısrası hayatı tanımlardı bana ve dağıtırdı her okuduğumda. Hocadan şiiri dinlerken beni başka dünyalara götüren uzun koridorlar açıldı her vurguda:



GEYİKLİ GECE



Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta

Her şey naylondandı o kadar

Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.

Ama geyikli geceyi bulmadan önce

Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk

Geyikli geceyi hep bilmelisiniz

Yeşil ve yabani uzak ormanlarda

Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan

Hepimizi vakitten kurtaracak

Bir yandan toprağı sürdük

Bir yandan kaybolduk

Gladyatörlerden ve dişlilerden

Ve büyük şehirlerden

Gizleyerek yahut döğüşerek

Geyikli geceyi kurtardık

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı

Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk

Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza

Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları

Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk

Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz

Bilir bilmez geyikli gece yüzünden

"Geyikli gecenin arkası ağaç

Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü

Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"

İster istemez aşkları hatırlatır

Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş

Şimdi de var biliyorum

Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz

Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli

Hiçbir şey umurumda değil diyorum

Aşktan ve umuttan başka

Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı

Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor

Biliyorum gemiler götüremez

Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini

Örneğin Manastır'da oturur içerdik iki kişi

Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek

Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı

Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi

Geyikli gecenin karanlığında

Aldatıldığımız önemli değildi yoksa

Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak

Gümüş semaverleri ve eski şeyleri

Salt yadsımak için sevmiyorduk

Kötüydük de ondan mi diyeceksiniz

Ne iyiydik ne kötüydük

Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa

Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı

Ama ne varsa geyikli gecede idiBir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan

Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda

Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında

Büyük otellerin önünde garipsiyorduk

Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte

Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız

Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk

Yahut bir adam bıçaklasak

Yahut sokaklara tükürsek

Ama en iyisi çeker giderdik

Gider geyikli gecede uyurduk

"Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede

İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı

Sultan hançerleri gibi ay ışığında

Bir yanında üstüste üstüste kayalar

Öbür yanında ben"

Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım

Eskimiş şeylerle avunamıyoruz

Domino taşları ve soğuk ikindiler

Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık

Gölgemiz tortop ayakucumuzda

Sevinsek de sonunu biliyoruz

Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum

İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada

Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum

Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum

İyice kurulamıyorum saçlarını

Bir bardak şarabı kendim için içiyorum

"Halbuki geyikli gece ormanda

Keskin mavi ve hışırtılı

Geyikli geceye geçiyorum"

Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.



"Afiyet olsun" dilekleri ile çıktık öğle arasına. Hocanın elinde yine sert bir kahve, sigara... Öğrencilerle birlikte okulun kafeteryasında yemeğimizi yedik, başarısız bu yemekler dedi, bir kaç lokma aldıktan sonra. Çaylarımızı aldık, açık havaya çıktık.



Bugün “Bir güzel susmak geliyordu içimden” ve Hocayı dinliyordum pür dikkat; gerek yok dedi bunca dağılmaya, okumak lazım, daha da çok yaşamak, bak nasıl akıyor zaman, ömür kısa diyerek daldı uzaklara.

handan güler

BU YAZI AYNI ZAMANDA KALEMŞAH.COM'DA YAYINLANMIŞTIR.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

BAŞLANGIÇ...LAR ZORDUR...AMA DENEMEYE DEĞER






  • Yapım:
    2010 ~ ABD,  Fransa,  İngiltere,  Japonya
                              Tür:Aksiyon,  Bilim Kurgu,  Dram,  Fantastik,  GerilimGizem,  Macera,  Suç
  • Yönetmen:
  • Senaryo:
  • Senaryo (Kitap):
  • Yapımcı:
  • Görüntü Yönetmeni:
  • Müzik:
  • Filmin Websitesi:
  • Süre:
    2 saat 22 dk
    Dom Cobb (Leonardo DiCaprio) çok yetenekli bir hırsızdır. Uzmanlık alanı, zihnin en savunmasız olduğu rüya görme anında, bilinçaltının derinliklerindeki değerli sırları çekip çıkarmak ve onları çalmaktır. Cobb’un bu ender mahareti, onu kurumsal casusluğun tehlikeli yeni dünyasında aranan bir oyuncu yapmıştır. Ancak, aynı zamanda bu durum onu uluslararası bir kaçak yapmış ve sevdiği herşeye malolmuştur. Cobb’a içinde bulunduğu durumdan kurtulmasını sağlayacak bir fırsat sunulur. Ona hayatını geri verebilecek son bir iş; tabi eğer imkansız “başlangıç”ı tamamlayabilirse. Mükemmel soygun yerine, Cobb ve takımındaki profesyoneller bu sefer tam tersini yapmak zorundadır; görevleri bir fikri çalmak değil onu yerleştirmektir. Eğer başarırlarsa, mükemmel suç bu olacaktır. Ama ne dikkatle yapılan planlamalar, ne de uzmanlıkları, onları, her hareketlerini önceden tahmin ettiği anlaşılan tehlikeli düşmanlarına karşı hazırlıklı kılabilir. Bu, gelişini sadece Cobb’un görebildiği bir düşmandır.




















    Kişisel Kanaatim: Muhteşem bir filmdi. Aksiyon filmlerini çok sevmememe rağmen sonuna kadar heyecanla, hayretle, muhteşem görüntüler diye diye seyrettim. Çok sağlam bir senaryosu da vardı. Teknik açıdan da oldukça başarılı idi. Dün okuduğum ve henüz yazısını yazamadığım Tombul Yürek adlı çocuk kitabını tamamlıyor olması da dünyada tesadüfün olmadığını bana bir kez daha hatırlattı. Vaktiniz varsa mutlaka gidin bu filme derim:))   

30 Mayıs 2010 Pazar

AĞIRIMA GİDİYOR SENSİZ GEÇEN GÜNLER...YÜREĞİME KAZINMIŞ O GÜZEL GÖZLER...




istanbul Gece Fotoğrafı


CANIMA...

Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun
Gördün güzelleri beni unuttun
Sılaya dönmeye yemin mi ettin

Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı

Yarim sen gideli yedi yıl oldu
Diktiğin fidanlar meyveyle doldu
Seninle gidenler sılaya döndü

Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı

Yarimin giydiği ketenden gömlek
Yoğumuş dünyada öksüze gülmek
Gurbet ellerinde kimsesiz ölmek

Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı

İğde çiçek açmış dallar götürmez
Dağlar diken olmuş kervan oturmaz
Benim bağrım yufka sitem götürmez

Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalma



Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin.
Bir ısıtır,bir üşütür,bir ağlatır,bir güldürür; 
Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.....

Özdemir ASAF

23 Nisan 2010 Cuma

EVLİLİK ÜZERİNE...



Evlilik, sabahleyin üstünüz açık uyandığınızda, "yorganı hep üstüne
çekiyor" diye kızmak değil, "iyi, gece üşümeden uyuyabilmiş" diye
sevinebilmektir. Eşinizin de "eyvah, o üşümüş" diye üzülebilmesidir. 
Evlilik, birlikte oyun oynamaktır. Ama birbirine oyun oynamak değil.
Evlilik, dostlar gittiğinde elinizde kalan yegane şeydir. Evlenince dostlar
zaten giderler.
Aşksız evlilik, evliliksiz aşkı doğurur.
Evlilik, en şiddetli tartışmaları bile bir buse ile bitirebilmeyi başarmaktır.
Bazı başka buseler de en şiddetli tartışmalara yol açabilir.
Evlilikte sağır bir koca ile kör bir kadın mükemmel çift oluşturur.
Evlilik çılgınca birşeydir. Aklınız başınızda değilken evlenirsiniz,
evlendiğinizde aklınız başınıza gelir, ama yine de bu çılgınlığı
sürdürmeye devam edersiniz.
Evlilikte çiftler turnusol kağıdına benzer. Turnusol kağıdı aside girince başka, baza girince başka renk alır. Evlenen insanlar da tıpkı bunun gibi evlilik ortamında değişir.
Evlilik erkeklerin özgürlükleri, kadınların da mutlulukları üzerine oynadıkları
bir kumardır.
Evlilik, eşlerin kendi kendilerine "ben, eşimin hayatına eşlik görevimin dışında ne tür bir anlam katıyorum?" diye sormalarıdır. Siz "Ben, eşimin hayatına ne tür sorunlar katıyorum ve
bunları nasıl en aza indiririm?" sorusuyla da başlayabilirsiniz.
Evlilik saksı çiçeğine benzer, sürekli sevgi gösterip sulamazsanız ölür.
Taraflardan sadece biri sürekli sulayacak olursa, çiçek sağ kalır, ama
sulayan taraf bıktığı anda çiçek ölür. Her iki tarafın da ilişkiye
dengeli bir biçimde bakması, yeşertmesi gerekir. Bir çiçeği çok fazla
sularsanız da köklerini çürütürsünüz!
(ALINTI) 

9 Nisan 2010 Cuma

AÇIK DENİZ' LERDE YOL ALIYOR GEMİ: TURGUT ÖZAL ANISINA...

İKİ ÖNEMLİ HATIRLATMA:

1- AÇIK DENİZ 10 NİSAN 2010' TURGUT ÖZAL DOSYASI İLE EKRANA GELİYOR.


O, hikayeciliğindeki ve yazarlığındaki ritm ve ahengin güzelliği ile okuyucularını her kitabında bahar atmosferi ile sarıyor. Edebiyatçı-Yazar Sadık Yalsızuçanlar her Cumartesi Ülke TV’de izleyenlerle buluşuyor. Ünlü yazar, her hafta Açık Deniz’de şair ve yazarlarla, düşünce adamları ve kanaat önderleriyle kalbin, aklın, benliğin ve ruhun ışıklarını yakacak özel söyleşiler gerçekleştiriyor. Açık Deniz’de bu hafta Sekizinci Cumhurbaşkanlarımızdan merhum Turgut Özal’ın ölüm yıldönümü münasebetiyle, Turgut Özal anısına özel bir yayın yapılacak.
 
 
Açık Deniz’de bu hafta Sadık Yalsızuçanlar Türk siyasetindeki yenilikçi tutumu ve hala soru işaretleri barındıran ölümüyle iz bırakmış isimlerden biri olan Sekizinci Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın anısına özel bir yayın gerçekleştirecek. Programa Turgut Özal’ın eşi Semra Özal, oğlu Ahmet Özal, işadamı Zeynel Abidin Erdem, Eski ANAP Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Alaattin Fırat konuk olarak katılacak. Galip Demirel ve Vehbi Dinçerler’in telefonla katılacağı Açık Deniz’de, Turgut Özal’ın özel hayatından, siyasetçi kişiliğine kadar geniş perspektifteki dünya görüşü izleyenlerle paylaşılacak. Turgut Özal’ın hayatından kesitlerin yer aldığı görüntülerin de ekrana geleceği programda siyaset dünyasından isimlerle Turgut Özal hakkında yapılan söyleşilere de programda yer verilecek. 


Keyifli söyleşiler her hafta Sadık Yalsızuçanlar’ın sunumuyla her Cumartesi 22:’45te Ülke TV’de…

2- 13 NİSAN 2010' DA ANKARA TOBB ÜNİVERSİTESİNDEN BİR ETKİNLİK HABERİ: 

KONUK: İŞ KADINI AYNUR BEKTAŞ
KONU: KADINLARIN TEŞVİKLERDEN HABERDAR EDİLMESİ
YER: TOBB ÜN.MAVİ AMFİ.
SAAT: 11:00-13:00
  3- İstanbul'da konferans-söyleşi-konser yani etkinlik haberleri için buraya bakınız ki 12-17  Nisan arasındaki 68 adet güzelliği kaçırmayınız, İstanbullular:))

26 Mart 2010 Cuma

ÖYKÜ(CÜ)




ÖYKÜ(CÜ)

Zamanı yarıp girerdi bir rüyanın içine.

Işıklı dilimde, durmaksızın yol alan bir küheylanın dizginlerini sıkıca tutardı parmakları.

Kalabalığın zehrini çekerken içine, sigarasının yedeğinde, yalnızlığın koynunda geçireceği geceyi düşlerdi yüreğinde.

Sonra düşerdi ışıltılı karanlığın içine: Yüzlerinde peçe beklerken heyecanla harfler bir köşede, bembeyaz sayfaların karşısında dizginleyemezdi şehvetini, kalemi de alınca eline.
Kelimelerinin içine girebilme, yokluktan varlığa geçebilme telaşındaydı heceler.

Yelkovan, kırıp dizini otururdu önünde. Akrebin başı yerde…Saniyeler el ele, kaynayan yüreğin lavları akarken sıcak ve derinden, kaçışırdı saliseler önünden.

Kalbinin sarkacı, rüyayla yakazanın arasında gidip gelirken çekiştirmeye başlardı vücut libası, ağrılı iğnelerle acıtırken.

Karanlığın beşiğinde tatlı, küçük bir ölüme çağırırdı gözkapakları. Direnişi, yağmurun toprağın teninde bıraktığı o koku ile tazelenen sabaha kadar sürer, sonra da kağıdın üzerine düşürdüğü duygularını demlenmeye, başını yastığın sıcağına bırakırdı.

Boyanın kitre ile dansı gibi müphem, yeni bir günde, insanlardan bir insan olma gayesiyle karışacağı hayata, gülümserdi gözleri uyandığında. Bazen dayanılmaz olunca ağrıları şikayet ederdi dili. Kalbi diline çıkışıp Sahibi’ne saygısızlık ettiğini hatırlatınca af dilerdi kelimeleri. Dua niyetine birkaç ağrı kesici atar, aroması etrafa yayılan enfes bir kahveyi, sigarasıyla yudumlardı.

Ve yine başlardı öykücü yazmaya, yatışmayan bir heyecanla, her gün yeniden…Kalbinden damıttığı kelimeler, öyküleriyle yol bulup saplanıverirlerdi, adını, ruhunu, sevdasını bilmediği birilerinin en acıyan yerlerine. Kimi zaman yara, kimi zaman merhem niyetine.

Zamanı yarıp girerdi bir rüyanın içine.

Hoş bir seda bırakma arzusuyla durduğu şu alemde.

HANDAN GÜLER
http://sensizyildizlarabakamam.blogspot.com/2009/03/oykucu-zaman-yarp-girerdi-bir-ruyann.html
 ---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Öykü(cü)mden farklı bir öykü okumak isteyenlere...
Düşkırığı
Sadık Yalsızuçanlar - 26.03.2010 12:24

   

22 Mart 2010 Pazartesi

KİTAPTAN KÜREKLERİ, YAZIDAN KAYIĞIYLA GÖNÜLLER OKYANUSUNDA İLERLEYEN BİR YAZAR: NİHAT DAĞLI'YA…



"ProgId">
KİTAPTAN KÜREKLERİ, YAZIDAN KAYIĞIYLA GÖNÜLLER OKYANUSUNDA İLERLEYEN BİR YAZAR: NİHAT DAĞLI'YA…
O’nu tanıdığımda yaşım 11 idi, O'nun 22. Babamın sevdiklerini sevip yerdiklerini yerdiğim, önüme koyduğu her eseri hızla okuduğum vakitler. O da babamın dolayısıyla benim çok sevdiğim insanlar arasında yer almış, umut ve heyecan dolu genç bir yazardı o zamanlar. Ortalama her hafta görüştüklerini, bu görüşmelerde geçenleri babamın bir bir anlattığını, haftalık yazılarını okuttuğunu hatırlıyorum anılara dönünce.
Orta  okulda bir sürü derece aldığım kompozisyon yarışmaları için yazılar yazarken, lisede edebiyat dergisi için çalışmalar yaparken O'na öykündüğümü ama beceremediğimi anımsıyorum. Uslubun kendine has bir şey olduğunu yıllar içinde, adını yazmadan yazacağı satırları bile tanıyabilecek aşinalığa geldiğimde kavradım. Sanırım O da, benim satırlarımı nerde görse, nasıl süslesem, ne sıfatlar arkasına saklasam, en yalın halini bildiğinden devrik cümlelerimin, hemen tanır ve ısrarlı talebimle, beni besleyen, büyüten düşüncelerini sunar yazıya.
Zaten 1992’ de gazetede yayınlanan ilk yazımı farkedip soyadından dolayı babama kim olduğunu soran da O olmuştu, ümit verici sözlerle kendisi bile farketmeden beni büyük bir coşkunun ortasına bırakan da. Ama bunların hepsi gıyabında gerçekleşen hadiselerdi ve O'nu hiç görmemiştim, bir resimdi zihnimde yıllarca.
Sonra bir gün o resimdeki adamı gördüm sokakta. Ertesi gün yine, sonraki gün tekrar. Koltuğunun altında en az üç kitap yanımdan geçip beklediğim noktanın karşısındaki binaya giriyordu her sabah. Babam söyledi sebebini sonra, oradaki bir kamu kuruluşunda memurdu yazarım o yıllarda. İki  sene boyunca her sabah O'nu bu şekilde gördüm, hep umutlu, hep heyecanlı bir yüz ifadesi ile hep en yakın dostları kitaplarıyla.
Sonra ben şehrimden ayrılınca öss rüzgarıyla, dergi ve gazetelerden takip ettim yıllarca. Üniversite bitip staja başlarken bir dergide sizden gelenler başlıklı bir köşenin editörlüğünü yaparken gördüğümde O'nu, hemen bir  yazı yazıp yolladım dergiye. Tabi yanına,  iyice köşeye sıkıştığım o günlerde akıl danışacağım bir büyüğüm olarak bana yol göstermesini istediğim bir de mektup yazdım, hayatın örselediği ruhumdan geriye kalan samimi duygularla. Altı gün sonra beni aradığında ağlıyordum, soğuk bir koridorun acımasız karanlığında. Sesi bir el uzatmıştı ruhuma, o güçle çıkabilmiştim binanın dışına. Ekimin son günleri olsa da yazdan kalma bir günü yaşamaktaydı Konya.  Ama içimdeki kışı bir O anlamış, ihtiyacım olan ateşi bir O yakmıştı o gün bana. Sonrasında hep destek oldu zorluklarımda, bıkmadan usanmadan dinledi beni, uzayan satırlarımda. Çözüm önermeyi pek sevmeyen ama alternatifleri bulacağım noktaya kadar sesli düşünmeme eşlik eden bir tavrı vardı. Bence demezdi hiç, ben değildi çünkü. Ben olsam şöyle yapardım diye ahkam kesmezdi, bilirdi ki kimse kimsenin içinde olduğu resmi tam olarak göremediğinden ne kadar destek amacıyla da söylese fikrini, hep eksik kalacaktı söyledikleri.  
Ve bir zaman sonra O'nu ziyaret ettim, İzmir’e geldiğim bir hafta. 21 yaşındaydım o zaman, o 32. Yıllardır gıyaben tanıdığın biri ile yüzyüze gelmek, tanışmak çok ilginç bir duyguydu,  şimdi bunu anlatacak kelime bulamıyorum. Hani çok eski dostların yıllar sonra karşılaşmasındaki gibi bir coşku, on yıldır okuduğun, çocukluk ve ilk gençliğine yön vermiş bir yazarla ilk kez karşılaşmanın korkuyla karışık heyecanı…Ve daha bir dolu karışık duyguyla gitmiştim çat kapı, çalıştığı iş yerine.  Ne cesaret… O zamanlar demek ki cesurmuşum, buradaki “cesur” kelimesinin manasını en iyi o anlar. Hatta cesur kavramının gönül sözlüğümdeki karşılığı onun adıdır. Çok genç yaşlardan itibaren ne istediğini bilen, kararlı bir insan olmayı başarmıştır.
Yazısına öykünmeyi bırakıp önderliğinde çıktığım başka okumalar esnasında onun en çok bu yönüne hayran kalmışımdır: Cesur, kararlı, azimli, bedel ödemeye razı. Ağır sonuçları çıksa da önüne tercihlerinin,  geri dönmeyecek kadar dik başlı, kimseye dayanmadan, hatta ona dayananları da taşıyabilecek kadar güçlü bir adam. İnandığı herşey uğrunda dünyayı karşısına alacak kadar cesur, ama bir kuşun kırık kanadına, bir çocuğun gözünden akan yaşa, ülkesinde herhangi  bir kadının daha doğru ifadeyle dil, din, ırk farkı gözetmeksizin bir insanın uğradığı haksızlığa dayanamayacak kadar naif bir insan. Okurlarına dost muamelesi yapacak kadar mütevazı, her yazılana cevap verecek kadar nazik bir adam.
Sıkıştığım her köşe başında fenerini içime tutan, babamın gözlükleri yerine kendi gözlerimle bakmam gerektiğini hatırlatan bu değerli insan kadar cesur olsaydım, bugün bambaşka bir hayatım olurdu diye düşünüyorum, geriye bakınca. Ama ben onun kadar keskin kararlar veremeyecek ölçüde köşeye sıkıştırılmıştım, bu, çocuklarını yiyen, ataerkil ülkede. Boyun eğmek zorunda olduğum kurallar çerçevesinde yaşadım hep, hala değişen bir şey de olmadı  yaşantımda. Ancak durduğum yerde nefessiz kaldıkça,  yeni yeni pencereler açıyorsam kendime, bu enerjiyi buluyorsam hala, hep onun ektiği tohumlar yeşerdiğinden içimde, başlarını çıkarıp topraktan bakıyorlar penceremden güneşe, şimdi benimle birlikte.
“Tarihin sadece tarih olduğunu, dönüp dönüp gidilecek ve orada konuklanacak bir yer olmadığını “ söylemişti bir keresinde bana. “Yaşanması ve üzerine düşünülmesi gereken bir yer olduğunu “ belirtmişti. Bugün öylesi bir muhasabeye girdim ben de içimde. Keşke diyemeyecek bir tercihler silsilesinden gelseydim bugüne keşke. Ama bizi bizden iyi Bilen taşıdı ya bugünlere, razı olmayı bilmeli kadere. O’nun deyişiyle “Kulak kesilmeli aleme”, belki de.
Acılar yaşatıp sınandıkça dost bildiklerimle, onun yüreğinin önüne düştüm her seferinde. “Galiba biz başkasından acı görerek seyrelecek, bir sürü başkası böylelikle dökülecek yakamızdan, biz kalacağız kendi başımıza ve Rabb’imiz…Etraf sakinleşecek…Hafiften konuşmaya başlayacağız Rabb’imizle… Ağlayacağız ona…Yani kendimiz olacağız.“  demişti bir gün teselliler sunarken bana.
O’nu çok az gördüm yıllar içinde. Bazen senelerce yazışmadık ama ne zaman bir selamda kesişse yolarımız,  bıraktığımız noktadan başladık kalbi dostluğa. Zamanın; kardeşliği, dostluğu, haldaşlığı silemediğine olan inançla.
O benim şehrimde, bense çölün ortasında bir serap gibi sığındığım “ada”mda, iyi ki, kitaplar var diyerek yaşıyorum hala. Onun kitaplarını nasıl da içtiğimi geriye bakınca görüyorum. Hele de “Hiçkimseye Mektuplar” ı  satır satır didiklediğimi, onun üzerine sayfalarca yazdığım mektubu görünce hatırlıyorum.
Son kitabına kadar hepsini okudum defalarca. Sonuncusunu ise onca aramama rağmen bulamamanın üzüntüsünü yaşıyorum bu gün. Onbeşinci yılı devirdiğim gurbetten, belki bir yıla yaklaşan sıla özlemiyle döndüğümde İzmir’e,  orada bulurum ve özlediklerimle buluşurum duygusunu yaşatıyorum içimde. 
 O’nun dediği gibi diyorum bugün: “Bazen çıkamıyor insan kendinden, kendisi kendisine hapishane oluyor, muhkem bir hapishane, gardiyanı çok...Tutuklu da aczden başka bir şey değilse…Talip olmaktan çıkmışsa, gelen/maruz kaldığı neyse sadece bunu karşılamaya gücü kalmışsa…” Bu sözlerin üzerine söz söylenir mi hala?
Bir de şunu belirtmek istiyorum: Çok az insan böyle bir yere sahip oldu, gönül haritamda…Otuz sene de bir elin parmaklarına ulaşmadı beni bunca anlayan dost sayım. Ama belki de onun kadar anlayan olmadı, olamayacak. Çünkü o benim çocukluğumun, ben onun gençliğinin uzaktan da olsa şahidiyimdir. Söylediğim her kelimenin derin ve çağrışımlı bağlarını ancak o çözebilir. Ne demiş bir bilge; insan çocukluğudur.
Bu gün onun beni tanıdığı yaştayım: Burdan bakınca hayat çok başka görünüyormuş, onu kısmen anlıyorum ama o yine benden önde gidiyor, kimbilir yeni yaşlarında neler keşfediyor.

Evet o bir kaşif, kendinde yol alıyor, öyle geniş bir okyanus ki içi, her gün bir başka sahil daha buluyor sığınacak ve kapıyor kendini yanlışa, yalana, bir rüya olan hayata. Ölmeden önce ölme telaşında O, herkes gibi mutluluk denen yalanın peşinde değil gönlü. Kendini bilme, böylelikle alemi okuma, kitaptan kürekleri, yazıdan kayığıyla içindeki okyanusta yol alma telaşında.
Yıllardır görmediğim ama haberlerini bir şekilde aldığım yazarıma dair, bir şeyler söylemek zor oldu doğrusu ama yazmasam olmayacaktı noktasına taşıdı bu sabah gelen bir ileti beni. Bir sosyal paylaşım alanı olan Facebook’tan gelen iletide arkadaşınız Nihat Dağlı’nın doğumgünü bu hafta diye bir hatırlatma vardı. Yetiştirmem gereken acil işlerim sebebiyle ve daha zamanı var diyerek birkaç saat bastırdım yazma isteğimi ama olmadı. Ve bu yazı böyle çıktı ve gönülden düştüğü gibi buraya aktarıldı.
Nihat Dağlı kadar geniş gönüllü birini yazmak haddime değil ama bana açtığı pencerden selam vermek, yeni yaşını erkenden kutlamak istedim. Onu anlatmaktan uzak, paylaşmak  istediklerimden çok çok eksik bu yazı onu tanıyanlara mutlaka bir şey ifade edecektir. Eğer hala tanımayan biri var da bu satırları okuyorsa, dilerim bu yazı  onun kitaplarına, onun dünyasına taşısın gönlünü bu baharda.
Ve Sayın Yazarım, gelecek günlerin geçenlerden bereketli olsun, sağlık ve huzurla uzun yıllar daha yaz kağıtlara, oradan aksın sıcacık kelimelerin çoraklaşmış gönül haritalarımıza. Eminim son yirmi yılda sana karşı bir çok kusurum olmuştur, kırmışımdır belki seni, öyleyse eğer affet beni. Koruyacaksın her daim, yüreğimdeki yerini.
HANDAN GÜLER    

19 Mart 2010 Cuma

Fatih AKBABA ile İletişim Ailede Başlar seminerinden notlar...

Fatih AKBABA ile İletişim Ailede Başlar seminerinden notlar...

Fatih AKBABA Bu gün bir okulun seminer salonunda kıymetli bilgilerini paylaştı bizimle. Özellikle pozitif enerjisinin akışını sağladığı konuşmasında aile içi iletişim ile aile-çocuk ilişkisi üzerinde durdu. Bu verimli söyleşiden bazı noktaları başlıklar halinde burada paylaşmak istiyorum:

-İnsan bir bütündür . Mutlu ol, mutlu et= mutlu et, mutlu ol!.Sadece kendi mutluluğumuzu düşünmemeliyiz.

-Evlilikte acil ihtiyaçlar listesi: 1- Dürüstlük 2-Sadakat 3-Sabır 4-Sorumluluk (Hepsi birbirinin sebebi ve sonucudur aslında)
 ------------
Burada bir parantez açıp bugün gittiğim ikinci söyleşiden konuyla kesişen bir ifadeyi de aktarmak istiyorum: Kadında eşe sadakat önemlidir; çünkü dini nikah esnasında vardım der, erkekte eşe vefa önemlidir çünkü aldım der.Vefa; sevdiğinin hata, kusur ve noksanlarına zorluklarına rağmen onu terk etmemektir. Şöyle bir hikaye vardır tasavvuf yolunda yürürken : (Cam ve Elmas kitabında anlatılan)    


“Bu yolun yolcularının çabası kırk yıldır derler. Dilin düzelmesi için on yıl, çile çekmek gerekir. İkinci on yılda ancak el düzelir. Üçüncü on yılda göz, son on yılda kalp temizlenir. Kim kırk yıl böyle yol alır ve davasına sadık kalırsa onun dilinden, içinde benliğin olmadığı bir sesin çıkması umulabilir” öğretisiyle yola çıkan İbn-i Sina, Ebu’l Hasan’ın yaşadığı köye varıp onu sorunca “Boşuna yorulmuşsun” derler, geri dön, o sır sahibi olduğunu söyler ama işinin temeli yoktur.” diye ilave ederler. Ama bilgin vazgeçmez ve dergaha gider, kapıyı çalar, açılan kanadın gerisinden bir kadın, ne yapacaksınız o miskini, burada değil, ormana odun getirmeğe gitti der. “ Sır sahibi olduğunu iddia eden bir delidir, size bir yararı olmaz deyince, İbn-i Sina kadına kim olduğunu sorar ve eşi olduğunu öğrenince şaşırarak ormana doğru yol alır. Az ileride odun yüklenmiş üç aslanla bilgenin geldiğini gören bilgin, yaklaşınca; “ Şeyhim bu ne hal?” diye sorar. Bunun üzerine ”Biz evdeki kurdun, yükünü çekmedikçe, aslanlar da bizim yükümüzü çekmez.” der Ebu’l Hasan Harakani Hazretleri. Gördükleri karşısında çok etkilenen bilgin, yedi gün dergahta kalır ve şehrine geri döndüğünde başka bir bilgin olan arkadaşına, bizim aklımızla bildiğimiz her şeyi o kalbiyle görebiliyor, der."

İşte vefa insana manevi açıdan da önemli mesafeler katettirir, aile birliğinin devamı için de gereklidir.En çok yakışan şekli de erkeğin vefasıdır, tabi en zoru da.
--------
Fatih Akbaba'nın seminer notlarına dönersek:

-Kıskançlık gereksiz yere önce sizi sonra ilişkinizi tüketir.
-Ailenin güzelliği sırların saklanmasındadır, asla araya başkaları girmemelidir.
-Birbirinin ilacı eşlerdir. Önemli olan dinlemektir, karşımızdaki ile iletişim kurmanın en önemli aşaması dinleyebilmektir.
-Riyakar olunmamalıdır. Eşler birbirini onore etmelidir.
-Kelimeler elbisemizdir, nasıl görünmek istiyorsak öyle konuşmalıyız. (Fatih Hoca bir edebiyatçı aynı zamanda, bu veciz ifadeler de ancak bir edebiyatçının dilinden düşer önce kulağa sonra gönle)
-İşi eve getirmemeli, sorunlar paspasta bırakılmalı :)) ne zor bir tavsiye günümüzde, cep telefonları, iletiler, heran ulaşılabilir kıldı bizi. Fatih Hoca'nın buna da bir önerisi var: Belli saatten sonra telefonları kapatın, bedavanız var diye onla bunla konuşacağınıza oğlunuzla, kızınızla konuşun bedavaya:))
-Eşinizi kimseyle kıyaslamayın.Onu özel kılan sizin eşiniz olması bunu unutmayın.Sadakat konusunda zihni zorlayan bir hastalıktır kıyaslama.
-Evlilik bağlılıktır, bağımlılık değil.
-Birlikte geçirilen zamanın nitelikli hale getirilmesi ve bu konuda istikrar sağlama da çok önemlidir.Akşam yemeklerini iki saate çıkarabilirsiniz diyor Fatih Hoca. Diziler, bilgisayar oyunları, cep telefonundan uzakta sadece aile bireyleri olmalı bu iki saatlik paylaşımda. Eskiden evlerde tek ışık yanardı. Şimdi ise herkes kendi odasında ve kendi dünyasında. Bu durum aile bağlarının zayıflaması açısından çok tehlikelidir.Çünkü iletişimsizlik çatışmadan daha kötüdür. Kopar gider elimizden herşey, herkes, hele de sanal alem varken.
-Evlilik eskimez, bizden geçti demediğimiz sürece:))
-Aile bireylerine özel olduğu hissettirilmeli. Aşkım, hayatım gibi kavramlar içi boşaltılmadan sadece eşler arasında kullanılmalı, çocuklara asla kullanılmamalı ki, kavram kargaşası oluşmasın zihinlerde.
-Evlilik fikir ortaklığıdır, unutulmamalı. Empati yap huzur bul:))
-Evlilik uyumdur, birbirine bakmak değil, aynı yöne bakmaktır.
-Dokunmak...İletişimin, sevginin en büyük göstergesidir.
-Kahveler beyden:)) formülü , bir kahvenin yapım zahmetini üstlenmeli ara sıra erkekler diyerek özel bir kahve tarifi verdi Fatih Hoca, beylere özel .))
-Farklılıkların ayrılık değil, zenginlik olduğu unutulmamalıdır.
-"HAKİKİ SEVGİ, İYİLİK GÖRDÜĞÜNDE ARTMAYAN, KÖTÜLÜK GÖRDÜĞÜNDE AZALMAYAN SEVGİDİR"  demiş bir büyük...Ne zor, ne güzel bir ölçü...
-Maneviyat güçlü olmalı ki, topluma da yansısın.
-Çocuklara uyarıcı değil öğretici olmalı.
-BİRBİRİNİZE KARŞI HATAYI BÜTÜTÜCÜ DÜRBÜNLER KULLANMAYIN.
-İNSANLAR BİRBİRLERİNE İYİ DAVRANDIKÇA GENÇ KALIRLAR
-SEVDİKLERİMİZİN DEĞERİNİ KAYBETMEDEN BİLELİM...VE KIRLANGICIN ÖYKÜSÜ'nü anlattı Fatih Hoca.
 
Aslında bu güzel ve önemli tavsiyeler hepimizin bildiği ancak uygulamadığının toplumdaki suç oranları ve boşanmaların artması ile görünür olduğu bilgiler. Ama sanırım ara ara uzmanlar bunları bize hatırlatmalılar ki hayatımıza hayat kılabilelim.

Fatih Akbaba tüm ülkeyi gezen ve bu konuda söyleşiler yapan, kitaplar yazan bir üniversite hocası. (Yukarıda ismini tıkladığınızda eseri ile ilgili bilgilere ulaşabilirsiniz)  

Bize bu güzel bilgileri aktaran Fatih Akbaba'ya teşekkürlerimi sunuyor, en kısa zamanda tekrar bu şerefe ermeyi diliyorum. Dilerim bir gün bir yerde sizin de yolunuz onunla kesişir ve olumlu elektiriği size de geçer.

Ve bunca tavsiyeden sonra şu önemli noktayı da atlamayalım; bugün iki güzel söyleşiye gitmem için zemin oluşturan sevgili eşime de Semiha Yankı'dan seninle bir dakika adlı şarkı ile teşekkür ediyorum...Hoşça bakın zatınıza:))
HANDAN GÜLER


 




LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin