keder etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
keder etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2012 Perşembe

BU SON OLSUN…



                                                        

Birkaç gün önce vizyona giren filmlerin de çokluğuna bakıp nasılsa güzel bir film bulurum diyerek sinemaya gittim ve başlayacak olan ilk filme girdim. Sabah ilk seans olduğundan koca salonda yalnız başımaydım. Sonradan gelip en arka köşeye geçen genç çiftle beraber bize özel gösterimin başlamasını beklerken heyecanlıydım. Film konusunda önyargım olmasın diye her zamanki gibi yazılan çizilenleri okumadan sinemaya gitmiştim.

Film, “BU SON OLSUN” ismindeki yeni başlayan hukuki süreci sebebiyle gündemden düşmeyen 1980 darbesine dair komedi olarak tasarlanmış. Kara komedi denebilirse de bu konuda dengenin tutturulamadığını belirtmeliyim. Film boyunca tamam şimdi ayarlayacak dozu, konunun ağırlığına uygun bir bakış açısı ile toplayacak filmi diye bekledim ama sonuç hayal kırıklığı oldu.

Yönetmen, filmin alt yapısını kurarken kulaktan dolma bilgilerle hareket edip senaryoyu baştan savmış da gişe yapar diyerek konjektüre uygun bir film mi tasarlamış yoksa darbeci zihniyetle seyircinin anlayamayacağı bir dil kullanarak dalga mı geçmiş, yakın tarihini bilmeyen gençler hedef alınıp ciddi bir konu sulandırılarak başka amaçlara mı hizmet edilmiş tam olarak kestiremedim.

(Filmin konusu internet sitesinde şöyle izah edilmiş: http://www.busonolsunfilmi.com/sayfalar/filmozet.html)

Film bana epey uzun ve eğlenceli geldi. İnsanın darbe iyi ki yapılmış evsizler başını sokacak bir dam bulmuş, karınları doymuş, insanlar da tutuklanarak kardeşlik tesis edilmiş, epey kaynaşmışlar diyesi geliyor. Öyle ki, hapishanedekiler birlikte güzel vakit geçirmiş, maçlar yapmış bazıları bir iki kere tokat yiyerek hırpalanmış, o kadar kusur kadı kızında da olur, darbe darbe dedikleri bu muymuş dedirtiyor izleyene. Hele en sonunda sokakta yaşayan bir adamın yaptığı planla müdürü katakulleye getirmesi ve tüm tutukluların elini kolunu sallaya sallaya hapishaneden kaçması var ya mutlu son bu olmalı diyor insan. Tabi senarist bu toplum mutlu sonları çabuk unutur, ajitasyonu da sever mantığı ile film içinde pek yer vermediği drama unsurunu son sahnede öne çıkarıyor. Hapishaneden çıkanlardan darbeden önce birlikte yaşayan ve evlilik hayali kuran sevgililerin ölüm haberini Cumhuriyet Gazetesinin manşetinden perdeye yansıtarak epey eğlendirdiği seyirciye bir darbe indirip devreye Cem Karaca’yı sokuyor ve o muhteşem ses “Bu gün sen çok gençsin yavrum” diyerek şarkıya giriyor. Parçanın yorum başarısıyla bu son olsun diye diye salondan çıkarken türü komedi olan filmden size boğazınızda bir yumru kalıyor.

İşte ben de eminim her seyircinin diline dolanacak “Bu son olsun, bu son” diye mırıldanarak filmden çıkmış yürürken aklıma Yusuf Atılgan’ın, “AYLAK ADAM” adlı eserinde geçen sinemadan çıkan insanı anlattığı satırlar geliyor: “ İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu;” Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar… Eve gidip okusam. Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birlikte çıksınlar. Kafasından geçenlere güldü…” diye devam ediyordu satırlar. Ben de güldüm, dilimdeki Cem Karaca Şarkısı eşliğinde hızlıca yürüdüm ve içimdeki sinemadan çıkmış adam ölmeden birkaç satır yazmak için bir kafeye oturdum.

Tabi bu arada bir şeyin farkına vardım; yazar bu muhteşem tespiti kitabına yazdığında yıl 1959 olduğundan henüz AVM’ler ve buraya monte edilmiş ticari sinemalar icat edilmediğinden bu yaratık daha uzun ömürlüydü sanırım. Şimdi ise bol ışıklı ortama düşüyor sinemadan çıkan insan. Etrafındaki binlerce uyaranın gönderdiği oklarla pek çabuk yere yıkılıyor, bırakın herkesi kurtarmayı kendisini bile koruyamıyor. Ve filmin tesiri hızla azalıyor, her yerden ayrı bir müzik yükseliyor, sizi sizinle bırakmıyor ki, düşünüp akledesiniz. Mağazaların camlarında “yüzde yetmiş indirim, tek fiyatlar, yetişen alıyor” yazıyor. Mis gibi kebap kokuları yükseliyor, fast food dükkanları menüleri ile gençleri tavlıyor, çocuklar jetonlu oyuncaklarda sallandığını zannedip gülümsüyor. Ailesi ile nitelikli vakit geçirdiğini düşünen baba muzaffer bir kumandan edasıyla karısının alışveriş paketlerini taşıyor. İlla ki oyuncakçıya girilip sinemada izlenen animasyonun oyuncağı alınıyor, yetmiyor yemeyeceği menüde hediye olarak verilen minik oyuncaklar isteniyor, kitapçıya benzeyen yerlere girilip film karakterlerinin adını taşıyan dergiler alınıyor. Bu kitapçılarda niye iyi kitaplar bulunmaz diye kimse düşünmüyor, çok satan diye önüne konanlar arasından bir kaç tane seçip kendine epey süre yetecek kitabı alan aile mensupları okuyor ve seyrediyor olmanın dayanılmaz hafifliği ile ellerinde bir sürü poşet çıkışa doğru ilerliyor ve sonuçta filmin adından başka bir şey hatırlanmıyor. Üşenmeyenler film sitelerine yorum yazıp fragmanını sosyal paylaşım ağlarında beğeniye sunuyor, bir nevi filme karşı vefa borcunu ödüyor ya da başkalarını kurtarmak adına, sakın gitmeyin yazıp insanları uyarma vazifesini eda edip günlük iyilik limitini dolduruyor. Bir dahaki haftaya onlarca film yeniden vizyona gireceğinden önümüzdeki maçlara bakacağız deyip internet sitelerinde yeni eğlencelik filmler arıyor. Sinema ile kurulan ilişki, modernleşme sürecini fikri açıdan oturtmadan şeklen yaşamına aktaran bizim gibi toplumlarda bireyi böylesi bir kısır döngünün içine alıyor, sıradanlaştıryor. Belki de kapitalizm hız çağının da etkisiyle tüm dünyada tatmin olmaz, düşünmez, akletmez insanlar oluşturmak için sinemayı yem olarak kullanıyor.

Bu yazı da daldan dala atlayan çağrışımlar arasında “Bu son olsun” filmine benzedi ama işte böylesi önemli ve acı bir mevzuuyu ele almamızı engelleyen şartlar, günümüzün hızlı, karmaşık kapitalist düzeni utansın. Sonuçta hepimiz bir şekilde bu oltaya geliyor, sistemin çarkları arasında eziliyoruz.

Tekrar filme dönersek, oyunculukların gayet iyi olduğu filmde, görselliğin de başarılı olduğunu belirtmek gerek. Üniforma üstünlüğünün kabullenildiği o günler de bir hapishane müdürü ve oraya atanan asker üzerinden iktidar mücadelesi, kraldan çok kralcı tavırların gardiyanlara kadar sirayeti perdeye güzel yansıtılmış. Ama eksik olan bir şeyler var filmde; mizah –drama dozunun ayarlanmamış olması belki de bu eksikliklerin en önemlilerinden.

 1980 Darbesinde henüz bebeklik devresinde idim. Dolayısıyla olayların pek fazla farkında değildim. Ancak ( çok şükür bin yıl sürmese de) darbelerin etkisi epeyce bir zamanı ülkeden çaldığından olsa gerek ilkokula başladığım yıllarda hala herkesin korku içinde olduğunu anımsıyorum. Evimizin balkonunda ayağımda bebeğimi sallarken elinde pankartlarla bağıra bağıra gençlerin yürüdüğünü, annemin korkuyla gelip bir serseri kurşun isabet etmesin diye beni içeri aldığını hatırlıyorum. Erkenden öğrendiğim okuma sayesinde karşımızdaki üniversite binasının duvarlarında DEV-GENÇ yazdığını, bir sürü kurşun deliği olduğunu, mahallelinin kitaplarını bizim bahçemizdeki eski zeytin kuyusuna saklaması için babama getirdiğini, babaannemin çok korktuğunu, o zaman lise çağlarında olan erkek kuzenlerimi hiçbir şeye karışmaması için uyardığını, gizli gizli kitap okuduklarını görse solcu, arkadaşları ile buluşup kitap okusalar, namaz kılsalar sağcı olacakları korkusuyla sosyalleşmelerini engelleme gayretini anımsıyorum. Bu toplum niye kitap okumuyor veryansınlarında sözlü gelenekten gelen tarihi yapımızın yanında büyüklerin bu tavrının da etkili olduğunu düşünüyorum. Bu darbelerin insanlık dışı zulmüne bizzat maruz kalmamış ama ara ara topluma çekilen ayarlarla, post modern darbelerle postal korkusu diri tutulmuş günümüz nesillerinin, insanı aktive eden kitaptan çok pasif durumda tutan sinemaya ilgi göstermesi nedeniyle bu konuları işleyen filmleri faydalı buluyorum.

Ancak bu kadar ciddi bir konunun bahsi geçen filmdeki kadar karikatürize tipler üzerinden ele alınmasını konunun güncelliği üzerinden rant elde etme amacı şeklinde gördüğümü söylemeliyim. Bu film bir ilk film. Tabi ki bunun acemiliklerini barındırıyor; en basitinden amiyane tabirle ucuz solculuk yapıyor. Yakışlı, bilgili, kültürlü, merhametli, insancıl karakterler solcu iken tipsiz, cahil, kimisi aptal, kimisi menfaatçi, uyanık, bir nevi çapulcu tipler sağcı daha doğru ifadesi ile ülkücü gösteriliyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki, bu kötü niteliklere haiz, hatta darbelerden sonra davasını satıp plazalarda çalışan, zengin olan ve fakiri hiç de umursamayan bir sürü solcu olduğu gibi, yakışlı, bilgili, kültürlü, hala davasına sahip çıkan milli manevi değerlerine bağlılığının getirisi ile merhameti karakter edinmiş bir çok ülkücü genç-yetişkin var bu ülkede. Bir hiç uğruna oyuna getirilip birbirine kırdırılan, sağ kalanlarının da beslemektense asıldığı bir sürü genç var bu ülkede.

Adalet olsun diye bir sağdan astık, bir soldan diyen zihniyetin ölüme götürdüğü nice isimsiz kayıp var bu ülkede. Hapishanelerde çektiklerini bir dikey yükseliş sağlar duygusu ile dillendirmeyen ama beraat ettiğinde bile o travmanın gölgesinde yaşayan hareketli mezarlar kadar, asılan gencecik oğlunun naaşını bile alamayan, resimlerine bakıp gözyaşına boğulan bir anne gördüm mesela 2011 yazında, bir köyde. İçine düşen ateşin otuz yıldır en canlı haliyle gözlerinde durduğu yaşlı kadın ne zaman bitecek bu acılar diyor, darbecilerin yargılanacağını söylemek için arayan gazetecilere ana yüreği duygusallığı ile bu saatten sonra oğlum geri gelecek mi, ahirette iki elim yakalarında olacak onların diyordu. Oğlu öleli onları her yaz arayıp soran “insan” siyasetçinin de yakın zamanda bir helikopter kazasına(!) kurban gittiğini söyleyen ajansı kapatıp bütün iyi insanları öldürüyorlar işte diyordu. Klişeleşmiş, ezberlenmiş replikler, nasihat ya da dava kaygısı gütmeden sırf o annenin gözlerinden ilham alarak bir film yapılmalıydı. Böylesi darbenin acısını göstermek, o gençleri ölüme karşı korkusuz hale getiren düşünceleri yansıtmak, sokakta geçen mücadeleden çok daha etkili olurdu ama sağcılar zamanında yatırım yapmadıkları bir alanda bugün bir türlü var olamıyorlardı.

Tabi bunun bir çok sebebi vardı: Roman sanatının batı toplumuna özgü olması gibi belki de sinema da doğu gelenekleri ile örtüşmüyordu. Kolun kırılıp yen içinde kaldığı, bütün hesapların ahirete bırakıldığı, sessizliğin tevekküle denk tutulduğu bir toplumda göstermek üzerine kurulu bir sistemin, sinemanın gelişmiş olması beklenemez. Henüz emekleme aşamasında olan Türk Sinemasında da solculuğu hayatına hayat kılmasa da sözlü bir gelenek üzerinden daha çok solcu senarist ve yönetmenlerce filmler yapıldığı düşünülürse sağcıların yetersiz insan tiplemeleri üzerinden perdeye yansıtılması tarafsızlığın olmadığı dünyada kaçınılmaz oluyor. Netekim hayat boşluk kabul etmiyor.

Darbelerin daha nitelikli senaryolarla ele alınıp doğru aktarılması ve sadece filmlerde kalması temennisiyle…

HANDAN GÜLER

16 Haziran 2011 Perşembe

BABAMA MEKTUP ...Ne güzel bir mektuptur...

Sevgili babacığım,


Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın bir çok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.


Sana bazı şeyleri anlatamadım. Bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin – kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu sanki. Çaresizlik yüzünden bir çok şeyin anlamı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? Fakat ben artık bir meslek adamı oldum babacığım. Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, “Ne güzel” diyorlar, “Bunu bir yerde kullansana.” Onun için, çok özür dilerim babacığım, seni de bir yerde, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum. Bana kızınca –bu çok sık olurdu- “Senin aynadan gördüğünü ben ‘dıvardan’ görürüm,” derdin. Annemle birlikte ‘dıvar’ sözünle alay ederdik. Ben de şimdi küçüklerime karşı –artık benden küçük olanlar da var babacığım- bu cümleni kullanıyorum, gülüyorlar

26 Aralık 2010 Pazar

YORGUNUM DOSTLARIM…YORGUNUM ARTIK…




Yine zamanın döngü vakti geldi, bir yaş daha eskiyor dünya ve bizi de katıyor önüne. Her yıl düşerken takvimin son yaprakları bir hüzün sarar insanı. Birkaç çizgi daha belirir yüzünde.
Eskiden “yeni bir başlangıç” tarafını görürdüm, yeni yılı öne çıkarır, bir sürü umudu yüklerdim bu döngüye. Ama artık yenisindense eskisinin muhasebesini yaptığım, hayallerimden biraz daha uzaklaştığımı fark ettiğim, umudu rafa kaldırdığım zamanları yaşıyorum her sene sonunda.
Bu belki bu ara daha fazla hissettiğim bir duygu. Aslında çok hastayım. Hasta olunca insanın gözünden siliniyor her şey. Göremediğimiz bir mikrop gördüğümüz, sevdiğimiz her şeyin önüne geçiyor. “Canımı veririm” ler siliniyor, “can”ın ne kadar da önemli olduğu anlaşılıyor.
Günlerdir hiçbir şey gözümde yok, uykum sık sık, uzun ve derin öksürük nöbetleri ile kesiliyor. İlaç içmemekte ısrar ediyordum ta ki bu sabaha kadar. Bugün artık dayanacak gücüm kalmayınca antibiyotiğe başladım. Biraz gözüm açıldı da kalkıp iki satır yazayım dedim.
Bir haftadır gecem gündüzüm karıştı. İşin kötü yanı, mutlaka tarafımdan yapılması gereken resmi işlemler vardı. Bu nedenle her gün dışarı çıktım ve dinlenemediğim için bir türlü iyileşemedim. Akşamları erkenden yatıp sabahları erken uyanamadım. Oysa rutinim geç yatıp erken uyanmak, sabah yazısında rüyalarımı yazmaktı. Bu hafta öyle çok rüya gördüm ki çoğunu da hatırlamıyorum ama genel olarak kaos hakimdi gece sinemama.
Büroyu resmen kapattım. Maliyede, defterdarlıkta, muhasebecide, sigortada orada burada derken yanlış yapılan hesaplamaları düzeltme telaşındaydım gündüzleri. Tabi gecelere de bunların yansıması düşmüş olmalıydı ki hep bir mücadele söz konusu idi.
Yine kısa çöpü ben çekmiştim, yine bir sürü yanlışlık bana rastlamıştı.
Neden mi? Sorgulamayı bıraktım artık.
Demek ki öyle gerekiyor ki bunları yaşıyorum.
Eskiden yanlış bir sokağa bile sapınca tüh ya zaman kaybediyorum diye canım sıkılırdı, söylenir dururdum.
Artık acaba burada görmem gereken ne var da buraya yolum düştü diye bakıyorum. Olayları, çevreyi, yaşadıklarımı daha sakin karşılayıp daha yalın bir okuma yapmak istiyorum.
Belki de bu kaçan trenlerden umudunu kesen bir yolcunun istasyonu sevmeğe mecbur kalışıdır. Gidemediği bir yerlere olan özlem yerine kaldığı bu yeri sevme gayreti.
Geçen her yıl kaçan bir tren gibi aslında. Ve bir eşik var, bir yaş eşiği, bu herkeste değişir sanırım ama otuzla başlıyorsa yaşınız biraz biraz istasyonu sevmeniz gerektiğini kabullenmeye başlamışsınızdır.
Olanla yetinmeyi, kalanların kıymetini bilmeyi ve yeni bir şeyler yapılacaksa artık bu ülkede olması gerektiğini kabul ederseniz.
İstasyon artık gidenlere el sallanan, gelenlere hoş geldin denilen bir yerdir. Bazen istasyonun bahçesinde oturmuş çay içerken yanınıza sokulanlar olur. Amaçları bekledikleri tren gelene kadar vakit geçirmektir. Hal hatır sorma faslından sonra telaşla bir şeyler sorarlar, dilin döndüğünce anlatırsın. Buradan, gideceği yerden, yolculuktan bahseder, kendi hikayen üzerinden paylaşımlar yaparsın. Tam en heyecanlı yerinde trenin düdüğü duyulur. Sevinçten senin sözlerini duyamaz olur yanındaki. Ve susarsın, buruk bir gülümsemenin kenarına sıkıştırılmış birkaç kelam eder, iyi yolculuklar dilersin.
“Çemberimde gül oya, gülmedim doya doya” diye her satırında ayrı bir “ah”ın gizlendiği türkü çalarken istasyonun salonunda “Hoşça kal 2010” yazan ışıklı tabela ilişince gözüne “Hoşça kal” diyerek  bakarsın yılların ardından. Yürürsün karanlığın içine, trenin ters istikametinde, cebinde biriktirdiğin hayalleri tek tek bırakırsın rayların arasındaki taşların üzerine…
Yolculuk sürmekte, bazen durduğun yerde yapacağın bir yolculuk seni götürür daha ilerilere… İyi yolculuklar herkese…      blogspot visitor counter

27 Temmuz 2010 Salı

KELİMELER CILIZ...CAN DÜNDAR'DAN...



KELİMELER CILIZ
Kelimeler eksik, kelimeler yaralı.
Kelimeler cılız.
Taşımıyor, anlatmıyor, tanımlamıyor bu duyguyu.
Ben de...
Çok başka bir şey.
Sevginin ortasında, derin acılar hisseder mi insan?
Aydınlık gülümsemelerin içine, hüznü yerleştirir mi durup dururken?
Gözlerine buğu, diline sitem, yüreğine burukluk, çöreklenir kalır mı asırlarca?
Gelmeyeceğini bildiği mektup için, posta kutusunu hep aynı heyecanla açar mı?
Dedim ya, başka bir şey bu.
Ne kadar yalnızsam, o kadar seninleyim şu günlerde.
Belki de en basta, tutup seni en derinlere koydum diye oldu bunlar.
Kimseler ulaşmasın diye, kimselerin bilmediği, bulamayacağı yollara götürdüm seni.
En derinlerde tuttum.
Bana sakladım.
Derine, hep daha derine...
Seni yapayalnız, bir tek bana bıraktım.
Paylaşamadım
Yanlış yaptım.
Sana ulasan yolları kaybettim diye bütün bu şaşkınlıklar.
Kendimi oradan oraya vurmam.
Sağımda, solumda, ne zaman dikildiğini bilmediğim duvarlara çarpmam, hiç görmediğim çukurlarla boğuşmam.
Denizlerin, gürültüyle gelip vurduğu dehlizlerin, acılı duvarları gibiyim.
Duvarlarım yosunlu, duvarlarım kaygan, duvarlarımdan hiç tükenmeyen sular sızıyor.
Tutunamıyorum.
Renklerim, gün içinde değişiyor.
Soluyorum, soğuyorum.
Güneş ulaşmıyor içerilerime.
Küfleniyorum,yaşlanıyorum.
Yalnızlıklar peşimde.
Dokunduğum her ıslak duvardan, pis kokulu bir yalnızlık bulaşıyor üstüme.
Yapış yapış, vıcık vıcık bir yalnızlık bu.
Biliyorum, bütün bunlar, hep benim suçum.
Seni sakladığım yere ulaşamaz oldum.
Yollar, gitgide uzadı ve karıştı.
Ümidimi ısıtacak, parlatacak, kımıldatacak bir şeylere ihtiyacım var.
Ah onun ne olduğunu biliyorum.
Sonu sana geliyor her cümlenin.
Her şeyin başında, içinde ve sonundasın.
Bu değişmiyor öyle içimsin ki.
Birden aklıma geldi, tuttum sana bir mektup yazdım dün. Çok mutluydum...
Gün içinde neler yaptığımı, nelere kızıp, nelerle mutlu olduğumu, tek tek anlattım.
Mevsimlerin ve insanların nasıl karışık ve beklenmedik olduklarını yazdım
'Yine zamansız yağmurlar' dedim,
'Daha önce, hiç bu kadar zayıf değildi güneş ışınları' dedim,
'Gerçekten buradaki şarkıları hiç öğrenmeyecek, bilmeyecek, söylemeyecek misin?' dedim.
Çok uzun bir mektup oldu..
Başından sonuna kadar okudum da.
Neler yazmışım diye merakımdan.
Sonra çekmecemden bir zarf çıkarıp,
Adını yazdım.
Büyük harflerle, yalnızca adını.

Adresini bilsem gönderir miydim, bilmiyorum.
Mektup cebimde.
Cebim yüreğime yakın.
Yüreğim sende.
Sen yüreğime yakın.
Öyleyse mektup sende.
Bu kadar içimdesin iste.
Can Dündar


6 Temmuz 2010 Salı

Aşık Olmadan Bir Düşün Diyor Can Dündar ...Candan Erçetin'in Seni özlediğim gecelerde şarkısı eşliğinde




Aşık Olmadan Bir Düşün Diyor Can Dündar Evinin seni içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu fark edeceksin... Sokağa fırlayacaksın... Sokaklar da dar gelecek... Tıpkı vücudunun yüreğine dar geldiği gibi... Ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl gökyüzü... Kendini taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksin... Birileri sana bir şeyler anlatacak durmadan... "Önemli olan sağlık." "Yasamak güzel." "Bos ver, her şey unutulur." Sen hiçbirini duymayacaksın... Göz yaşlarından etrafı göremez hale geleceksin... Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksin... Hep ondan bahsetmek isteyeceksin... "Ölüme çare bulundu" ya da "Yarın kıyamet kopacakmış" deseler başını kaldırıp Ne dedin?" diye sormayacaksın... Yalnız kalmak isteyeceksin... Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak... İkisi de yetmeyecek... Geçmişi düşüneceksin... Neredeyse dakika dakika... Ama kötüleri atlayarak... Onunla geçtiğin yerlerden geçmek isteyeceksin... Gittiğin yerlere gitmek... Bu sana hiç iyi gelmeyecek... Ama bile bile yapacaksın... Biri sana içindeki acıyı söküp atabileceğini söylese,kaçacaksın... Aslında kurtulmak istediğin halde, o acıyı yasamak için direneceksin... Hayatının geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksin.... Aksini iddia edenlerden nefret edeceksin... Herkesi ona benzetip... Kimseyi onun yerine koyamayacaksın... Hiçbir şey oyalamayacak seni... İlaçlara sığınacaksın... Birkaç saat kafanı bulandıran ama asla onu unutturmayan… Sadece bir müddet buzlu camin arkasından seyrettiren... Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek... Boğazın düğümlenecek, dinleyemeyeceksin... Uyumak zor, uyanmak kolay olacak... Sabahı iple çekeceksin... Bazen de "Hiç güneş doğmasa" diyeceksin... Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler... Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin... Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne çıkana sarılmak isteyeceksin Nafile... Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek... Rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istediğin... Her sıçrayarak uyandığında onun adini söylediğini fark edeceksin... Telefonun çalmasını bekleyeceksin... Aramayacağını bile bile... Her çaldığında yüreğin ağzına gelecek... Ağlamaklı konuşacaksın arayanlarla... Yüreğin burkulacak... Canin yanacak... Bir daha sevmemeye yemin edeceksin... Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinden... Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksın... Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğin için nefret edeceksin... Yaşadığın şehri terk etmek isteyeceksin... Onunla hiçbir anının olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek... Ama bir umut... Onunla bir gün bir yerde karsılaşma umudu... Bu umut seni gitmekten alıkoyacak... Gel gitler içinde yaşayacaksın... Buna yasamak denirse... Razı mısın bütün bunlara...? Hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye...? Ben cevap vereyim önce ; Hazırım ben arkadaş... aşkın acısıda güzel tatlısıda... iş , uğruna tüm bunları göze aldığın gerçek AŞK ı bulmakta... CAN DÜNDAR

type="application/x-shockwave-flash" wmode="transparent" allowscriptaccess="always" allowfullscreen="true" width="400" height="334">Candan Erçetin Seni Özlediğim Gecelerde | video.mynet.com


1 Temmuz 2010 Perşembe

SÜRGÜNDE YÜREĞİM…AHMET KAYA'dan sürgün acısı eşliğinde...


Bu yazı bugün EDEBİSTAN.COM'da yayınlanmıştır.


SÜRGÜNDE YÜREĞİM…
                                      “Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
                                       Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği”  
                                                                                               SEZAİ KARAKOÇ
Bir sürgündü yaşadığım, ana kucağından kopuşla başlayan, ucu bucağı, sonu olmayan…
O zamanlar, gerek fizik gerek zihnen varoluş sebebim babamın hasretiyle böylesine kavrulacağımı, gurbet duygusunun giderek derinleşeceğini bilmiyordum daha. Şairin
“Daha şıvan düşmemişti böğrüme, daha deli deli esmemişti rüzgar
Sanırdım bütün ırmaklardan aşacaktım, halayda delikanlı başı olacaktım” dediği gibi iki kere ikinin dört ettiğini sandığım zamanlardı…
Yıllar içinde, uzağından kucağına döndüğüm vakitlerde bile onunla aramıza giren, kalbime dokunmasını engelleyen bu sürgün hali oldu hep. Aslında, beni bu sürgüne ilikleyen kodları da o girmişti belleğime. Zamanla beni benden alan, beni benden çalan, sadece silüetten ibaret kılan bir sürgüne dönüştüğünde kodları okuyuş farkımız, derin bir uçurumdan düşmüştük birlikte. Birbirimizi az çok görebilecek bir mesafede, karşılıklı adım atamayacak kadar yaralı ve beni kahreden, yakan, yıkan bir dokunamama haliyle karşı karşıyaydık.  Zamanın karakediliğine yenik düşen duygularımız bizi kelimelerden de mahrum edince içine düştüğüm kimsesizlik kuyusunda epeyce kaldım. Sanki sürgün içinde sürgün, acı içinde acı yazılmıştı kader çizgime, sürekli tekrarlayan bir döngüsellik içinde…
Bir vakit sonra kendimi öyle bir sarmalın içinde buldum ki bu sürgünde, kimsenin göremediği çelikten bir örüntü çevrelemişti yüreğimi, esir almıştı zihnimi. Hayat hızına yetişemediğimiz yanılsamasıyla akıtılırken ben olduğum yerde kıpırdamadan duruyor, sanki demir parmaklıkların ardından izliyordum olup bitenleri. Kendimi dinliyordum bazen, sürgünün ruhumun çehresinde bıraktığı kalıcı izlerden mütevellit ağrılarımın rutinleşmesini .
Hiçbir zaman kurtulamayacağım o yalnızlık duygusu ile bitişen yüreğim sılaya dönme arzusunu da yitirdi bu çıkmazda.
Sonra bir gün bir başka günü kovalayıp erişmişken şimdiki zamana farkettim ki, dönebileceğim bir yerim yok artık benim. Nereye sürülse bedenim kalabalıklarda, gurbet koluna girmiş yüreğimin, “garip”liğime sırıtmakta. Gördüklerim, sevdiklerim, bildiklerim, biliştiklerim hepsi kurmaca. Dokunduklarım birer gölge, dokunamadıklarımsa sadece gölgede yitmemiş hayal kırıntıları.
Bıraktıklarıma, koparıldıklarıma, ayrıldıklarıma şimdilerden bakınca, oraya buraya savrulmuş, ruhumdan çalınmış parçaları görüyorum aslında. Ne yapsam bir daha geri gelmeyecek aidiyetlerim resimlerde kalmış birer hatıra. Her seçiş bir kaybedişmiş ya, tercihlerim mi, vazgeçtiklerim mi daha değerli anlayamadım hala.
Yavrum diye açılan o emniyetli kucağa başı yerde bir yaslanış bekliyor artık beni sılada,  “Olmadı işte, olmadı!!!” diye bağıran yüreğime inat sessiz kalış, içimde derinleşen boşluğu artırıyor ama olmuyor işte, olmuyor hiçbir şey istediğin(m) gibi baba!
Her gün yeni bir mucize ile uyanıyor dünya, her şey her an yeniden yaratılıp tazeleniyor ama  insan içten içe kemiren bir pişmanlıkla iki büklüm olduğu yerden etrafına bakınca, güneşin doğuşuna bile bana ne diyecek bir lakaydlığa  hapsoluyor, ülfet perdesi kalınlaşıp ışık sızdırmaz bir hal alıyor zamanla. Ve apaçık hakikat gizleniyor; yaprağı yaprak, damlayı damla, güneşi güneş sanan aklın odalarında.  
Kıs(tır)ıldığın köşeden kurtulmak için “Ben”in kalmadığı bir noktada bir başkasının benliğine yerleşmeye çalışıyorsun. Yaradılışına ters bir benlik kurmaya uğraşıyor, her seferinde çatmaya çalıştığın yapının çökmesiyle enkaz altında kalıyorsun sonra.
Bir el, bir söz, bir gülüş tutup çıkarıyor bazen seni ordan umuda, bazense organ mafyasının acımasız örgüt mensupları gibi gelip deşiyorlar parçalarını acımasızca. Kestiklerini hissediyor, seslerini duyuyorsun ama tek kelime çıkmıyor dilinden, ben ölmedim, yapmayın, yaşıyorum ben diyemiyorsun.
İçinden bir ses susturuyor seni, bırak yapsınlar kabul et artık ölüsün sen, belki bir yerlerde bir parçan işe yarar, birine göz olursun, birine huzur, kanın bulaşır belki geleceğe uzanan köprünün bir tuğlasına, sesini çıkarma gassalın elindeki meyyit gibi ol yaşatmak adına...Rabb, nimetlerle terbiye eden ya, kıymetini bilmediğin her nimet gibi yaşama hakkın da alındı unutma. Bir kalbin, tek o var hala. Belirsiz bir zaman daha seninle beraber kalacak sarayının konuklarına dikkat et ki, tek sığınağın da kayıp gitmesin elinden. Sağlam at adımını, tutun o ipe, sakın bırakma! Eline  geçecek fırsatlar, ipten elini bırakırsan yakalayacaklarına hani, dur demeyi bil, aldanma, aldatma.
Kırılacak şişeleri elde etmek için, zamanı geldiğinde elmasa dönüşecek kömür karası yüreğini inceden inceye her yeri saran rengarenk cam işçiliği örneklerine tutulup cam ocağında ateşin kollarına bırakma.
Dinle bak, ne kadar da sessiz dünya…Hiçbir gürültü yok aslında. Kuş sesindeki cıvıldamalar çocukların şen kahkahaları da olmasa yaprak kımıldamıyor huzuru kaçmasın diye insanın sanki bu gün doğada.
Bembeyaz martının kanadında süzül özgürlüğe, oradan dalga boyuna gir sukunetin yanılsamalar denizinin terkiyle.
Şiirin sıcak kollarına bırak kendini, izin ver sarmalasın seni, tıpkı eski günlerdeki gibi. Şairin gönderilen ilhamı, hatırlatsın indirilen aziz kelimeleri.
En güçlüsü bile mısraların, cılız nehirler gibi olsa da okyanusun yanında, ona kavuşmak için baş koymuşlar o yola, secdeye kapanırcasına: “O gün her kim azaptan uzak tutulursa, muhakkak ki Allah ona merhamet etmiştir. İşte en büyük mutluluk, en açık başarı budur. Eğer Allah sana bir sıkıntı verirse O’ndan başkası onu gideremez. Sana bir hayır ya da nimet verirse…Zaten O herşeye olduğu gibi buna da elbette Kadir’dir. O kulların üstünde hükmünü yürüten mutlak hükümrandır, her işi tam hikmetle yapar ve her şeyden haberdardır”(En’am, 16-17-18)
Evet baba! Ben, sendeki ben değilim artık ama O herşeyden haberdar: çabalarından, dualarından, çatmaya çalıştığın benliklerimizden, bitmek bilmeyen kışlardan, hergün başka surette hayatımıza süzülen gulyabanilerden, sahte kimliklerle gönül kapımıza dayanan şeytanlardan, bazen onlara yenilişimden, daha çok direniş çabamdan, çoğu zaman halsiz bırakan yaralardan, nefesimi kesen heyecanlardan, evin içinde deli divane dönüp durduğum gecelerden, gözyaşıma yüklediğim hasretten, sensizliğimden, kimsesizliğimden haberdar.
Ben de O’nun her işi hikmetle yaptığından, sabrından, mühlet verişinden, kimsesizlerin kimsesi oluşundan, yüreğimizi delip geçen anne şefkatinin, başımızı döndüren, benliğimizi unutturan aşk duygusunun sadece Rahmet’inin yüz damlasından bir damla bile olmadığından haberdarım.
Bana seni ve annemi verişinden, kardeşlerimle zenginleştirmesinden, hayat yolunda beraber yürüyecek yoldaşlara eriştirmesinden, aşka düşürmesinden, düştüğüm yerden yükselen yolumu, yitirilmiş cennet yönünü gösteren levhalarla kuşatmasından, sürgünümde yitirdiğim benimi bulmam için karanlık patikayı ışıklandırmasından biliyorum ki seviyor beni. Senin de sevdiğin gibi, sürse de sürgünlüklerimin süreği, olanda da, olacak da da mutlaka bir sır gizli. Onu öğrenmek için biçilen rolü oynayacağız ki sabırla, aşkı göstersin kalp ibresi. Sürgünde yüreğim…Bana dua etmeni dilesem bulunduğun uzaklardan hissedersin değil mi?
HANDAN GÜLER        
   
SÜRGÜN ACISI...Ve tabi muhteşem yorumuyla AHMET KAYA:))  

20 Haziran 2010 Pazar

GÖZLERİNDEN GÖĞÜME SAYISIZ YILDIZ AKAR...BİR BAKIŞIN İÇİMDE BİNLERCE LAMBA YAKAR...




ŞİİR...SADECE ŞİİR...BAŞKACA BİR ŞEY GİRMESİN İSTİYORUM BU ARA KALBİME...Kapak olacak mısralar Can Yücel'den...İki muhteşem şiir , muhteşem yorumuyla şairinden...Erdem Bayazıt'tan...Şairlere Rahmetle...  

En uzak mesafene Afrika'dır, ne Çin, ne
Hindistan, ne seyyareler ,ne de yıldızlar geceleri ışıldayan...En
uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir birbirini anlamayan.....//Can YÜCEL//


7 Haziran 2010 Pazartesi

İSMİMİN BAŞ HARFLERİ ACZ TUTUYOR, BAĞIŞLANMAMI DİLERİM DİYEN ŞAİR A.CAHİT ZARİFOĞLU' NA RAHMETLE...


KABÜL  

Eski şairliklerim gitti gözümden
Gayridir başka bir hal kuşanıyorum

Azık yoldaş olmaz haydi geç toklukları
Az'la doymak yap deş insan zamanlarını

At al at bin at kuşan da ciğerin koş
Davran bre çocuk doyma ilk sulardan

Hehey gözüm hehey gözyaşı odsuz kaldın
Nice hançer dürdün sabır balyaladın

Göğsümde bir küçücük derya buldum
Kabına sığmaz bir ceylan yoldaşım

Eteğini toplamış bir sevgili düştü kumsala
Ufacık kuru dudaklarında bir hasret sayhası

De Zarif inle. Ta ki huzra vardın
Nice yıl isyan durdun gurbet kaldın

A. CAHİT ZARİFOĞLU


NOT : BU GECE VE YARIN GECE TRT'DE SAAT 22 DE CAHİT ZARİFOĞLU BELGESELİ VAR.KAÇIRMAYIN:))




5 Haziran 2010 Cumartesi

'Kaderini sev' demişti Nietzsche, kaderini sev ki o senin hayatındır...KEMAL SAYAR AÇIK DENİZ'DE...

NOT: Aşağıdaki yazı KEMAL SAYAR'ın YAVAŞLA adlı kitabından alınmıştır. Yazar, şair, psikiyatrist olan Kemal Sayar bu gece AÇIK DENİZ'in konuğu...Bazı insanlar vardır hani, sadece seyrederken, dinlerken bile huzur verir.İşte Kemal Sayar da benim için öyle bir insan...Enfes yazıları, şiirleri ve kitapları var, programı kaçırmamanızı tavsiye ederim.:))   


KADERİNİ SEV

'Eğer hayat, Tanrının bize bir sınavı ise, benim sorularım neden bu kadar zor?' Bu cümle, bir mektubun, elektronik iletiyle gönderilen bir iç dökmenin ortasından zıpkın gibi fırlayarak yüreğimi deliyor. Ve işte mektubunu okuyalı bir hafta bile olmadan karşımda oturuyor, bir Avrupa kentinden, içinde ancak kırıntılarını saklayabildiği ümidin yorgun kanatlarıyla gelmiş. Dudaklarına iki damla su değmezse, uzun kanat çırpışların ardından vardığı o sahilde hemencecik can verecek bir kuş gibi bitkin.Yüreğinin sızısına nihayet bir çare, hayatına bir derkenar, herşeyi toparlayıp denkleyecek bir formül bulmak ümidiyle karşımda oturuyor.
Yirmili yaşlarını bitirmek üzere olan bu genç kadın Avrupada doğup büyüyen ikinci nesil Türklerin çalışkan bir örneği. İyi bir okul bitirmiş ve çalışma hayatında hep övgüler alıyor. Ama babacığının ani ölümüyle ağır bir depresyonun pençesinde buluyor kendisini, ondan yıllarını alan, onu hayata küstüren bir zifiri karanlık. Hüsrev Hatemi bir şiirinde, 'Çünkü her Türk, yüreğine acılar dokuyan bir tezgâhtır' der. Yüreğinize acılar dokuyabilmek için, bir yüreğiniz olması gerekir. Biz kalbin çocuklarıyız. İç hayatlarımız, dünyanın neresinde olursak olalım, Anadolunun türkü ve öyküleriyle şekil bulur, bu toprakların öyküleri ruhlarımızı mayalar.
Dünyaya kalbiyle sokulanlar çabuk yaralanır, kalb hassastır, hile bilmez. İşte hayatı kalb yordamıyla tanımaya başlamış bu genç kadın, üç dört yıl sonra toparlanmış ve hayata tutunmaya başlamıştır. 'Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda' diyor Attila İlhan, babaların gidişinin açtığı yara da kız çocuklarının yüreğinde şifa bulmaz. Ama o direngen genç kadın, yıllarını alsa da, kederin dipsiz kuyusundan çıkıp gökyüzünü göreceği bir vadiye tırmanıyor. Ve o vadide hayatının ikinci kara haberini alıyor, kanser.
Tam da dünyanın daha iyi bir yer olabileceğine inanmaya başlamışken. Depresyonun dev dalgaları bu kez Tsunami şiddetinde dövüyor ruhunun kıyılarını, artık kadere ve Tanrıya küs. 'Ben hep iyi bir insan oldum' diyor, 'bunu asla hak etmedim'. Hayatımızın kontrolden çıktığı yerler, kaderin ansız dönemeçleri ruhumuzu kimileyin fena sarsıyor. Şimdi ilaç tedavisini başarıyla tamamlamış ve hastalığı yenmiş olsa da bununla teselli bulamıyor. Hayatın önden kestirilemezliği, ele avuca gelmezliği ve insanın kaderine her zaman hükmedemediği bilgisi, bir kez içinde yer etti. Bu bilgi ağzının tadını bozuyor, onu dünyayı yurt edinmekten, burada kök salmaktan alıkoyuyor. O kaderinin dizginlerini eline almak istiyor, kadere hükmetmek, hayatını kontrol edebilmek istiyor. Oyunbozan ölüm, bunu ona çok görüyor. O yüzden sevemiyor, ya sevdiği insan ölür giderse? Her sokak başında yolunu ölüm kesiyor.
Kontrol ihtiyacı insanda doğumdan itibaren var. Hayatın ilk aylarından itibaren çocuklar çevreyi kontrol etmek ve ona boyun eğdirmek isterler. Pek çok yetişkin de dünyanın kontrol edilebilir olduğuna inanır. İyi çalışır, planlarımızı dikkatlice yapar ve doğru araçları, bilim ve teknolojiyi kullanırsak başaramayacağımız şey yoktur sanırız. Afetlerin, hastalıkların, ekonomik ve toplumsal sorunların hep çözülebilir sorunlar olduğuna inanırız. Çalışıp çabalarsak başaracağımıza ve tembellik edersek başarısız olacağımıza eminizdir, bu yüzden başarısızlığı bir tembellik belirtisi olarak değerlendiririz. Pek çok insan kaosun ve beklenmedik olanın hayatlarının seyri üzerinde bir rol oynayabileceğini kabul etmez. Ernest Becker, Denial of Death (Ölümün İnkârı) adlı kitabında, dünyanın kontrol edilebilirliği ve muntazamlığı yolundaki görüşümüzün, bizi kendi ölümlülüğümüzün gerçeğiyle yüzleşmekten koruduğunu öne sürer. Ölümün yanı başında, ondan bir adım ötede yaşadığımız bilgisi, bizi endişelendirir ve işte bu yüzden, dünyanın kontrol edilebileceğine inanmak isteriz.
İnsan, değiştiremeyeceği karşısında, kaderine rıza göstermeyi bilmeli. 'Kaderini sev' demişti Nietzsche, kaderini sev ki o senin hayatındır. Hepimiz kırılgan varlıklarız. Hayat hakkında bir düş kuruyoruz, sevdiklerimizle sonsuza dek birlikte olacağımızı, bela ve musibetlerin bize erişmeyeceğini hayal ediyoruz. Oysa hayat yordanamıyor. Ani sıçrama ve kırılmalarla seyri birden değişebiliyor. Hayat ırmağımız, bazen karmaşalar, beklenmedik olaylar, tesadüflerle yatak değiştiriyor ve bizi hiç ummadığımız bir menzile ulaştırıyor.
Ona diyorum ki derdini sev, kaderini sev, sana kuyuların karanlığından sonra aydınlığı göstereni sev.

VE BİR DE GÜZEL BİR ŞARKI GELSİN...

Ele güne karşı:)) M.F.Ö


Arayıp sormasan da unuttum seni sanma
Dünya bir yana sen bir yana

Aşık ettin beni kendine sonra da terkettin gizlice
Aradım seni her yerde hiç kimselere soramadım

Bekledim dön diye dönmedin bile bile
Bile bile sevdiğimi korkundan gelmedin

Arayıp sormasan da unuttum seni sanma sakın
Dünya bir yana sen bir yana

Ele Güne karşı yapayalnız böyle de olmaz ki
Nasıl da gittin insafsız böyle bırakılmaz ki

Unuturum sanmıştın güzelim
Gözüm yollarda kaldı

Haberin gelir bana duyarım nasıl olsa
Bilirim kimlerlesin ne yaptın neler ettin

Aklım fikrim hep sende sevsen de sevmesen de
Seni hiç aldatmadım aldatmayı hiç sevmem


31 Mayıs 2010 Pazartesi

canlı ölümler...canlı yayınlarda...


“Kim ne yapacaksa yapsın!!!!!” diye bir çığlık düştü dünyanın üzerine…Kim ne yapacaksa yapsın, burada insanları öldürüyorlar, yaralılar var diye haykırıyor muhabir saldırının sürdüğü dakikalarda, sesleniyor dünyaya.

Bilgi çağında, bile bile, göz göre göre ölüyor insanlar… öldürülüyorlar…gözlerini kırpmadan öldürüyor insan kılığındaki acımasız saldırgan korsanlar.

İletişimin insanları biliştirdiği, bitiştirdiği bir zamandayız.

Gözden uzak olanların gönülden uzak kalamadığı vakitler bunlar. İnternete düşen bir görüntü ile ya da ekranlardan odalarımıza ulaşan bir çığlıkla düşebiliyoruz öfkeye. Daha çok acıya… Bilmenin, duymanın sorumluluğu yüklenince omzumuza yıkılıyor üzerimize dünya.

Ve dünya sadece konuşuyor, çığlıklara bakıp üzgünüz diyor hala.

“Kim ne yapacaksa yapsın!!!!!” Bu çığlık beynimin içinde çınlıyor saatlerdir.

En hızlı hukuksuz saldırılar karşısında en yavaş mekanizma olan hukuk harekete geçmeye çabalıyor ağır kanlı yapısıyla… Bari dünyanın her yerinden gelen çığlıklara yetişemeyişimiz gibi burada da çok geç kalınmasa…

İletişimin bunca geliştiği çağda acılar da ölümler de canlı yayınlardan can alıcı bir şekilde düşüyor gönül kabımıza, yüreğimizi parçalarcasına.

İnsani yardım çağrılarına karşılık verememek acıtıyor canımızı… Daha Muhsin Yazıcıoğlu’ nun hayatını kaybettiği helikopter kazası(!)nda günlerce kurtarın bizi diye diye donarak ölen muhabirin sesi kulaklarımda.

Yardım isteyene yardım edememek parçalıyor yüreği, canlı yayınlarda can verirken birileri.
Üzgünüz diyor mahallenin ağabeyi… Bekliyor dünya, dört yıldır bir ağrı kesicinin bile olmadığı, çocukların bombalardan, saldırılardan kurtulsa açlıktan bakımsızlıktan öldüğü Gazze’ ye doğru yola çıkan fedailerin tek tek ölmesini. Hem de uluslar arası sularda, sivil ve silahsız bir durumda.    

Canlı yayınlara devam… canlı ölümlere… can pazarlarına…son dakikalara…son dakikalarını yaşayanların acı çığlıklarına…

“Kim ne yapacaksa yapsın!!!!!” iniltisi hala kulaklarımda…
 Kim ne yapacaksa yapsın artık, ecdadından utanıp da…

HANDAN GÜLER



25 Mayıs 2010 Salı

"Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın. Ve zaten genellikle o daha az sever seni, Senin o'nu sevdiğinden..."


BAĞLANMAYACAKSIN

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.

Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin o'nu sevdiğinden...
Çok sevmezsen, çok acımazsın.

Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.

İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya ya da pembeye

Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

CAN YÜCEL




28 Nisan 2010 Çarşamba

SENİ UZAKTAN SEVMEK AŞKLARIN EN GÜZELİ...

Yol İşareti


Sevdinse...

Aşkında yitip yok oldun,

Karıştıracaksın günü, ayları.

Sevgi yollarında ne kaide, kanun

Kendin aşmalısın bu dolayları.

Eriyip kendini yok sanacaksın

Bu derdin olmayıp özge çaresi

Sen hız hız "kazaya" uğrayacaksın

Yoktur bu yollarda yol işareti

Bahtiyar Vahapzade


Salim Dündar

20 Nisan 2010 Salı

Vakit tamam seni terkediyorum...AHMET KAYA yorumuyla...

 
 

Vakit tamam seni terkediyorum
Bu incecik bir veda havasıdır
Parmak uçlarına değen sıcaklık
İncinen bir hayatın yarasıdır

Kalacak tüm izlerin hayatımda
Gözümden bir damla yaş aktığında
Bir yer bulabilsem seni hatırlatmayan
Kan tarlası gelincik şafağında

Ölümse korktun savaşsa hep kaçtın
Vur kendini korkularda hadi al
Sen bir suydun sen bir ilaçtın
Hoşçakal canımın içi hoşçakal
Hoşçakal gözümün nuru hoşçakal.


Ahmet Kaya-Vakit Tamam Seni Terkediyorum

15 Nisan 2010 Perşembe

"Kendimi de koysam ayağımın altına yine de yetişemiyorum ey aşk, omzunun hizasına."


Uluorta

-seyrek gülüş sen ne güzel bir şeysin-
-nazlanırsın ama bir gün gelirsin-

düşen bir yaprağa bağladım hayatımı
olsun artık diyorum ne olacaksa
paralı asker miyim neyim ben
ekleyip duruyorum sabahları akşama
ve kendimi arıyorum meşgul çalıyor
gerçi söylenmez böyle şeyler uluorta
aşk diyor başka bir şey demiyor kalbim
nasıl bir dostluk ki bu, hem kadim
hem de mayhoş elma tadında.

kendimi de koysam ayağımın altına
yine de yetişemiyorum ey aşk,
omzunun hizasına.
çünkü bende birikiyor her şeyin tortusu
ve ayağını kaldırıyor dünya, konuşurken benimle.
budanan oğullar gibiyim sessiz ve narin
nereye konsam geri sayım başlıyor
kurcalıyor beni bir çırağın elleri
ah, unufak olsam ve desem ki
ağzın tat görmesin hayat
kandırdın beni.

sorma,
elim kırılsın bir daha
dokunursam güneşe.

kılpayı kaçırılmış bir şeyin
bıraktığı ardında
neyse oyum ben.
yaralı serçe, benim için dua et:
gök bir kayalık gibi şimdi üstümde
dr. şükrü öncüoğlu'ndan
üç ayda bir reçete.

acıyan bir şeyim ben burdan çok uzaklarda
ve koskocaman bir hansın sen uğraşma bu çocukla
çünkü nasıl bir şey biliyorum itin taştan korkması
bir yastık arıyorum kuş seslerinden
mühim değil sonrası.

sorma,
yangın sönseydi suyla
denizler her akşam böyle yanmazdı.

yakartop oynayan melekler gördüm güneşle
ve büyük çiftçiler gördüm dağları biçen
yolundaydı herşey, ben bile yolundaydım
ama
kıyıya vardığımda
kendimi unuttuğumu anladım
karşı kıyıda.

şiirler söyledim belki duyarsın diye
çığlığıydım içinde dilsiz bir şehzadenin
sana seslendim durdum bu küçücük odadan
acımı duy, sensin pusulam benim
ki dünya
silinmiş bir harita
gibi yabancı bana.

sorma,
usulca uzandığında
bir ceset oluyorsun öpüldükçe şımaran.

İbrahim TENEKECİ


13 Nisan 2010 Salı

HASRETİN ÇIĞLIĞI...SEZAİ KARAKOÇ'TAN...BEN DEĞİLİM...İLHAN İREM'DEN...



Hasretin Çığlığı

Gözlerimi de götürdün benden giderken,
Özlemin sığmıyor artık gecelere;
Zaman zaman durdu sanki takvimlerde.
Denizler çok sakin, güneş çok masum,
Ellerinde kayboluyor bir mazlum.
Sesin çınlıyor kulağımda her yerde,
Elemimden gözlerime çekilmiş perde.
Nerelerdesin hangi batık kenttesin kimbilir?
İşte bütün kötülükler kendiliğinden silinir.
Seni arıyorum güneşin battığı her yerde,
Eminim ordasın ama görünmüyorsun bir zerre.
Virane olmuşum iklimler küsmüş sana,
İsmini duyduğumda hayat gülüyor bana.
Yalan senden başkası dünya, hayat yalan;
Omzumda bir sevdalı var durmadan alayan.
Rüyaymış meğer seninle yaşadıklarımız,
Umrunda değilmiş meğer sevdamız.
Madem öyle çek git istediğin yere,
Masum bir tebessüm bırak gözlerime,
Ellerimin değdiği her yere sevdamı yazarım,
Lazım olur belki bir sevdalıya mezar kazarım.
Eğer bir gün özlersen gözlerimi ufka bak,
Gayri senden tek isteğim var.
İstersen son kez arkana bak
Melum melum bak ki ölmem için yüreğimi yak.
Virane olmuşum iklimler küsmüş sana,

Sezai Karakoç

BEN DEĞİLİM...İLHAN İREM'DEN.

6 Mart 2010 Cumartesi

"Gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır." der MEVLANA...GÖNÜL DAĞI'ndan akar NEŞET ERTAŞ damarlarımıza...



Gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır


Hayat iniş çıkışlarla dolu. Karşımıza çıkan kimi olay bir süre sıkıyor bizi, sonra bir bakmışız öncekinden daha geniş bir yol açılmış önümüzde toz duman dinince.

Ruhumuza bir esenlik gelmiş bilmediğimiz yerlerden...Buna bilgeler Allah'ın CELAL ve CEMAL sıfatlarının tecellisi diyor.Bu iki isim bazen dönüşümlü bir ritimde bazen de aynı anda iç içe geçmiş bir halde gelebiliyor yaşamımızın içine.

Bir taraftan belalarla karşılaşan ruh tam da nefes alamazken bir pencere açılıyor mavi göğe.Ve bu hayatın döngüsü sürüp gidiyor hepimizin gününde gecesinde farklı ritimlerle.

"Dağına göre kar" deyimi de bu noktadan sonra giriyor devreye. Kimimize metrelerce kar hiç zarar vermiyor, yolumuza gitmemize engel olmuyor, kimimize de henüz tam tutmamışken bile kaza yaptırıyor. Sakat bırakıyor kimi kazalar, sonrasında pencerenin kenarından naif yağışını seyrederken bile o travmaya götürüyor bizi bir dantela gibi örülmüş buzdan damlalar. Her şeyi bir daha, bir daha yaşatıyor, öfke sarıyor ruhumuzu. Böylece bir türlü iyileşemiyoruz. Malul yanımızla, kırık kanatlarımızla yaşıyor, yaşar gibi yapıyoruz. İçimizde zamanla bir habis ura dönüşüyor biriktirdiklerimiz, affedemediklerimiz. Yıllar geçiyor ki, unutmamıyoruz bize yapılanları, kazık atanları, bırakıp gidenleri. Sırtımızda taşıyoruz acılarımızla beraber, yüklerini, yüklediklerini, isimlerini. Affetmek büyüklüğünü gösteremiyoruz çoğu zaman ya da önemli değil dediklerimizi bile silemiyoruz hafızamızdan. Oysa bize zarar verenlerin hayatından çıkalı çok olmuş, bizsiz çok yollar yürünmüş oluyor. Bunu gördükçe gönül kuşumuz, üzerine yağan karların altında kıpırdamadan ölümü bekliyor ve sonra donarak ölüyor. Ölen ruh, Celal'le beraber sarmalayan Cemal'i göremiyor. İçinden dışına onu saran kötü hastalık acılara düşürmüşken vade geliyor. İmtihan bitiyor, acı içinde yaşayan insan bu dünyasını yitirirken ötelerin de elinden kaçıp gittiğini farkettiğinde iş işten geçmiş oluyor.

Bir de Allah'ın isim ve sıfatlarını eşyanın üzerinde görme gayretiyle yaşayan, affeden, bu sebeple affa layık hale gelen insanlar oluyor. Başlarına ne gelse, tavırlarını bozmadan bekliyorlar ardından gelecek nimetleri. Bir bela olan aşka tutuluyor yürekleri. Perdenin ardında sırların peşinde ama hep aynı duygu durumuyla, hayretle yaklaşıyorlar yağan kara da açan güneşe de. Ve bir gün bir de bakmışşsınız iki kanadı kırık olsa da uçuyor aşka, aşkla, vuslata. Sırtında ne gam ne tasa. Mesut oluyorlar iki dünyada da.

Aşka tutunup kırık kanatlarıyla ötelere yol alan gönül erlerinden Mevlana, oğlu Bahaddin'e anlatırken bu gerçekleri veciz kelimelerle, gönülden dile yol olduğu gibi dilden de gönüle yol olduğunu anımsatıyor:

"Bahaeddin! Eğer daima cennette olmak istersen,
herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma!
Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma!
Merhem ve mum gibi ol! İğne gibi olma!
Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen,
Fena söyleyici!
Fena öğretici!
Fena düşünceli olma!
Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun..
İşte o sevinç Cennetin ta kendisidir.
Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan, daima üzüntü içinde olursun.
İşte bu gam da cehennemin ta kendisidir.
Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi çiçeklenir,
gül ve fesleğenlerle dolar.
Düşmanları andığın vakit, için dikenler ve yılanlarla dolar,
canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir..
Bütün peygamberler ve veliler, böyle yaptılar,
içlerindeki karakteri dışarı vurdular.
Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu,
hepsi gönül hoşluğu ile onların ümmeti ve müridi oldular.”
Bahaeddin!
Düşmanını sevmek, düşmanının da seni sevmesini istersen,
kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle, o düşman senin dostun olur;
Çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır.

 Muhabbet sarmalasın hepimizi, kanatlarımızı kırsa da yaşadıklarımız, kırık kanatla da uçulacağını hissettirsin Cemal Sahibi.
Kayıp düşmüşsek bile, "Seven", "Sevdiren Sahibimiz"  varken, sırtımız gelir mi yere!            
Öyleyse keder, tasa niye !
Dünya bir oyun ve eğlenceden ibaretse de kaybeder görünürken kazanılan bir başka oyun var mı yeryüzünde!

HANDAN GÜLER

5 Mart 2010 Cuma

SENSİZ ERGUVAN ve SEN GİDİNCE (Faruk Tınaz yorumuyla)



SENSİZ ERGUVAN


"sen gidince en ağır halkası sönüyor ömrümün
sen gidince ağlıyor içimdeki orman
sen gidince yanıyor sözlerim
sen gidince bir anne çocuğunu yiyiyor gibi kuruyor dudaklarım, kuruyor agzımın en uzak yalgımı
sen gidince geliyor gözlerimin muğber iptilası
en yılgın yanlarımı, en ümitsiz gizlerimi kuşanıyorum sen gidince
sen gidince başlıyor başlangıcı sonu olmayan bir gece
ki laciverdi değil çöl burası
hüzün otağını kurunca kumsala
kum tanecikleri sayısınca diken pareliyor içimi, içimin en uzak anlarını
uzakla yakın arasında bir yerde bırakıyorsun beni gidişinle.
benim kalmıyor, sensiz bensiz bir havayı soluyor ve soludukça eriyen, "ol" buyruğuyla suya dönüşen
su gibi rengi kokusu olmayan bir hiçliğe düşüyorum sen gidince 
...
yalnızlığım, durgun, ölü bir deniz gibi derin kendisinden yüce bir yer göremeyen dağ doruğu kadar yüksektir.
sen gidince oluyor bütün bunlar
sen gidince başlıyor ellerimin sancısı...
sen gidince başlıyor hiç çekilmeyen sis gibi loş bir sessizlik... "

HALVET DER ENCÜMEN ADLI KİTAPTAN, ÖYKÜ, S.YALSIZUÇANLAR

2 Mart 2010 Salı

Yalnızlığa alışmalı...CAN DÜNDAR'ın kaleminden...Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar...CANDAN ERÇETİN yorumuyla...



Yalnızlığa Alışmalı... 

Bavulları hep toplu durmalı insanın...
Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...
Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vazgeçmeli...
İhanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...
Yalnızlığa alışmalı...
* * *
Çünkü "omuz omuza" günlerin vakti geçti. Dayanışma... günümüz borsasının değer kaybeden hisse senet­lerinden biri artık...
Bireyin keşif çağı, geride kı­rık dökük yalnızlıklar bıraktı.
Terörün bile bireyselleştiği çağdayız. Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil; zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır.
* * *
İşte o yüzden alışmalı yalnız­lığa...
Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan... Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı... Hüzünlü bir şarkıyla paylaşı­lan gecelerde başını dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli... Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...
Romanlardan yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür duvarlarına...
"Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşılsa yalnızlık olmaz" dizeleriyle başlamalı güne...                        
Telesekretere "şu anda size cevap verebilecek kim­se yok" denmeli, "... belki de hiçbir zaman olmaya­cak..."                                                     
Cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...
* * *        
Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır.
Haklılığın onuru yaşatır insanı... Susmanın utancı öldürür.
O yüzden en sessiz gecelerde ''doğruydu, yaptım"la teselli bulmalı insan...
Feryada komşuların yetişmemesine, soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı... Kendiyle he­saplaşmaya çalışmalı...
Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye, kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır ol­malı...
Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur, ama hep kalıp savaşacakmış kadar gözüpek olabilmeli...
Sessizliği, sese dönüştürebilmeli...
* * *
Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan...
Yollarla barışmalı...
Yalnızlığa alışmalı...




LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin