İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan kişi misali taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer
Aşkı var gönlü yanar yumuşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp kah kışa benzer
Biliyor musun, hayat, çok farklı bir yolculuk. Dümdüz ve sıradan giderken her şey aniden meydana gelen bir olay bir yön tabelası bütün planları alt üst ediyor. Ve o alt üst olma belki de insanı korkup sığındığı kendi derinliklerinden çıkarıp daha başka dünyaların içine atıyor. İnsan zamanla yeni yeni yerler görüp yeni insanlarla tanıştıkça yeni hayatların hayatına kattıkları ile zenginleşiyor. Hatta öyle bir artış yaşıyor ki, eski yaşamındaki sevdiği uğraşlara, burda duran bloguna, hatta arkadaşlara zaman ayıramaz hale geliyor.
Anlayacağınız ciddi bir dönemeçten geçmekteyim.Uzun ve yorucu bir meslek değiştirme maratonundayım. Hala süren ve yoğunluğu kolay kolay dinmeyecek bir maraton koşusu bu. Her şey rutine girene kadar bloga yazmak zor gözüküyor. Ama bu gün bir vesile ile erkenden Kızılay'a gidip ardından avarece sokakları arşınladığımdan olsa gerek neşem yerinde. Verdiğim molayı blogumla hasret gidererek taçlandırmak istedim ve kendimi buraya attım.
Bu sabah 09:00 sularında Kızılay'ın uyanışını seyretmenin verdiği enerji ile güne gülümsedim. Mevsimlerin en güzelinin ilkbahar olduğu gibi günün en güzel saatlerinin de sabah saatleri olduğunu düşünürüm.Tazeciktir, hafif bir serinliği vardır, sıcağıyla bunaltmaz. Işığıyla gözü yormaz, temiz havası ile nefesinizi açar.Tıpkı insan yaşamının en güzel yılları olan çocukluk ve ilk gençlik yılları gibidir sabah saatleri. Çocukluğumda da en çok sevdiğim zamanlar bu saatlerdi.
Aslında bütün hayatımızın en güzel zamanlarını okullarda, işyerlerinde tüketiyoruz. Bu sabah metro ile giderken gençlerin ve neredeyse 30 yaşına gelmiş ve gözlerindeki fer sönmüş genç görünümlü insanların ellerinde kpss kitaplarına gömülmüş olduğunu gördüm, üzüldüm.Öğrenci olmak varmış diyordum sokaklarda dolaşan gençleri gördükçe, sonra Ankara Hukuk
öğrencisi bir arkadaşımı aradım nasıl gidiyor bahar dedim, Bahar kim ben 2 aydır evden çıkmadım, ders çalışıyorum ve aldığım en yüksek not 37 deyince birden Hukuk Fakultesinde çürüttüğüm yıllarım geldi gözümün önüne ve iyi ki o günler geçmiş diyerek derin bir ohhhh çektim. Şimdi de bir ders dönemindeyim ama hiçbir okul hukuk lisansı kadar zor ve yıpratıcı olamaz. Allah hukukta okuyanlara sabır versin, tez zamanda mezun olsunlar da başkaca sınav zorluklarını aşmak nasip olsun. Buraya nerden geldim, konu bu değildi ama işte insan en çok yaralandığı, yıprandığı noktalarda tek kelime, tek bakış, tek öpüşte batıyor bazen anıların kucağına.
İşte bugün işe gitmiyor, araba kullanmıyor olmanın verdiği neşe ve kolaylıkla hayatın kıyısına çekildim. Dükkanların önlerinin itina ile yıkanışını, çiçeklerin gelen geçene göz kırpışını, kuşların cıvıltısını, insanların işlerine doğru yol alışlarını, tatil günü olması hasebiyle asık suratları memurların renkli giyimleri ile Ankaranın griliğini yırtışlarını izledim. Ve galiba 12 senedir yaşadığım ve İstanbul gibi albenisi olmadığından ilk görüşte aşık olmadığım bu şehre derin bir tutkuyla bağlandığımı farkettim. Ankara sabah ışıltısı ile içime heyecanlar salmışken Mithatpaşa caddesinden,Sakarya caddesine Kızılayın göbeğinden Karanfile, Olgunlara, Güvenparka dolaşıp durdum. Sevdiğim şairlerden şiirler okudum. Buralardan çeşitli vesilelerle beraber yürüdüğümüz arkadaşlar içimden resmi geçit yaparken bir simit kafeye oturup simit sandviç menü aldım. Yani bildiğiniz çocukluğumuzun en güzel yiyecekleri olan domates, beyaz peynir salatalık, marulun tost ekmeği şeklinde pişirilmiş simide çay eklenmesi ile oluşan sağlıklı bir menü. Tabi her lokmada başka bir anının kucağında sallandım. Bir İzmirli olarak gevreğe simit denmesine karşıyım ama Ankara simidini tek geçerim. İzmirin gevreği başkadır, İstanbulun da başka ama Ankaranın bambaşka.
Simidim bitince yeni gelen çayım eşliğinde çantamdan çıkardığım Kadın Öykülerinde Ankara kitabını okumaya koyuldum. Kah özlem kah hüzün dolu satırlar arasında dolaşırken yüreğim, aklıma morrocom geldi, mutlaka bu kitabı okumalı diye düşündüm. çocukluğu Ankarada geçmişler için daha fazla şey ifade edecek olan bu öykü kitabının kadın gözünden süzülmüş ayrıntılar barındırması, usta yazarların kalemlerinden çıkan öykülerden derlenmesi sebebiyle keyifle okunacağını sezdim ve buradan paylaşmak istedim. Geçen yıl kitap fuarından set olarak almıştım bu kitabı, İzmir, İstanbul, Karadeniz de var ama ben doğduğum şehirden değil doyduğum şehirden başlamak ve Ankarayı hissetmek istedim. Öykülerdeki dile hakimiyete hayran kalıp okuma listeme yeni yazarlar ekledim. Saat 11:00 e yaklaşırken kalabalıklaşan Kızılay görüntüsü zihnimi yormaya başlayınca pılımı pırtımı toplayıp kendimi metroya attım. Yalnızlığı sevmediğim gibi kalabalık da bana göre değil, bunu bir kez daha anladım. Metrodan inince eve gitmek yerine yazdığı makaleye ara verip beni almaya gelen eşimi de yoldan çıkararak Ankaranın her gün daha da güzelleşen parklarından birine götürdüm. Salıncaklı ve yeşillikle gölgelenmiş bir çay bahçesinde keyfime devam ettim. Ta ki, çocuğu kurstan alma vakti gelinceye dek. Sonra oğlumu alıp eve giderken seninle de gidelim diye dersten ve işten sıyrılarak kaçamağımı anlattığım oğlumdan, ne gerek var ben sadece eve gitmek istiyorum cevabını aldım. Haklıydı aslında, haftanın yedi günü dışarıda geçiyordu hepimiz için.Tabi bir de yeni neslin herşeyi sanal yaşamasından kaynaklı olarak tabiata karşı farkındalık geliştiremediklerini sezdim. Beni heyecanlandıran bu güzel havanın, yeşilin oğlumda en ufak bir heyecan uyandırmadığını görüp üzülsem de milanes çocukları denen 2000 sonrası nesil için normal bu durumu kabullendim. Tenis kursunun saati gelene kadar evde duran eşim ve oğluma bu sefer ben evde durmak istiyorum dedim. Onlar tenis kortunun yolunu tutarken bir çay demleyip buraya geldim.
Ohhhh şimdi evdeyim ve pazartesi olana kadar dışarı çıkmak istemiyorum. Ama insan ara sıra yoruldukça hayattan, hatta yorulmaya fırsatı kalmadan kıyısına geçip akan zamanın, şehrin kalabalık caddelerindeki akışı izlemeli, hayatlarını ölüme taşıyan insanların boş koşuşturmacalarını görüp kendi uğraşlarını gözden geçirmeli.Üzüldüğü şeylerin küçüklüğünü görüp bir mucize olan hayatın her anını hissederek yaşamalı. Bunları kendisine yıllar önce genç yaşına rağmen yaşanmışlıklarının etkisiyle bir bilge edasıyla anlatan Tahsin Ağbisi'nin o yıllarda sık sık hatırlattığını anımsayıp geçmişten geleceğe gülümsemeli.Yaşama uğraşını kendine çok da yük etmeden...Herkese yeniden merhaba... Ara sıra kendimi önceleme fırsatım oldukça burada olacağım...Herkese Muhabbetle...
Yolculuklar hayatımızın en vazgeçilmez
süreğidir. Bu aleme gelişimizden önce başlayan ve gidişimizle de devam edecek
bir seyahatin yolcularıyız hepimiz.
“Dünya” dediğimiz “büyük”lüğünü
içinde barındıran kavramın bu gün için bilinen kainat haritasında bir nokta
kadar küçük olduğunu öğrenince bizimle beraber akan hayatların, başka
yolculukların olduğunu da fark ediyor, aslında bu muazzam yapıda pek de mühim
bir yer tutmadığımızı anlıyoruz. Bir taraftan da yaratılan hiçbir şeyin
gereksiz olmadığını hatırlayıp bilinen varlıklardan en donanımlısı olan insan
soyumuzun yolculuğuna odaklanıyoruz.
Bir bilinmez olan insanın kalbinde
taşıdığı, kafasında kurduğu alemlerin büyüklüğü ile karşılaşıp yaratılmışların
en şereflisi olduğumuzu anımsıyoruz. İç içe geçen yolculuklarda karşılaştıklarımıza
kafa yoruyoruz. Her şeyin emrine sunulduğu insanın bir türlü mutlu olamayışı
karşısında kalbimizi tatmin edememenin boynu büküklüğü ile yola devam ediyoruz.
Ve yıllar/yollar her şey akıyor, yaşam yeni bir forma dönüşüyor ama yolcu olma
hali devamlılığını koruyor. Çünkü “hayat”larımızın üst başlığıdır yolculuk.
YÜREK SEMTİNİN AYAKTA KALAN YAPISI: VEFA APARTMANI
Sözlük anlamlarının yetersiz kaldığı, herkesin yaşadıklarından öğrendikleri üzerinden yeni anlamlar yüklediği sözcükler vardır. Böylesi kelimeler akıl süzgecine takılmadan doğrudan kalbe değer, hatta değmeyip deler geçer.
Vefa da onlardan biridir. Muhabbet, dostluk ve bağlılıkta sebat, ahde riâyet ve verilen sözde durmak demek olan vefâ, “insan olmak” yükü omuzuna konmuş “(h)er kişi”nin belki de üzerinde taşımak zorunda olduğu en önemli haslettir.
Fakat ne yazık ki, hızın ve kalabalıklarda yalnızlığın bireyi esir aldığı bir zamanda yaşıyoruz. Dolayısıyla da bahtımıza vefadan ziyade vefasızlık düşüyor. İşte bu nedenle vefa kelimesini duyanların aklına çoğu zaman, acı bir tebessüm eşliğinde “Vefa, bir semt adıdır” klişesi geliyor.
Şimdilerde vefayı karakterinde yeşertebilmiş dostlar bulmak da, öylesi dostlardan olmak da büyük bir şans. Ve bu şans biraz da kendi kalbinizdeki vefa nispetinde semtimize uğruyor. Bu da vefanın, sabrı, sebatı, sevgiyi gönül iklimimize hakim kılmakla elde edilen, emek ve zamanın ürünü olduğunu gösteriyor.
Moderniteye kurban verilen güzellikler bir bir çekiliyor hayatlarımızdan. Gördüğümüz ve bizatihi içinde yaşayarak biçimsizliğinden rahatsızlık duyduğumuz kentleşme karşısında umutsuzluğumuz giderek artıyor. Hele de metropol diye adlandıran büyük şehirlerden birinde isek bu vahim durum günlük yaşamlarımızı felç eden trafik, güvenlik vb. bir çok soruna da kaynaklık ediyor. Bu tablo karşısında acil olarak ciddi tedbirlerin alınması gerekiyor.
İşte bu amaçla kaleme alınan makalelerden bir seçki Timaş Yayınları tarafından 2010 yılı ortalarında okuyucuya sunuldu.“Osmanlı Şehri” adlı kitap bu yıl içinde kaybettiğimiz yazarın ölümünden önce çeşitli dergilerde yayınlanan makalelerinden derlenerek hazırlanmış olup bizi ümitsizliğe düşüren çarpık kentleşme konusunda reçeteler sunuyor. Kitabın yazarı, uluslararası düzeyde ödülleri bulunan bilge mimar Turgut Cansever.
Yazara göre;“İnsanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürün ve insan hayatını çevreleyen yapı” olan şehrin imajı “İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır” ve dünyayı güzelleştirmek için meydana getirilmiştir. İnanç sahibi her insanın ulaşmayı ümit ettiği cennet kavramı İslam toplumlarının hayatlarına dair çerçeveleri belirler. Dolayısıyla başta mimarlık olmak üzere tümü sanatla ilgili olan yazılar “OSMANLI ŞEHRİ” diğer bir deyişle “OSMANLI CENNETİ” başlığı altında derlenmiştir.
Kitap üç bölümden oluşuyor; ilk bölümde şehir- sanat- mimari, ikinci bölümde osmanlı şehri, son bölümde de sorunlar ve çözümleri içeren makaleleryer alıyor.
Tarihten edebiyata, divan şiirinden tasavvufa, yaşamdan mimariye bir çok konuya değinilen kitapta yazarın ufkunun genişliği gözden kaçmıyor. Akıcı üslubu ve mimariye bütüncül bir yaklaşımla bakması, insandan ve vazifelerinden ayırmaması da kitabı mimari üzerine yazılmış diğer eserlerden ayırıyor.
Eğitim sistemimizdeki aksaklıklar sebebiyle tarihi ve kültürel açıdan köklerinden uzak yetişen nesillere de kaynaklık edecek bu kitaptan bir çok yeni bilgi edinme şansınız da var: Mesela Osmanlı şehir mimarisinin çıkış noktalarını, uygulanışını ve günümüze bakan yönünü öğrenmek mümkün.
Tabi şu noktaya da vurgu yapmakta fayda var: Kitapta bir araya getirilen makaleler edebiyat ve mimari dergileri için yazıldığından teknik kavramlara da sıkça yer verilmiş olması hasebiyle uzmanlığınız bu alanlarda ise istifade şansınız daha yüksek olacaktır. Bir de yazarın bundan önceki kitaplarını okumuş olmanın da faydası görülecektir.
Ama yine de genç nesillere alanında en iyi ödüllere layık görülmüş bir mimarın aslında bütüncül yaklaşımı yakalayarak tek kanatla uçulmayacağını göstermesi, günümüz şartlarında da modern bir derviş, bir bilge olunabileceğini ispat etmesi, böyle bir insanı kendi satırlarından tanıma şansı sunması açısından mutlaka okunması gereken bir kitap olduğunu belirtmek isterim.
Kitabı tek bir cümle ile özetleyecek olsak sanırım şu denebilir: İnsan kainata biremanetçi olarak gelmiş olup emaneti koruma ve güzelleştirme yükü omuzlarındadır. Bu nedenle bilinçli olmalı, israfa girmeyecek yöntemler kullanarak geleceğini kurmalı, şehirlerini yaşayan, yaşanan bir hale getirmelidir. Bu noktada her ferde ortak sorumluluk düşmektedir.
Kitaptan birkaç alıntı yaparak devam etmek istiyorum:“Modern şehirde, insan hayatını sürekli birbirine benzer duvarlar arasına hapseden, dünyaya sırtını dönen, ona karşı duyarsız olan, hatta duyarsız olması da önemsiz sayılan bir insan telakkisi görüyoruz. Buna karşılık Osmanlı Şehri, sakin, hareketli yol şeması üzerinde, yol boyunca yeri, biçimi, şahsiyeti değişen evlerin arasında büyük abidelerin bulunduğu yerleri, büyük abidevi ağaçların bulunduğu meydanları, alçak duvarlardan sarkan çiçekleri yahut meyve ağaçlarının sarkan dallarını görerek ve parlak, farklı renklere sahip evlerin arasından geçerek, her an yeni bir güzellikle karşılaşarak yaşayan bir insan için vücuda getirilmiş oluyor.
Osmanlı şehri insanlık tarihinde benzeri az olan müstesna bir kültür ürünüdür. Eflatun, “İnsanın en büyük erdemi şehir kurmak erdemidir” diyor. Osmanlı şehirlerinde çok seslilik, polifoni vardır. Evler, insan hayatının değişkenliği ve geçiciliğine uygundur. Mahallelerde her türlü insan vardır, hepsi özel bir renk olup ahenkli tablolar gibidir. Oysa Avrupa’da tek tiplilik esastır, kimse evinin dışında istediğini yapamaz. Yönetici iradeye boyun eyer.
Kitapta bahsedilen ve günümüze yönelik çözüm önerilerinden biri de, galaksi biçimli şehirler kurulmasıdır. İş sahaları, sanayi siteleri limanlar şehrin dışına taşınmalı ve o civarda yerleşim yapılmalıdır ki, yolda zaman ve para kaybı yaşanmasın. Bu sistem bu gün Almanya ve İtalya’da kullanılıyor. Böylece bizdeki gibi şehirler yağ lekesi gibi büyümüyor.
Yazar gözünü ötelere dikmiş umutlu tavrıyla gönüllerimize bir meşale yakıyor ve her şey niyettedir, eğer Osmanlı evi baz alınıp 17.YY’ın Osmanlı şehirleri kurulabilirse yaşamımız cennet bahçelerine benzer bir hale çevrilebilir müjdesini veriyor.
Osmanlı Devleti’nin (Üçüncü selim devrinde) bütüncül görüşü kaybettiğinde yavaş yavaş dünyaya saadet dolu şehirler kuran sistemin çökme sürecine girdiğini hatırlatırken, batının standartları yerine kendi standartlar ruhumuzu geliştirmemiz gerektiğini, tevazuu, çekingenliği, dürüstlüğü, azla yetinmeyi, dinimizden, inançlarımızdan, tasavvufi eğitimimizden edindiğimiz davranış standartlarını tekrar kurma zorunluluğumuzu şu sözlerle ifade ediyor: “İçerisinde bulunduğumuz çağın meselelerini çözmek ve kültürünü ve çevresini inşa etmek için “Bak, her şeye bak” şeklindeki İslami emri yerine getirmek ve yaradılışın yapısında mevcut ilahi iradeye kayıtsız şartsız uyarak, karanlık gecede yalçın kaya üzerinde karıncanın ayak izinden daha gizli olan putlaştırma yanılgısına düşmeden, tarihi tecrübeyi bu yaklaşım ile değerlendirerek çözüm aramak, çağın gereğini gerçekleştirmeye yönelmek gerçek çağdaşlığa, gerçek modernliğe ulaşmaya imkan verecektir. Temel inanç sistemimizin bütün davranış ve ruh hallerimizi nasıl şekillendirdiğinin bilgisini tekrar tesis etmek asli meselemizdir”
Bilge Mimar Turgut Cansever’in bir çok mimari eser yanında ardında bıraktığı kıymetli mirastan bir kesit olan “Osmanlı Şehri” bize sanata dair yepyeni bir dünyanın kapılarını aralama fırsatı sunuyor. Ne mutlu o kapıdan geçip bütüncül bakışı yakalayabilenlere…
Heyecanla karışık bir hüzünle geç vakitte yatağa girmiş, birçok yorucu rüyanın kollarında hırpalanmıştım bütün gece.
Günün ilk ışıkları ile uyanıp herkesi uğurladıktan sonra ben de Hoca’nın dersine yetişmek için alelacele evden çıktım. Serin ama güneşli bir ekim günü daha yaşıyordu Ankara. Atatürk Orman Çiftliği'nin bulunduğu yolu tercih edince sonbaharın renk cümbüşünde, güzellikte birbiriyle yarışan sarının, yeşilin, kırmızının, kahvenin tonları arasında buldum kendimi.
Hızla akan trafik bir bir elimden alsa da zihnimin çektiği resimleri menzilime yaklaşmanın heyecanı kaplıyordu içimi. Çokluktan, zihin karmaşından, kalp yorgunluğundan arınmak istediğim bir dönemi yaşatıyordu Zamanın Sahibi. Mevsim geçişlerinin sancısı sarsarken bedeni, ruhu da örseliyordu saatin hiç durmadan işlemesi, yoruyordu "Gökyüzünden habersiz uçurtma uçuran" yüreği.Dersine geldiğim Hocam’ı görünce hele de elinden aldığım tek şekerli sabah çayım ve bir parça sıcak simidin kokusu eşliğinde geçen hal hatır sorma faslında daha, fazlalıklarından kurtulmaya başlayan ruhum hafiflemişti adeta.
Geniş merdivenlerini tırmanarak vardığımız sınıfta öğrencilerin meraklı bakışlarına aldırış etmeden geçip oturdum akçaağaç rengindeki sıralara. Öğrencilerin rehavete kapılmaması amacı güdülerek özel olarak hazırlanmış olduğunu düşündüğüm mavi kumaş kaplı rahatsız oturakların olduğu sınıfta parlak bir gri eşlik ediyordu beyaz duvarlara.
Dersin adı: Edebiyata Giriş. Türk Edebiyatı'nın önemli isimlerini tanımak bağlamında öğrencilerin hazırladığı sunumlar üzerinden yürütülen derste günün ilk yazarı Tomris Uyar. Hocasının yanına masaya sunum yapmak için geçen kız öğrenci heyecanlı olsa da Hoca'nın sakin ve destekleyici tavrı onu rahatlatmakta. Kısa biyografik bir sunumdan sonra, hoca devreye girerek yazarın hikayeciliği üzerine konuşmakta. Daha da çok sınıfa sorular sormakta. Soruları sorularla yanıtlayıp gençlerin akıllarına soru işaretleri bırakmakta. Bütün yazarları okurken eleştirel bakış açısını yitirmeyin uyarısını hal diliyle tekrarlayıp büyük yazarların bahçesinde de ayrık otları olabileceğini hatırlatmakta.
Tomris Uyar'dan Diz Boyu Papatyalar ve Gün dökümü' nü okumadan mezun olmayın bu okuldan diyerek iyi kitaplar listesini kabartmakta.
Sunum yapan öğrencinin alıntıladığı metinleri kelime bazında irdeleyince ders sıradan bir edebiyat dersinden çok daha derin anlamların vurup vurup kaçtığı bir kıyı oluyordu adeta. Hoca kelimelerin gerisindeki gizlere işaret ediyordu “Açık Deniz”edasıyla. "Sıradan insanlar" ibaresinden başlıyordu mesela, kimdir sıradan insanlar deyince ev hanımlarını örnek veriyordu sunum yapan kız. Gülüyordu hoca, ev hanımı dediğin üretime en çok katkısı olan, o rutine katlanırken güler yüzü de sunan o varlık nasıl sıradan olur, asıl odur özgün olan diyerek itiraz ediyordu söylenenlere.
"Dönemin rengi" kelimesini irdeliyordu sonra. Sahi dönem bir nesne midir ki rengi olsun, her devirde her çeşit insan var olduğuna göre nasıl tek bir renge hapsedilir ki zaman diyordu öğrencilerin zihnini eleştirel bakışa taşımak maksadıyla.
Laf olsun diye cümleler yazmayın yazılarda diyordu, "gözlemci edebiyatçı" ifadesinin yanlışlığını vurguladığı cümlenin sonunda. Doğru ya, gözlemci olmayan edebiyatçı yoktu sonuçta.
Kız öğrenci sunumuna devam ediyordu, gülen gözlerle anlatıyordu yazardan okuduğu iki kitabı sınıfa.
Sekizinci Günah'tı biri, akıcı dille yazılmış sekiz öyküden oluşuyordu kitap. En sevdiği öyküyü okudu öğrenci. Sınıfın yorumlarından sonra tekrar hoca girdi devreye ve başladı anlatmaya hayatı, yılların getirdiği bir bilgelikle.
Hayat dedi gözle görülür bir nesne midir, insanın kendi hayatı dışında bir hayat var mıdır? Bir insan öldüğünde, devam mı eder hayat denen olgu diye sordu sınıfa. O noktada bir sürü pencere açıldı zihnimin odalarında. Haklıydı hoca, her insanın aslında bir hayatı vardı ve bu hayat bir başkasınınkini yargılayacak, onunla oyalanacak kadar uzun değildi. İnsan tek sermayesi olan hayatı çar çur etmemeliydi. Kendi hayatının anlamı üzerine kafa yormalıydı ki, hayatını hayat kılabilsindi. İçe kapanmak gerek dedi. Patolojik bir kapanmadan bahsetmese de, büyük eserler veren yazar ve şairlerin hep böylesi bir içe kapanıklığın sonucunda o noktaya geldiklerini örneklerle izah etti.Sadece çevresinin yani başkalarının ilişkileri içinde yaşayan bir insan için nasıl "yaşıyor" denebilir ki diyerek bir aldanma, bir ilizyonun içinde yaşayıp gidiyor, kocaman laflar ediyoruz, niçin bunların hepsi, bir ölüye çıkmak için mi diye sordu sınıfa. Niye bunca sınavlar, işler, koşuşturmacalar, bir tabak yemekle yarım gün doyan bir mide için mi koşuşturuyor bunca insan dedi, ifadelerini güçlendirerek.
Her şeyi bildiğini sanmak, dışa dönük yaşamak kadar boş bir şey var mıydı gerçekten bu dünyada. Bütün büyük fikir adamları doğruyu içe kapanmakta bulmuşsa, hakikat dışarıda değildi demek ki. Acı çekmeden, hayatın anlamı üzerine düşünmeden yazmak hele ki zamana direnen kalıcı eserler bırakmak mümkün değildi. Oğuz Atay gibi büyük yazarlar içte derinleşerek, içe kapanarak yazmışlardı eserlerini. Her şey içten ibaretse içe kapanmak neden kötü olsundu ki!
Yunus Emre'nin, ruh bedende konuktur, yani, bu can bu tende konuktur, bir gün çıkar gider, kafesten kuş uçmuş gibi diye anlattığı hakikat, bize, hayat denen şeyin ruhta gizli olduğunu anlatır diyerek ekledi hoca sözü söze. Problem içe kapanmak da değil, içe kapanamamaktadır. Hayatta fark etmemiz gereken tek gerçek insanın kendisine ve bir başkasına acı vermeden yaşamasıysa bunun için içsel bir yolculuk yapmak gerekmiyor muydu?
Hocayı dinlerken içimde dalgalanan deniz beni kah sahiline atıyordu emniyetin, kah azgın suların soğunda bırakıyordu. Bu arada sunum yapan öğrenci Tomris Uyar'ın Yürekte Bukağı adlı eserinden paylaşımlar yapmaya başlamıştı. Yalın bir dili vardı yazarın.
Ders arasının geldiğini haber veren öğrencinin sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp hava almak için balkona çıktık beraber. Güneş cazibedar ışığını üzerimizde gezdirse de uzun ve sıcak yazın bittiği gün gibi aşikardı. Hatta kış biran önce sahneye atılma telaşındaydı. Ama savrulduğum düşüncelerin yakıcılığı soğuğu algılayışımı bile devre dışı bırakmıştı. Bir sigara içimi durduğumuz balkonda dumanı izledim hüzün dolu bakışlarla. Sanki kaybolup giden ömrümüzün resmini çiziyordu sigara.
İkinci derse öykücü Tomris Uyar'ın eşi Turgut Uyar'dan şiirler okuyarak başladı Hoca. İlk şiir buydu:HİÇSİZLİĞE
Tanrım sen ne kadar güzelsin
Bir hiç olarak
Ormansın belki bilmiyorum
Belki ormanda bir ağaçsın şuncacık
Bir pazartesi günüsün
İnsanları dupduru edemeyen
Bütün karayollarında ve demiryollarında
Gider gelirim bütün dünyada
Ama biliyorum Kırşehir'de mezarsın
Bir kilisesin Kapadokya'da
Sözgelimi yumurtada zarsın
Ustasın sabahları yapmada
En katı yoklukları koyarak insanın içine
Akşam üstlerinde biraz gaddarsın
Sular ve zamanlar kararırken
Ne yapalım
Bari bağışlayalım birbirimizi.
Hiç; Allah demektir, bütün aşkınları aşan, hiçbir idrakin kavrayamayacağı mutlak belirsizliktir. Büyük şair Turgut Uyar bu şiirde o kuşatıcılığı anlatır diyerek kısa bir yorum yaptıktan sonra bu şiiri anlam bakımından da desteklen bir başka şiirdeydi sıra :
ÇOKLUK SENİNDİR
Özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir
özenle ne yapıyorsam bilirsin artık senindir
suya giden bir adam mesela omuzunu eğri tutsa
güneş su ve adamın omzundaki eğrilik senindir
ayağa kalkarsın, adına uygunsun ve haklısın
kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir
kararan dünya, yeni bir güle bir ateş parçasıdır
bir ateş parçasından arta kalan soylu karanlık senindir
bir deneyli geçmişi aldın geldin yeniyi güzel boyadın
ben bilirim sen de bil ilk aydınlık senindir
benim sevdiğim su senin suyunun öz kardeşidir
senin soyunun bıraktığı güçler artık senindir
çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi
her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir
senindir ey sonsuz veren ne varsa hayat gibi
tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir
ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın
aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir.
Turgut Uyar'ın Divan'ını mutlaka okuyorsunuz hatırlatmasından sonra en ünlü ve çok çağrışımlı olan bir başka şiire uğradı yolumuz. Bu şiirin daha ilk mısrası hayatı tanımlardı bana ve dağıtırdı her okuduğumda. Hocadan şiiri dinlerken beni başka dünyalara götüren uzun koridorlar açıldı her vurguda:
GEYİKLİ GECE
Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk
Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak
Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık
Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden
"Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli
Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor
Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır'da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında
Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mi diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı
Ama ne varsa geyikli gecede idiBir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk
"Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ay ışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben"
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
"Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum"
Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.
"Afiyet olsun" dilekleri ile çıktık öğle arasına. Hocanın elinde yine sert bir kahve, sigara... Öğrencilerle birlikte okulun kafeteryasında yemeğimizi yedik, başarısız bu yemekler dedi, bir kaç lokma aldıktan sonra. Çaylarımızı aldık, açık havaya çıktık.
Bugün “Bir güzel susmak geliyordu içimden” ve Hocayı dinliyordum pür dikkat; gerek yok dedi bunca dağılmaya, okumak lazım, daha da çok yaşamak, bak nasıl akıyor zaman, ömür kısa diyerek daldı uzaklara.
“Felsefeyi bir kelime ile tanımlamak gerekseydi, “…ölçüde” sanatıdır felsefe diyebilirdik. Tesadüfen “…ölçüde” diyen birini görürseniz, evet, düşünce doğuyor diyebilirsiniz. Düşünen ilk insan ”…ölçüde” diyendir. Niçin? “…ölçüde” kavram sanatıdır. “
Elimizde felsefeye giriş açısından önemli bir kitap var:20.yy. kıta felsefesinin önemli figürlerinden olan çağdaş Fransız düşünürü Gilles Deleuze (1925-1995) çalışmalarını daha çok batı felsefe tarihinin önemli düşünürlerine dair hazırladığı monografiler üzerinden geliştirmiştir. Vincenns’ de verdiği derslerin bant çözümlemeleri olan bu üç kitaplık seri (Leibniz-Kant-Spinoza) felsefenin üç temel noktasını teşkil eden bir çalışmadır. Derslerin tarih sırası değil içerikleri gözetilerek Ulus Baker tarafından çevrilmiş, Aliye Kovanlıkaya tarafından yayına hazırlanmış, Şubat 2008’de Kabalcı Yayınevi tarafından basılmıştır.
Bu kitabı okumaktan zevk aldığımı belirtmek isterim. Ara ara yorucu olsa da serinin diğer iki kitabını da okumayı düşünüyorum. Burada Etik isimli büyük bir külliyattan seçilmiş konular Deleuze’ nın perspektifinden verilmiş. Dolayısıyla iki tür okuma yapmak faydalı olacaktır. Birincisi, filozofu bir başka filozofun anlatımından okumak, Spinoza’ nın fiili bir imkan olarak sunduğu özgürleşme imkanını bu anlatımın içinden yakalamak, ikincisi; Deleuze’ nin Spinoza’ yla aramıza koymadığı mesafeyi metinle aramıza koyarak nispeten dışsal bir okumak yapmak.
Elbette eserin tamamına vakıf olmak daha iyi anlaşılmasına sebep olacaktır. Ama yine de akıcı bir uslupla Spinoza’yı hiç bilmeyen birinin de temel kavramları anlamasına vesile olacak bir kitap var elimizde, Deleuza’ nın arzusu felsefeyi sokaktaki insanın da anlayacağı bir pencereden sunmak olduğundan izahlar geniş tutulmuştur. Bu hususları kitaba bırakarak birkaç temel kavram üzerinden kitabı anlatmak istiyorum.
Şunu da ifade edelim: Felsefe tarihi üzerine çalışan Deleuze Spinoza’ya içten içe bir hayranlık besler ve ona filozofların en filozofu, en katıksızı, filozofların prensidir, der. Hatta filozofların İsa’sı ve en büyük filozoflar da ancak ve yalnızca bu gizeme yaklaşan veya uzaklaşan havarileridir Deleuze için. Bu nedenle kitabı okurken yazarın hayranlığı ve hayranlığının sonucu olanmesafesizlik hep akılda tutulmalıdır, der çevirmen.
Kısaca özetlemek gerekirse şu aktarımı yapmak faydalı olacaktır:
Aslında iyi ile kötünün, faydalının ve zararlının, yani tattığımız neşe ve kederin dışında Hayr ve Şer yoktur. Ama keder, şeyler hakkındaki ”uygun olmayan” bir bilgiden ayrılmaz. Şeylerin zorunluluğunu bilip tanıyan biri asla kederlenmez; yetkin olmak için dünyanın kendi keyiflerine uygun olması gerektiğini düşünenlerin yaptığı gibi gerçeğe kızmanın yeri yoktur. Gerçeği zorunluluğu ile tanıyan biri, görünüşte en korkunç bir gerçek söz konusu olsa bile, böylece bundan bir doyuma erişir.Hiç değilse ne olup bittiğinin biraz farkına varır. Özgür, yani aklın kılavuzluğunda yaşayan biri demek ki, hiçbir keder duymayacak ve hiçbir Hayr ve Şer kavramı oluşturmayacaktır. Ama bu elbette imkansızdır ve yalnızca ideal bir durumdur: Biz hayal gücümüze bağımlı kalırız ve varoluşumuzun bir kısmını gözler açık rüya görerek geçiririz.-SPİNOZA-
Bir filozof nihayetinde yalnızca mefhumlar icat eden biri olmakla kalmaz; belki algılama tarzları icat eder, diyerek başlıyor dersine Deleuze. Onu okumamış bile olsanız merak etmeyin, hikayeyi ben anlatacağım diyerek dinleyiciyi rahatlatıyor .
İdea: Temsil Edici Düşünme Tarzı
Duygu: Temsil Edici Olmayan Düşünme Tarzı
İdeanın bir biçimsel gerçekliği vardır; yani idea kendi başına bir şeydir. Bu biçimsel gerçeklik onun içsel karakteridir ve bu da onun kendinde kuşattığı gerçeklik veya yetkinlik derecesidir.
Duygu: Varolma Kuvveti veya Eyleme Kudretinin Sürekli Varyasyonu
Bir idea başka bir ideayı kovalar, bir idea başka bir ideanın yerini bir anda alır, bir süreklilik vardır ve bu Spinoza’ ya göre var olmak bu demektir.
Sahip olduğu idealara bağlı olarak herkeste eyleme kudretinin veya var olma kuvvetinin artması-azalması şeklinde bir sürekli varyasyon vardır.
Spinoza, duyguyla oluşan bu melodik sürekli varyasyon çizgisi üzerinde iki kutup tayin edecektir: Sevinç-üzüntü. Bunlar onun için temel tutkular olacaktır: Eyleme kudretinin azalışını içeren her tutku, her ne olursa olsun üzüntü, eyleme kudretimdeki artışı kuşatan her tutkuysa sevinç adını alacaktır.
Üç Tür İdea: Duygulanış, Mefhum, Öz
Duygulanış; bir cismin başka bir cismin eylemine maruz kaldığı durumdur.
Eğer bedenim böyle yapılmışsa, eğer bedenim bir parçalar sonsuzluğunu içeren belli bir hareket ve sükunet bağıntısıysa ne olur? İki şey olabilir: Sevdiğim bir şeyi yerim, ya da başka bir örnek, bir şeyi yerim ve zehirlenip yere yığılırım. Kelimesi kelimesine söylersek birinci durumda iyi bir karşılaşma, ötekindeyse kötü bir karşılaşma yapmışımdır. Kötü karşılaşmada bedenimin bağıntısını bozan bir bağıntı ile karşılaşmışımdır.
Spinoza diyordu ki, kötülüğün ne olduğunu söylemek, anlamak hiç de zor değil, kötülük kötü bir karşılaşmadır.Bedeninizle kötü bir şekilde karışan bir cisimle karşılaşmadır. Kötü bir şekilde karışmak ise tali bağıntılarımızdan ya da bileşen bağıntılarımızdan birinin tehdit edildiği, tehlikeye atıldığı ya da bozulduğu şartlarda ortaya çıkan karışmadır
Kötülük, kötü bir karşılaşmadır der. Bu bağlamda tanrıbilimin temel noktalarından olan “Ademi Yetkinlik Kuramı”na karşı çıkar ve Adem var olmuşsa, mutlak bir yetkinsizlik ve mutlak bir upuygunsuzluk tarzında var olmuştur. Oysa Hristiyan öğretiye göre, Adem günah işlemeden önce, olabildiğince yetkin yaratılmıştır. Sonra da tamamen düşüş öyküsü olan günah öyküsü anlatılır. Oysa Spinoza bu durumu ilk yasak yerine kötü karşılaşma, zehirlenme öyküsü olarak izah eder. O elma zehirlidir, bu nedenle yememesi söylenmiştir. Yemiş ve bağıntıları bozulmuştur. Burada Adem’in kabahati itaatsizlik değil hiçbir şey anlamamış olmasıdır, der.
Mefhum; Nedenin kavranmasına bağlı olarak upuygun(yazara ait bir kelimedir) olan düşünme tarzıdır.
Mesela zehirlendiğimde bu, arsenik cisminin benim bedenimin parçalarını, beni karakterize eden bağıntıdan başka bir bağıntıya geçmeye zorladığı anlamına gelir. O anda bedenimin parçaları, arsenikle tamamen birleşen, arseniğin dayattığı yeni bir bağıntıya girer; arsenik ise mutludur, benimle beslendiği için. Arsenik mutlu bir tutku yaşar, çünkü her cismin ruhu vardır. Ben ise üzgünüm, ölmek üzereyim. Yani burada mefhuma ulaşıyoruz.
Hasıl-ı kelam; tesadüfi karşılaşmalara bağlı olarak etki aldığımda ya üzüntü ya da sevinçle duygulanırım. Üzülünce eyleme kudretim azalır, sevinçte eyleme kudretim artar
Spinoza kendisini bağlamamak için hiçbir yerde ders vermemiş yaşadığı esnada hiçbir yayın yapmamıştır. Öğrencileri ile mektuplaşarak felsefe sorularına cevap vermiştir.
İşte bu sorulardan biri;“Aşağılık bir duyusal iştah tarafından yönlendirilmem ne demektir? Hakikaten aşıksam durum nedir?” Blyenbergh’in bu sorusuna Spinoza da Şu cevabı verir: Orada, içeride bir eylem veya daha doğrusu bir eylem eğilimi vardır: Mesela arzu. Aşağılık duyusal iştah tarafından güdüldüğümde bu bir şeyin arzusudur. Mesela kötü bir kadını arzuluyorum, daha da kötüsü bir çok kötü kadını arzuluyorum. Eylem her durumda erdemdir, bu eylem sevişmek bile olsa. Çünkü bedenimin yapabileceği bir şeydir, vücudumun kudreti dahilindedir. Ama eğer burada kalırsam aşkların en güzeli ile aşağılık duygusal iştahı ayırt edebilmek için elimde hiçbir araç kalmaz.
Aşağılık duygusal iştahın can sıkıcı nedeni aslında eylemimi ya da eylemin imgesini, bağıntısını bu eylem tarafından bozulan bir şeyin imgesiyle ilişkilendirmemdir. Diyelim evliyim, çift olma bağıntısını bozuyorum, bu nedenle rahatsızım ama bozmadan aldığım keyifle aşağılık duygusal iştaha yeniliyorum.
Aşkların en güzelinde ise tam tersi bir durum söz konusu; Eylemim tam olarak aynı. Fiziksel eylemim, bedensel eylemim, eylemimin bağıntısıyla doğrudan bileşen bir bağıntıya sahip olan şeyin imgesine bağlanıyor. Aşkla birleşen iki birey, her ikisine de parçaları olarak sahip olan tek bir birey oluşturur. Aşağılık bir şekilde duyusal olan aşkta ise, biri ötekini bozar, öteki berikini bozar, yani tam bir bağıntıların bozulması sürecidir.
Ama her zaman şu noktaya çarpıp kalıyoruz: “Eyleminizin bağlanacağı şeyin imgesini nihai olarak siz seçmiyorsunuz. Burada sizin elinizde olmayan bir sürü neden ve etki işe karışır. Bu aşağılık duygusal aşkın sizi teslim almasını sağlayan nedir? Şunu asla diyemezsiniz: Ha, başka türlü de yapabilirdim.
Spinoza iradeye inananlardan değildir, onun felsefesi şeylerin imgelerini eylemlerle ilişkilendiren tam bir determinizmdir. O zaman şu formül çok tedirginlik verici hale gelir: Sahip olduğum duygulanışlara bağlı olarak ne kadar olabilirsem o kadar yetkinimdir, mümkün olduğu kadar kudretim yettiği kadar yetkinimdir.”
Duygulanış; bir şeyin imgesinin benim üzerimdeki anlık etkisidir. Mesela algılar duygulanıştır. Örneğin karanlık bir odadayım meditasyon yapıyorum, tam bir şey yakalayacakken öküzün biri(affınıza sığınarak bu tabirleri aynen kitapta geçmesi hasebiyle kullanıyorum) gelip ışığı yakıyor. Fikri kaçırdınız, kızgınsınız, ondan nefret ediyorsunuz, çok uzun sürmese bile nefret ediyorsunuz. Bu durumda aydınlık hale geliş size kudretinizin azalması sonucunu getirdi. Kuşkusuz karanlıkta gözlüğünüzü arıyor olsaydınız, size kudret artışı getirmiş olacaktı. Bu durumda ışığı yakan kişiye teşekkür ederim, seni seviyorum diyecektiniz.
Yani her duygulanış anlıktır. İçinde olduğum andakine bağlı olarak ne kadar olabilirsem o kadar yetkinim. Anlık özün aidiyet küresi işte budur. Bu anlamda ne iyi ne kötü vardır. Ama öte taraftan anlık hal her zaman bir kudret artışı veya azalışı kuşatır. Ve bu anlamda iyi ve kötü vardır.
Nefret etmek; sizi bozmakla tehdit eden şeyi bozmak istemektir. Üzüntü nefret doğurur. Ama nefret sevinç de doğurur. Nefretin sevinçleri nelerdir? Kötü kalpliyseniz, kalbinizin üzüntü sevinçleri ile ferahlayacağına inanarak kendinizi iyi hissedebilirsiniz. Ama hareket noktanız üzüntü lekesi olarak kaldığı sürece sevinçleriniz hep telafi sevinci olarak kalacaktır. Nefret adamı, hınç adamı başta üzüntü tarafından zehirlenmiş kişidir. Sonuçta böyle bir kişi sevinçlerini üzüntüden başka şeyden türetemez hale gelir. Bunların hepsi acınacak sevinçlerdir.
Rastlama, karşılaşma kavramlarına geri dönersek; pek görmek istemediğim biri odaya giriyor, kendi kendime diyorum ki yandık, bende bir tür kuşatma ortaya çıkıyor. Kudretimin bir kısmı bu nesnenin bana uymayan nesnenin üzerimdeki etkisiyle baş etmeye tahvil ediliyor, yatırılıyor, ayrılıyor. Şeyin üzerimdeki etkisini kuşatıyorum, kudretimin bir kısmını şeyin bende bıraktığı izi kuşatmaya hasrediyorum. Niçin? Kuşkusuz onu dışarıda bırakmak, belli bir mesafede tutmak, defetmek için. Sonuçta kudretim azalmış hareketsiz kılınmış, sabitlenmiştir. Bu az kudretim olduğu anlamına gelmez, ama etki ile eksilmektedir. Spinoza der ki, kayıp zaman gibi, bu durumda kudretimin belli bir kısmı sabitlenmiştir. Bu bir tür kasılma halidir, kudretin kasılıp, donup kalmasıdır; kötüye doğru gittiği ölçüde, zaman kaybı, kayıp zamandır.
Sevinçle işler çok ilgi çekicidir. Spinoza’ nın sunduğu şekliyle sevinç deneyimi: Mesela bana uyan bir şeyle karşılaşıyorum. Sözgelimi müzik. İç burkucu sesler vardır. Her şeyi daha karışık hale getiren şey ise, bu iç burkucu sesleri harikulade ve ahenkli bulan insanların olmasıdır. Ama hayatın sevincini getiren de işte böyle bir şeydir; yani sevgi ve nefret bağıntıları… Çünkü bu iç burkucu sese karşı nefretim, bu sesi seven herkese yayılma eğilimi gösterir, onlar da iç burkar hale gelir. O zaman evime dönerim, bana meydan okuma gibi gelen bu sesler kulağımdadır. Tüm bağıntılarımı hakikaten bozan bu sesler kafama girer, karnıma girer… Kudretimin bir kısmı bana nüfuz eden bu sesleri uzak tutmaya çalışırken sessizliğe ulaşırım ve sevdiğim bir müziği koyarım; her şey değişir. Sevdiğim müzik nedir? Benim oranlarımla bileşebilen ses bağıntıları demektir. Ve düşünün ki, tam o anda pikabım bozuluyor, nefret ediyorum.
Ama sevdiğim müziği dinlerken kudretim artıyor. Yani üzüntüdeki gibi kudretimin bir kısmı kasılmıyor. Çünkü bağıntılar birleştiğinde bağıntıları birleşen iki şey bir üst birey oluşturur, onları içine alan onları parçaları halinde kendinde bulunduran üçüncü bir birey. O zaman kudretimin artma ve genişleme halinde olduğunu söylerim. Bu örneklerin ele alınmasının sebebini Deleuze şöyle ifade eder: Nietzsche’nin affect dediği şey, Spinoza’nın affectus dediği şeyle tam tam aynıdır. İşte bu bakımdan Nietzsche tam bir Spinozacıdır, yani kudretin azalması ve artması bakımından.
Üzüntü ekip biçen insanlar vardır. Öyle kudretsiz insanlardır ki, işte tehlikeli olanlar bunlardır. Gücü, iktidarı ele geçirirler ve devamı için üzüntüye ihtiyaç duyarlar. Kölelerden başkası üzerinde hakimiyet kuramazlar ve kölelik tam anlamıyla kudretin azalması rejimidir. Nefret edecek kimse bulamazsanız kendinizden nefret edin, üzüntüden geçmezseniz faydalı olamazsınız derler. Spinoza için bu lanet olası bir durumdur.
Üzüntüler hep olacaktır. Mesele var olup olmamaları değil, mesele onlara verdiğimiz değerdir, onlara atfettiğimiz itibardır. O ölçüde sorunu kuşatmak için kudretinizden kaybedeceksinizdir. O halde mutlu bir sevgide, sevinçli bir aşkta ne olup biter? Burada ötekinin bağıntılarının azami çoğunluyla, kendi bağıntılarınızın azami çoğunluğunu birleştiriyorsunuz; cisimsel, algısal her türden. Ve icat etme hiçbir zaman durmaz, bizim bağıntılarımızdan meydana gelen üçüncü birey önceden yoktur, her seferinde yeniden icat ederim. Bu nedenle bağıntılara dair size uygun adam ya da kadını bulacak bilimsel bilgiye haiz değiliz. El yordamıyla ilerlenir, körlemesine. Bazen yürür bazen yürümez. Asla yürümeyeceğini söyleyen insanlar vardır, işte bunlar üzüntü insanlarıdır.
Size uymayan bir şeyi hiçbir şekilde yapmayın. Bu yeni bir bulgu değildir, şunu yapmanız gerekir şeklinde bir ahlakçılık da değildir, herhangi bir şey yapmak gerekmiyor, kendi yolunu bulmak gerekiyor. Yani çekilmek değil, bir parçası olarak dahil olabileceğim daha üst bireylikleri icat etmem gerekiyor, çünkü bu bireylikler daha önceden yok.
Öz ezeli- ebedidir. Siz bir kudret derecesisiniz. Yani, Tanrı kudretinden bir pay, parçasınız. Kudret niceliğine de her zaman YEĞİNLİK adı verilmiştir. “Kudret parçası” bir uzamlı parça değildir, açık bir şekilde bir yeğin parçadır. Biri ötekinin içinde ama merkezleri aynı olmayan iki çember gibi.
Spinoza insanın doğasına ait hiçbir şey olmadığını düşünmektedir. O her şeyi oluşa bağlı olarak düşünen bir filozoftur. Ancak akıllı, özgür gibi şeylerin bir anlamı varsa bu ancak bir oluş sürecinin sonucudur. Bu daha şimdiden yepyeni bir durumdur. Dünyaya atılmış olmak tam anlamıyla her an beni çözüp dağıtabilecek bir şeyle karşılaşma riski taşımak demektir.
Spinoza aforoz edilmiş bir yahudidir.Etik’in birinci kitabı, Tanrı’ya dair başlığını taşır.
Ateizm bir bakıma hiçbir zaman dinin dışında olmamıştır: Ateizm din çalışan sanatçı kudretidir. Tanrıyla her şeye izin vardır. Felsefe için de aynı şeyin geçerli olduğuna dair kuvvetli bir hissim var. Filozoflar bize Tanrı’dan o kadar çok bahsettilerse, tabi ki iyi Hristiyanlar, inançlı kişiler olabilirler, bunun güçlü bir eğlenceli tarafı da olmalıdır. Bu inançsızlığın getirdiği bir eğlence değildir, yapmakta oldukları çalışmadan duydukları sevinçtir. Ve nasıl ki Tanrı ve İsa resim sanatının çizgileri renkleri ve hareketleri benzerlik zorlamasından özgürleştirmesi için olağanüstü vesileler oldularsa aynı şekilde felsefe için de Tanrı ve Tanrı teması, felsefede yaratımın nesnesi olan şeyi, yani kavramları, kendilerine dayatılan zorlamadan; yani kısaca söylersek şeylerin temsili olma zorlamasından özgürleştirmek için yeri doldurulmaz bir vesile olmuştur. Kavramın özgürleşmesi Tanrı düzeyinde olmuştur, çünkü artık herhangi bir şeyi temsil etmek görevi yoktur.
Spinoza’nın Etik’in birinci kitabında Tanrı diye adlandırdığı şey dünyanın en tuhaf şeyi olacaktır. Tüm bu olanakların toplamını bir araya getirdiği ölçüde Tanrı kavramı olabilecektir.
Etik, Deleuze’ ye göre spekülatif ya da teorik önerme adını verebileceğimiz büyük bir ilkönerme üzerine inşa edilmiştir: Mutlak olarak sonsuz, yani bütün sıfatlara sahip olan bir töz vardır; yaratılmış denen şeyler de yaratılmış değildir; bu tözün tarzları veya var olma halidir. Demek ki tüm sıfatlara sahip ve ürünleri var olma tarzı veya hali olan tek bir töz var. Bunlar tüm sıfatlara sahip tözün var olma tarzıysa, bu tarz tözün sıfatlarında var olur, sıfatlarda bulunur. Bu sıfatlar arasında hiyerarşi de yoktur.
“Aklın kılavuzluğunda yaşayan biri için acıma kendi başına kötü ve faydasızdır.”
İyi bir toplum; insanın özünün içinde gerçekleşebileceği bir toplumdur, der.
Klasik bilge neyi hedefler? Özün ne olduğunu belirlemeyi hedefler. Buradan tüm pratik görevler türeyecektir. İşte bilge kişinin siyasi hedefi budur.
Spinoza, Hobbes’u çok okumuştur. Düşünce aleminde skandallar yaratan bir düşünürdür Hobbes. Şeyler özle tanımlanmaz, kudretle tanımlanır. Buna bağlı olarak doğal hak şeyin özüne uyan değil, şeyin yapabilecekleridir. Bir şeyin hayvan olsun, insan olsun, hakkı yapabileceği şeydir. Büyük balık küçük balığı yutar, bu onun hakkıdır. Aslında herkes bunu biliyordu ama söylemiyordu, Hobbes geldi ve bu önermeyi sesli söyledi.
Sonuçta; varlıklar özleriyle değil kudretleriyle tanımlanır, formülüne ulaşırlar…
Acımayla herkes kaybeder, çünkü herkes başkalarının kederli halini görerek kederlenir. Bu kuşkusuz doğal bir duygumuzdur, ama onu ahlaki bir buyruğa dönüştürmemek gerekir; çünkü bu köleleştirici ahlak herkesi güçsüz kılmaya eğilim gösterir. Başkalarına gerçekten yardımcı olmak isteyen birinin onlara biraz daha güç kazandırmaya, özerklik vermeye çalışması, onlara acıyıp durmasından daha iyi değil mi? Komşusunun yardımına kadınsı bir acımayla, tarafgirlik veya hurafecilikle değil, yalnızca aklın kılavuzluğunda koşmak mümkündür.
Her bireyin sonsuz sayıda uzamlı parçası vardır. Yani bileşik olmayan birey yoktur. Basit bir birey Spinoza için tümüyle anlamdan yoksun bir mefhumdur.
Bu noktada Gueroult’ la beraber bazı farklar belirtseler de insanın uzamlı parçaları arasında diferansiyel bağıntı olduğunu vurgularlar. 17. yy. ikinci yarısında bir çok filozof bu noktadaydı ve çoğu da felsefe yanında birer matematik bilginiydi.
Ölmek; artık parçalarım yok demektir ve bu sıkıcı bir şeydir. Bana ait olan parçalar artık bana ait olmaktan çıkar. Kurtları besler, böylece başka bir bağıntıya girer. Zaten tüm parçalar öze aittir. Ölümle etkili kılınan şey bağıntının etkili kılınmasıdır, kendisi değil.
Spinoza soruyu o kadar açık ve kesin bir şekilde sordurur ki, kendi kendimize işte cevap bu deriz ve cevabı gerçekten bulmuş olduğumuz izlenimine kapılırız. Size bu izlenimi verenler yalnızca büyük yazarlardır. Her şeyi tamamladıkları zaman dururlar, ama hayır, söylemeden bıraktıkları küçük bir şey vardır. Onu bulmak durumundasınızdır ve kendinize şunu dersiniz: Bulmak durumundaydım, buldum.
Spinoza bir pozitivisttir, çünkü ifadeyle işareti karşı karşıya getirir.
Spinoza TANRIBİLİMSEL SİYASİ ÇALIŞMASI’ nın çok güzel bir sayfasında şöyle ifade ediyor: Hiçbir zamana devredilemeyecek tek bir özgürlük vardır, o da düşünme özgürlüğüdür. Eğer sembolik bir alan varsa bu buyruğun, emrin ve boyun eğişin alanıdır. Bu işaretlerin alanıdır. Bilginin alanı bağıntıların, başka bir deyişle teksesli ifadelerin alanıdır.
Her yazarı, düşünürü kendi kaleminden okumak önemlidir. Umarım bu çalışma Spinoza hakkında az çok bir fikir vermiştir . Umarım, bizi filozofun dünyasına taşıyacak bir köprü olmayı başararak, hakikatiarama yolculuğunda sorularımıza ve cevaplarımıza bir ışık olur.
Herkese hayırlı kandiller...Güzel bir kitap var bugün elimde...Herkese şiddetle tavsiye edeceğim bu güzel kitabı edinip okuduğunuzda Kainat kitabının canlı bir anlatıcısı olan Peygamber Efendimiz'e (sav) olan aşkınız artacak, enfes yazılar ve şiir derlemesi olan bu kitap Sadık Yalsızuçanlar'ca hazırlanıp bize yollanmış bir mektup gibi...
İŞTE ARKA KAPAK YAZISI:
O, dünyanın ve varlığın gözbebeğidir.
Kâinat ağacının meyvesidir.
O, hem kâmil hem kadim insandır.
Rahman suretinde yaratılan insanı ve insanlığı temsil eder.
O, ilk insanlıktır, insanın kadim halidir.
Beşerdir evet, ama bizim gibi değildir.
O, yetimdir. O’nun sahibi, mürebbii, Rabbi’dir. O’nu O terbiye etmiştir.
Söz, o’nunla güzelleşir.
O’ndan söz eden, o’nu söyleyen bu konuşmalar da o’nun nuru ve hakikati çevresinde gelişti.
Abuzer Akbıyık, Cemalnur Sargut, Mahmut Erol Kılıç, Rabia Christine Brodbeck, Raşit Küçük, Seyyit Erkal ve Tuğrul İnançer, “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” haberine mazhar, Fahr-i Kainat, Habibullah, “Adı Güzel, Kendi Güzel Muhammed (sav)” için bir araya geldi.
“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım”
Hz Muhammed (sav)’in pek çok sıfatı vardır. O, sıfatların şahikasını, zirvesini yaşamıştır. Çok şefkatli bir baba, çok sevgili bir eş, çok muktedir bir kumandan, çok ince görüşlü bir diplomattır. Hz Muhammed (sav)’in Mekke’de doğmuş, Abdullah oğlu Muhammed (sav) şeklinde bedenlenen varlığının içinde bir de ölümsüz hakikati vardır. Bu gözle bakıldığında Hz Peygamber Efendimiz bütün insanlığın atasıdır, tasavvuf diliyle insan-i hakikidir, asli insandır. Ve o ölümsüz hitaba, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” haberine mazhar olandır. Sadık Yalsızuçanlar’ın yayına hazırladığı kitapta Nur-u Muhammedi, Hakikat-i Muhammediyye, Hakikat-i Ahmediyye, Habibullah gibi yüce kavramlar, marifet ve aşk ehlinin dilinden yansıyor.
VE BİR ŞİİR...GÜNÜN ANLAM VE ÖNEMİNE BİNAEN:))
DİL HANESİ PÜR NUR OLUR
Dil hanesi pür nur olur,
Envar-ı Zikrullah ile.
İklim-i dil ma’mur olur,
Mi’mar-i Zikrullah ile.
Her müşgil iş asan olur,
Derd-i dile derman olur,
Canın içinde can olur,
Esrar-ı Zikrullah ile
Gamgin gönüller şad olur
Dem-besteler azad olur
Gümgeşteler irşad olur
Asar-ı Zikrullah ile.
Zikreyle Hak’kı her nefes
Allah bes, baki heves..
kes gayriden ümidi kes!
Tekrar-ı Zikrullah ile.
Gör ehli halin fırkasın.
Çak etti ceyb-i hırkasın,
Devr eyle Zikrin halkasın;
Pergar-ı Zikrullah ile.
Terk et cihan arayişin
Nefsin gider alayişin
Bul can-ı dil asayişin
Efkar-ı Zikrullah ile
Dilhanesi pür nur olur ilahisi eşliğinde herkese hayırlı kandiller...En yakınlarımızdan başlayıp tüm insanlık için dua edelim bu gece...Dualarınızda unutulmamak dileğiyle...
"Ben’i arayan Beni bulur. Ben’i bulan, Ben’i tanır ve bilir. Ben’i bilen Ben’i sever. Ben, Ben’i sevene aşık olurum. Ben, aşık olduğumu öldürürüm. Benim öldürdüğümün diyetini ödemek yine Bana düşer. Ben’im öldürdüğümün diyeti ise, bizzat Ben’im.’
Tanımı hatırlayalım : ‘Aşk, en az üç saat en çok üç yıl süresi olan, insanın fizyolojik doğasını sarsacak denli ruhsal bir değişimi içeren, ben’den, ben’likten vazgeçildiği, öteki’nde yokolunduğu, öteki bilincinin hem en ünsiyetli hem de en vahşi biçimde üretildiği, üzerinde en çok konuşulan ama en az tanınan, belirtileri ve sonuçları en çok bilinmesine karşın doğası hala en çok gizemli olan bir haldir.’ Varlığın pek çok görünümünü yansıtan bir hal. İnsanın ve eşyanın bir hali.
Aşk insanın hallerinden bir haldir ve aşkın halleri de, insanın hala kavramak için uğraştığı birer muammadır.
el-Vedud’dan, er-Rahman’dan ve er-Rahim’den süzülen feyzin bir belirtisi.
İnsanın sahiplik dürtüsünün bir yansıması.
Ben’liğin kaptırıldığı bir tuzak.
Ben’likten vazgeçmenin bir yordamı.
Çoğalmanın bir yolu.
Bir varolma biçimi, kendini gerçekleştirme şekli. Bir tutku savaşı. Bir duygular sağanağı. Bir hazlar deryası. Bir tutkular kuyusu. Bir engeller koşusu. Bir aşkınlaşma vasıtası. Bir küçülerek büyüme savaşı. Bir varetme cehdi. Bir yokolma çabası. Bir yok ederek varolma kavgası. Bir varlığın yokluktan geçtiği iddiası. Bir mutlu ederek mutlu olma sinsiliği.
Bir ene cengi. Bir varederek varolma muharebesi. Bir sarhoşluk. Bir karışarak durulaşma. Bir nefis tezkiyesi yöntemi. Bir manevi güçlenme ve yücelme merdiveni. Bir alçalma ve barbarlaşma Bir yitirerek bulma oyunu. Bir varlık yokluk muhasebesi imkanı. Bir diğergamlık acısı. Bir ruh sızısı. Bir kabararak dinginleşme gayreti. Bir gayr edinme ve gayrı tanıma ve gayrı üretme yolu. Bir sonsuzluk iştiyakı…Bir bir…
Bu birler aslında çokluğun kaynağı olan birliğin yansımasından başka bir şey değildir. Ve varlığa ilişkin soru soran herkesin rahatlıkla sorabileceği ve kendi ruhsal tecrübelerinin ışığında kimi zaman aydın kimi zaman loş kimi zamansa alacakaranlık cevaplarını bulabileceği bir hali işaret eder.
Allah sever ve her türden sevginin kaynağıdır.
Allah güzeldir ve tüm güzelliklerin menşeidir.
Aşk, sevgi, cinsel tutku, ilgi, eğilim, arzu, haz, zevk, keyf, iştiyak, birleşme, bütünleşme, çoğalma, ayrılma, savrulma, teklik, tenhalık, yalnızlık, beraberlik hemen tüm hallerin kaynağı Allah’ın bu isim ve sıfatlarıdır.
Aşk da insanın Allah’ın bağışladığı bir varlığıdır. Bir varlıktır çünkü, aşkla insan, varolandan zihnini sıyırma ve varlık’a yönelme imkanları bulabilir. Aşk, insanın yaşadığı olağan alemden olağanüstü aleme geçişi sağlar. Bu sağlama, aynı zamanda, insanın kendiliğini ve kendiliğinin kaynağını farketme yönünde yapılan bir sağlamadır. Bunu insan ister veya istemez. Bir kuyuya düşer bir dağa çıkar gibi ansızın, farkında olmaksızın, başına bir yıldırım düşmüşcesine veya bir rüyada sanki gerçeğin görünümleri bağışlanmışcasına yaşar. Aşkın, cinsle, cinsiyetle, makam mevkiiyle, kültürle, toplumla, işle aşla o kadar ilgisi yoktur kanımca. Bu aşkın hem bir yokoluş hem de altında en iddialı varoluşu taşıyan bir yokediş oluşundandır ki bunun da cinsiyetle milliyetle vs. bir ilgisi olmaz. Olmaz çünkü aşk, olunmazı olduran veya oldurma telaşında olan bir şeydir. Aşkta ben’likten vazgeçme gibi, insanın yapabileceği en fedakar eylem gizlidir.
Aşık olunca insanlar ben’liklerini çalarlar birbirinin. Kadın erkeğin erkek kadının varlığını alır. Böylece karşılıklı veririrler. Verme tüm anlamlarıyladır ve aslında ben’likten geçme diye adlandırılabilir. İnsan aşk dışında hangi hallerde benliğini verebilir öteki’ne. Burada öteki’nin benliğini istediğine göre, bu gerçekte fedakarlık sayılır mı?
‘Al aşkını ver beni’ diyen, daha önce, ‘ver aşkını al beni’ demiştir.
Yani aşık, aşkını verirken karşısındakinin benliğini almış, benliğini vererek de aşkını çalmıştır. Aşk çalınan bir şey değildir ama benlik de öyle kolay verilebilen bir şey değildir.
Kadınla erkeğin-eşcinsel aşkın patolojik olduğunu düşünüyorum-birbirini çekmesi ve birleşmesi her zaman aşk değildir lakin aşkın düzeylerindendir.
Aşk da sanat gibi insanla Allah arasında bir sırdır.
Sırların sırrına doğru insanı hareketlendiren bir ateştir.
Ateş olunca düştüğünü yakar aşk.
Yakınca öteki’ne yöneltir ve yöneltince sonunda mutlaka birleşme arzusuyla veya birleşmeden birleşme umudunu yok ederek dolayısıyla birleşme hazzını tersine çevirerek ayırır ve o dolayımdan geçen insan, varlığının anlamını kavrama yolunda bir sıçrama yaşar.
Bu sıçramalar aşk gibi insana uğrayan başka belalarla da gerçekleşebilir.
Bu yüzden bela-yı aşk der şair ve aşkı bir bela yani hem bir sınav hem bir ağırlık hem de bir ‘evet’ olarak görür.
Aşk beladır. Çarptığı insanı paramparça eder. Sınavdır, paramparça olan varlık kendini yeniden kurmakla karşı karşıyadır. Ağırlıktır, dünyanın ağırlıklarından daha ağırdır veya dünyanın en büyük ağırlığıdır, ağırlıklara karşı hafifleyebilmenin bir yoludur.
Evet’tir, insan acı çekmeksizin ben’liğin buyurucu boyunduruğundan başka türlü nasıl kurtulabilir veya uzaklaşabilir?
Evet, insanın özünden gelen ve insanı özüne yeniden çağıran, O’na yönelten, yolunu doğrultan bir bağıştır.
Aşk, hem bağışlama hem de bağışlanmanın yeridir.
Aşk bir yerdir ve yerleşenlere yersiz/yurtsuzluğu öğretir.
Yerin göğün Sahibi ortadayken, insan nasıl bir yerden veya yersizlikten sözedebilir?
İşte aşk, bunu öğretendir.
Aşk bir öğretmendir. Güzellik’le Aşk’ın öğretmeni gibi Cünun’dur yani çılgınlıktır.
İnsan çılgın bir varlığa sahiptir ve gerçekte hiçbirşeye sahip olamadığını bilebilmesi için çılgınlaşması gerekendir, çılgınlaşarak çılgınlığın yıkımlarından kurtulabilendir.
Aşk bize yetinmeyi öğretir.
Aşk gelicek cümle kusurlar biter miydi o dize?
Aşksız insanın tembelliği içinde, divan’dan o dizeye bakmadan diyebilirim ki, aşk kusursuzluk arayışının adıdır.İnsan kendisi için sever ama öteki için özverir.
Bu çelişik hali en iyi açıklayan en kullanışlı iddia sanırım, aşkın gelince ben’liğin gidişidir. Benliğini ödünç vermez aşık. Benliğinden sıyrılır. Bu sıyrılmanın ne olduğunu bilmiyorum. Benlik zaten kendilik değil mi? İnsanın kendisi deyince benliğini kastetmiyor muyuz?
O halde nefis de neyinnesi oluyor? Nefs’e kalp de denildiğini hatırlıyoruz. Bu unuttuğumuz hali bize aşk hatırlatabilir mi? Kadın erkekteki erkek kadındaki varlığını geri istiyor diyenlere ne diyeceğiz? Kadın erkekteki çocuğunu almak için ona yaklaşıyor diyene. Bütün bunlara birşeyler denebilir. Ama ister kendi ister nefis ister benlik ister kalp/gönül ister vicdan ister ruh ister başka bir ad ne denirse densin, insan aşk merdivenine tırmanmaya başlayınca veya aşk kanadıyla ansızın yükselince/uçunca bir şeyden vazgeçiyor. Bunu dileyerek yapmıyor çünkü isteyerek aşık olmuyor.
Aşk gibi bir sıçramayı bir hamleyi bir boşluğa fırlamayı bir yücelmeyi iradesiyle yapmıyor. Aşk düşüyor insana aşk uğruyor ve onu türlü hallere uğratıyor. Böyle olunca insan en tuhaf yanlarıyla beliriveriyor. Aşk insanı eklerinden soyuyor ansızın, onu yalınlaştırıyor. Yalınlaşan insanın hem asli doğasının işaretleri, hem de en ‘çirkin’ yanları görünüyor. Adem’in ansızın çıplaklığını hissedişi gibi bir şey. Aşk insanı indirmiyor ama indirilmiş olduğuna bir ayna tutarak çocukluğun çıplaklığıyla karşılaştırıyor.
Sonra aşk uğradığı yeri yer olmaktan çıkarıyor ve yuvasını yıkan yavaş yavaş yeniden kuran bir belirleyen olarak acıtıyor. Bu acıtma, insanın yaşadığı acıların tümünden fazla. İnsan kendi doğasının sınırlarını ancak aşkla farkediyor. Aşk, ölümden de güçlü bir şeydir bu bakımdan. Ölüme karşı insanın dayanması, aşk acısıyla mümkün olabiliyor. İnsan ölümün de kalımın da aslında aşkla olduğunu aşktan geldiğini ve aşkın bizatihi kendisi olduğunu ölmeden ancak aşkla anlayabiliyor. Aşkla vazgeçiyor, aşkla kendisini görüyor, aşkla öteki’nin meşruiyetini tanıyor, aşkla öteki’yle ilişkisini nasıl yoluna koyabileceği sorunuyla yüzleşiyor, aşkla korku ve umudun mahiyetini anlıyor, aşkla hayran oluyor ve hayret düzeyine geçiyor, aşkla varlık’ın sesi olduğunu hissediyor, aşkla bu sese kulak vermesi gerektiğini görüyor ve aşkla bu sesin sırlarını öğreniyor, aşkla varolanla münasebetini tayin etmeye başlıyor. Aşkla insan kandan ve zulümden kaçıyor. Ama bu onu arı duru bir hale getirmekle yetiniyor. Yalınlaşan insanın bu halini koruması, ekler edinmemesi çoğu zaman imkansız olduğundan her an, doğasındaki olumsuz kutba yeniden dönmesi hatta bunu aşk aracılığıyla gerçekleştirmesi, kaniçici ve zalim bir varlık olarak, yaşamının en büyük barbarlıklarını ortaya getirmesi mümkün ve muhtemel olabiliyor.
İşte tam da burada, öteki’nin düşmana dönüşerek, bir geçiş ve aşkınlaşma süreci ve aracı olmaktan çıkıp, bir hedef ve işkence nesnesi haline gelmesi durumunda, insan dişlerini ve tırnaklarını çıkararak saldırabiliyor. Burada aşkın, insanın tüm hallerini en görkemli biçimde dışavuran bir ışık olduğunu söyleyebiliyorum. İnsanda öteki bilinci aşk aracılığıyla bir sarsıntıyla birlikte oluşur. Burada gayr’ın, Gayyur sıfatından gelen sarahatini bulmak da mümkündür, gayr’ı bir put olarak üretip Allah’ın gayretine dokunmak suretiyle tıpkı pervane gibi kendisini ateşlerde yakmak da. Ateşlerde yanmayana pervane denilmez. Onun doğası gerektirir bunu ama aşık, ateşe koşarken suya gittiğini sanacak kadar sersemdir de. Bu sersemliği hem sarhoşluk hem de aptallığı içerir biçimde kullanıyorum. Böylece, aşkın insanı hem sarhoş edici hem de aptallaştırıcı etkisinden söz etmiş oluyorum. Sarhoş eder çünkü insan, benliğinden vazgeçmiş ve bir bulut gibi kendini kaybetmiştir. Aptallaştırır çünkü benliğinden vazgeçerken insan aynı zamanda aklını da iptal eder. Akılsızlık değildir bu. Akıldan kalbin alanına geçmek, kalbi aklı keşfetmektir. Çünkü kalbin, aklın anlayamadığı nice akılları vardır. Bunu ancak aşkla anlarız. Aşkla ve ölümle. Ölümle anlaşılan şey anlaşılmamıştır ama ölüm gibi güçlü acıları tadan insan da bir bakıma ölmüştür. Ölmeden önce insan sürekli ölüp ölür dirilir. Gerçek ölüm, hayatın gerçeğinin açılması, perdenin aralanmasıdır. Gerçek dirim de ölümün bu mecazi gücünü yitirmesiyle beliren haldir. İnsan, ölüm gibi güçlü bir acıyı, yani ayrılığı aşkla tanır. Ayrılık, her türüyle, aşktan daha güçlü bir ıstırap olarak, bize, yalnızlığı tanıtır. Yalnızlığı tanımaya başladıkça yalnız olmadığımızı anlamaya da başlarız. Allah nasıl elif’le hatta nokta’yla simgeleniyorsa, insan da elif’in gizine erdikçe yani yalnızlığı tanıdıkça, benliğin de tıpkı elif gibi bir bütün olabilmenin mecazi gücü olduğunu da derketmenin eşiğine gelmiştir.
Yani tüm harfleri mündemiş elif haline gelmek, giderek noktaya dönüşmek. Azalarak büyümek. Yokolarak varolmak. Hiçleşerek hep haline gelmek. Bütün bunlar, acıyı kendimiz yaşadığımızda, öteki’ne acı vermediğimizde gerçekleşir zannındayım. Yoksa ahlaki bir gerilime neden olacak biçimde, aşkı, aşığı olduğumuz için bir musibet ortamına dönüştürdüğümüzde, yani yüreğimize ekilen o merhamet tohumunu benliğin alt düzeylerinden gelen pis suyla sulayarak çürütmeye başladığımızda, aşk yaşantısını, aşkın doğasına ihanet eder biçimde gerçekleştirdiğimizde yokolarak varolmaktan ziyade sadece yoketmek ve yokolmakla karşı karşıya geliriz. Böylece benliğini veren aşkını almış ardından benliğini de alarak aşkını geri veremediğinden başladığı noktaya geri dönmüştür. İnsan geri döndüğünde kalmayacağına göre, aslında başlangıçtaki yerden gerilere itilmiş ve sonuçta aşkın aşkınlaştırıcı işlevinden uzak kalmıştır. İnsanın geri dönüşüyle birlikte, nereden başlayacağını bilemediği, loş, belirsiz hatta varlık bakımından netameli bir yere yani yersizliğe uğraması halinde yine elinden ya aşk veya aşk gibi güçlü bir acının tutabileceğini de söyleyebiliriz. Aşktan güçlü olan ayrılıktır, ölümdür ve ölüm de bir kavuşma olduğundan aslında insan hiçbir zaman ayrılmamaktadır. Ayrılığı bu bakımdan, kendi asli doğasının merkezinden ayrılması olarak düşünebiliriz.
İnsanın merkezi kalptir. Bu yani selim kalp aynı zamanda insandaki ilahi merkezdir. İnsan aşkla buraya doğru hareketlenmektedir. Merkeze doğru ilerleyen ve bunu ancak acı çekerek yapabilen insan, acıyı bal eyleyen bir hidayet yağmuruyla yıkanma şansına erdiğinde sessizliğe gömülmeye başlar. Sessizlik ve durgunluk, asli dilimizde sekinet denilen manevi halin ilk basamaklarıdır. İnsan bir yandan fırtınaya tutulan ve dalgaları gittikçe büyüyen, kabaran bir denizdir bu yolculukta bir yandan da kabardıkça içi durulan, ağırlaşan, sakinleşen ve sessizleşen bir göldür. İnsanın merkeze doğru hareketlenmesiyle acıları da büyüyecek ve acının acı olmaktan çıktığı o sabit noktaya yaklaşacaktır. Bu süreci yaşama yönünde kendi çabasıyla Allah’ın inayeti buluşan şanslı kulun, öteki’ne acı verme ihtimalleri de birer birer azalır ve nihayet yok olur. Aşkın kanlı ve kirli bir savaşa dönüştüğü yaşantılarda, iki birey, nefsin aşağılık düzeylerinde takılıp kalmıştır. Acılar, demirin ateşte eriyişi gibi benliği yumuşatır ve insanı yok ederek yeniden yapar. Acılardan egosuna kaçan kişiyi ise, oradan en kalleş silahları kuşanmış olarak yeniden sipere dönmüş görürüz. Artık bir savaş oyununa dönüşmüştür aşk ve aşk adını hak etmeyen, adına ne denirse densin sonuçta bir ahlaksızlığa inkılab etmiştir. İşte aşkların taşıyıcılarını çürüten örneği tam da budur.
Burada, ‘aşkını verip benliğini isteyen’in durumu ise, bu çürüme tehdidiyle yüzyüze gelen vicdanın tepkisidir kanımca.
Bu duyarlığı taşıyan bir şarkıcıyı da düşüncelerime alet ederek diyebilirim ki, geri isteyecek benliğimizi gerilerde bırakabilecek bir ahlaki aşk yaşantısı için kalbimizi ve zamanımızı koruma cehdimizi yitirmemeliyiz.
O zaman aşk gelir ve cümle çirkinlikler biter.
Sadık Yalsızuçanlar
İLGİLİSİNE NOT: Açık Deniz'e bu hafta, Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç konuk oluyor...Muhyiddin İbnü'l-Arabi, Hz. Mevlana, Niyazi Mısri gibi bilgelere ilişkin Kılıç'ın düşünceleri aktarılacak....Bilgelerin nefeslerinden eserlere yer verilecek...