sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2012 Perşembe

BU SON OLSUN…



                                                        

Birkaç gün önce vizyona giren filmlerin de çokluğuna bakıp nasılsa güzel bir film bulurum diyerek sinemaya gittim ve başlayacak olan ilk filme girdim. Sabah ilk seans olduğundan koca salonda yalnız başımaydım. Sonradan gelip en arka köşeye geçen genç çiftle beraber bize özel gösterimin başlamasını beklerken heyecanlıydım. Film konusunda önyargım olmasın diye her zamanki gibi yazılan çizilenleri okumadan sinemaya gitmiştim.

Film, “BU SON OLSUN” ismindeki yeni başlayan hukuki süreci sebebiyle gündemden düşmeyen 1980 darbesine dair komedi olarak tasarlanmış. Kara komedi denebilirse de bu konuda dengenin tutturulamadığını belirtmeliyim. Film boyunca tamam şimdi ayarlayacak dozu, konunun ağırlığına uygun bir bakış açısı ile toplayacak filmi diye bekledim ama sonuç hayal kırıklığı oldu.

Yönetmen, filmin alt yapısını kurarken kulaktan dolma bilgilerle hareket edip senaryoyu baştan savmış da gişe yapar diyerek konjektüre uygun bir film mi tasarlamış yoksa darbeci zihniyetle seyircinin anlayamayacağı bir dil kullanarak dalga mı geçmiş, yakın tarihini bilmeyen gençler hedef alınıp ciddi bir konu sulandırılarak başka amaçlara mı hizmet edilmiş tam olarak kestiremedim.

(Filmin konusu internet sitesinde şöyle izah edilmiş: http://www.busonolsunfilmi.com/sayfalar/filmozet.html)

Film bana epey uzun ve eğlenceli geldi. İnsanın darbe iyi ki yapılmış evsizler başını sokacak bir dam bulmuş, karınları doymuş, insanlar da tutuklanarak kardeşlik tesis edilmiş, epey kaynaşmışlar diyesi geliyor. Öyle ki, hapishanedekiler birlikte güzel vakit geçirmiş, maçlar yapmış bazıları bir iki kere tokat yiyerek hırpalanmış, o kadar kusur kadı kızında da olur, darbe darbe dedikleri bu muymuş dedirtiyor izleyene. Hele en sonunda sokakta yaşayan bir adamın yaptığı planla müdürü katakulleye getirmesi ve tüm tutukluların elini kolunu sallaya sallaya hapishaneden kaçması var ya mutlu son bu olmalı diyor insan. Tabi senarist bu toplum mutlu sonları çabuk unutur, ajitasyonu da sever mantığı ile film içinde pek yer vermediği drama unsurunu son sahnede öne çıkarıyor. Hapishaneden çıkanlardan darbeden önce birlikte yaşayan ve evlilik hayali kuran sevgililerin ölüm haberini Cumhuriyet Gazetesinin manşetinden perdeye yansıtarak epey eğlendirdiği seyirciye bir darbe indirip devreye Cem Karaca’yı sokuyor ve o muhteşem ses “Bu gün sen çok gençsin yavrum” diyerek şarkıya giriyor. Parçanın yorum başarısıyla bu son olsun diye diye salondan çıkarken türü komedi olan filmden size boğazınızda bir yumru kalıyor.

İşte ben de eminim her seyircinin diline dolanacak “Bu son olsun, bu son” diye mırıldanarak filmden çıkmış yürürken aklıma Yusuf Atılgan’ın, “AYLAK ADAM” adlı eserinde geçen sinemadan çıkan insanı anlattığı satırlar geliyor: “ İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu;” Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar… Eve gidip okusam. Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birlikte çıksınlar. Kafasından geçenlere güldü…” diye devam ediyordu satırlar. Ben de güldüm, dilimdeki Cem Karaca Şarkısı eşliğinde hızlıca yürüdüm ve içimdeki sinemadan çıkmış adam ölmeden birkaç satır yazmak için bir kafeye oturdum.

Tabi bu arada bir şeyin farkına vardım; yazar bu muhteşem tespiti kitabına yazdığında yıl 1959 olduğundan henüz AVM’ler ve buraya monte edilmiş ticari sinemalar icat edilmediğinden bu yaratık daha uzun ömürlüydü sanırım. Şimdi ise bol ışıklı ortama düşüyor sinemadan çıkan insan. Etrafındaki binlerce uyaranın gönderdiği oklarla pek çabuk yere yıkılıyor, bırakın herkesi kurtarmayı kendisini bile koruyamıyor. Ve filmin tesiri hızla azalıyor, her yerden ayrı bir müzik yükseliyor, sizi sizinle bırakmıyor ki, düşünüp akledesiniz. Mağazaların camlarında “yüzde yetmiş indirim, tek fiyatlar, yetişen alıyor” yazıyor. Mis gibi kebap kokuları yükseliyor, fast food dükkanları menüleri ile gençleri tavlıyor, çocuklar jetonlu oyuncaklarda sallandığını zannedip gülümsüyor. Ailesi ile nitelikli vakit geçirdiğini düşünen baba muzaffer bir kumandan edasıyla karısının alışveriş paketlerini taşıyor. İlla ki oyuncakçıya girilip sinemada izlenen animasyonun oyuncağı alınıyor, yetmiyor yemeyeceği menüde hediye olarak verilen minik oyuncaklar isteniyor, kitapçıya benzeyen yerlere girilip film karakterlerinin adını taşıyan dergiler alınıyor. Bu kitapçılarda niye iyi kitaplar bulunmaz diye kimse düşünmüyor, çok satan diye önüne konanlar arasından bir kaç tane seçip kendine epey süre yetecek kitabı alan aile mensupları okuyor ve seyrediyor olmanın dayanılmaz hafifliği ile ellerinde bir sürü poşet çıkışa doğru ilerliyor ve sonuçta filmin adından başka bir şey hatırlanmıyor. Üşenmeyenler film sitelerine yorum yazıp fragmanını sosyal paylaşım ağlarında beğeniye sunuyor, bir nevi filme karşı vefa borcunu ödüyor ya da başkalarını kurtarmak adına, sakın gitmeyin yazıp insanları uyarma vazifesini eda edip günlük iyilik limitini dolduruyor. Bir dahaki haftaya onlarca film yeniden vizyona gireceğinden önümüzdeki maçlara bakacağız deyip internet sitelerinde yeni eğlencelik filmler arıyor. Sinema ile kurulan ilişki, modernleşme sürecini fikri açıdan oturtmadan şeklen yaşamına aktaran bizim gibi toplumlarda bireyi böylesi bir kısır döngünün içine alıyor, sıradanlaştıryor. Belki de kapitalizm hız çağının da etkisiyle tüm dünyada tatmin olmaz, düşünmez, akletmez insanlar oluşturmak için sinemayı yem olarak kullanıyor.

Bu yazı da daldan dala atlayan çağrışımlar arasında “Bu son olsun” filmine benzedi ama işte böylesi önemli ve acı bir mevzuuyu ele almamızı engelleyen şartlar, günümüzün hızlı, karmaşık kapitalist düzeni utansın. Sonuçta hepimiz bir şekilde bu oltaya geliyor, sistemin çarkları arasında eziliyoruz.

Tekrar filme dönersek, oyunculukların gayet iyi olduğu filmde, görselliğin de başarılı olduğunu belirtmek gerek. Üniforma üstünlüğünün kabullenildiği o günler de bir hapishane müdürü ve oraya atanan asker üzerinden iktidar mücadelesi, kraldan çok kralcı tavırların gardiyanlara kadar sirayeti perdeye güzel yansıtılmış. Ama eksik olan bir şeyler var filmde; mizah –drama dozunun ayarlanmamış olması belki de bu eksikliklerin en önemlilerinden.

 1980 Darbesinde henüz bebeklik devresinde idim. Dolayısıyla olayların pek fazla farkında değildim. Ancak ( çok şükür bin yıl sürmese de) darbelerin etkisi epeyce bir zamanı ülkeden çaldığından olsa gerek ilkokula başladığım yıllarda hala herkesin korku içinde olduğunu anımsıyorum. Evimizin balkonunda ayağımda bebeğimi sallarken elinde pankartlarla bağıra bağıra gençlerin yürüdüğünü, annemin korkuyla gelip bir serseri kurşun isabet etmesin diye beni içeri aldığını hatırlıyorum. Erkenden öğrendiğim okuma sayesinde karşımızdaki üniversite binasının duvarlarında DEV-GENÇ yazdığını, bir sürü kurşun deliği olduğunu, mahallelinin kitaplarını bizim bahçemizdeki eski zeytin kuyusuna saklaması için babama getirdiğini, babaannemin çok korktuğunu, o zaman lise çağlarında olan erkek kuzenlerimi hiçbir şeye karışmaması için uyardığını, gizli gizli kitap okuduklarını görse solcu, arkadaşları ile buluşup kitap okusalar, namaz kılsalar sağcı olacakları korkusuyla sosyalleşmelerini engelleme gayretini anımsıyorum. Bu toplum niye kitap okumuyor veryansınlarında sözlü gelenekten gelen tarihi yapımızın yanında büyüklerin bu tavrının da etkili olduğunu düşünüyorum. Bu darbelerin insanlık dışı zulmüne bizzat maruz kalmamış ama ara ara topluma çekilen ayarlarla, post modern darbelerle postal korkusu diri tutulmuş günümüz nesillerinin, insanı aktive eden kitaptan çok pasif durumda tutan sinemaya ilgi göstermesi nedeniyle bu konuları işleyen filmleri faydalı buluyorum.

Ancak bu kadar ciddi bir konunun bahsi geçen filmdeki kadar karikatürize tipler üzerinden ele alınmasını konunun güncelliği üzerinden rant elde etme amacı şeklinde gördüğümü söylemeliyim. Bu film bir ilk film. Tabi ki bunun acemiliklerini barındırıyor; en basitinden amiyane tabirle ucuz solculuk yapıyor. Yakışlı, bilgili, kültürlü, merhametli, insancıl karakterler solcu iken tipsiz, cahil, kimisi aptal, kimisi menfaatçi, uyanık, bir nevi çapulcu tipler sağcı daha doğru ifadesi ile ülkücü gösteriliyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki, bu kötü niteliklere haiz, hatta darbelerden sonra davasını satıp plazalarda çalışan, zengin olan ve fakiri hiç de umursamayan bir sürü solcu olduğu gibi, yakışlı, bilgili, kültürlü, hala davasına sahip çıkan milli manevi değerlerine bağlılığının getirisi ile merhameti karakter edinmiş bir çok ülkücü genç-yetişkin var bu ülkede. Bir hiç uğruna oyuna getirilip birbirine kırdırılan, sağ kalanlarının da beslemektense asıldığı bir sürü genç var bu ülkede.

Adalet olsun diye bir sağdan astık, bir soldan diyen zihniyetin ölüme götürdüğü nice isimsiz kayıp var bu ülkede. Hapishanelerde çektiklerini bir dikey yükseliş sağlar duygusu ile dillendirmeyen ama beraat ettiğinde bile o travmanın gölgesinde yaşayan hareketli mezarlar kadar, asılan gencecik oğlunun naaşını bile alamayan, resimlerine bakıp gözyaşına boğulan bir anne gördüm mesela 2011 yazında, bir köyde. İçine düşen ateşin otuz yıldır en canlı haliyle gözlerinde durduğu yaşlı kadın ne zaman bitecek bu acılar diyor, darbecilerin yargılanacağını söylemek için arayan gazetecilere ana yüreği duygusallığı ile bu saatten sonra oğlum geri gelecek mi, ahirette iki elim yakalarında olacak onların diyordu. Oğlu öleli onları her yaz arayıp soran “insan” siyasetçinin de yakın zamanda bir helikopter kazasına(!) kurban gittiğini söyleyen ajansı kapatıp bütün iyi insanları öldürüyorlar işte diyordu. Klişeleşmiş, ezberlenmiş replikler, nasihat ya da dava kaygısı gütmeden sırf o annenin gözlerinden ilham alarak bir film yapılmalıydı. Böylesi darbenin acısını göstermek, o gençleri ölüme karşı korkusuz hale getiren düşünceleri yansıtmak, sokakta geçen mücadeleden çok daha etkili olurdu ama sağcılar zamanında yatırım yapmadıkları bir alanda bugün bir türlü var olamıyorlardı.

Tabi bunun bir çok sebebi vardı: Roman sanatının batı toplumuna özgü olması gibi belki de sinema da doğu gelenekleri ile örtüşmüyordu. Kolun kırılıp yen içinde kaldığı, bütün hesapların ahirete bırakıldığı, sessizliğin tevekküle denk tutulduğu bir toplumda göstermek üzerine kurulu bir sistemin, sinemanın gelişmiş olması beklenemez. Henüz emekleme aşamasında olan Türk Sinemasında da solculuğu hayatına hayat kılmasa da sözlü bir gelenek üzerinden daha çok solcu senarist ve yönetmenlerce filmler yapıldığı düşünülürse sağcıların yetersiz insan tiplemeleri üzerinden perdeye yansıtılması tarafsızlığın olmadığı dünyada kaçınılmaz oluyor. Netekim hayat boşluk kabul etmiyor.

Darbelerin daha nitelikli senaryolarla ele alınıp doğru aktarılması ve sadece filmlerde kalması temennisiyle…

HANDAN GÜLER

16 Aralık 2011 Cuma

DEDEMİN İNSANLARI’NIN İÇİMDE ÇAĞ(LAY)AN IRMAĞI…


Epeydir süren mesleki sınav telaşlarım sebebiyle, yazmaya, seyretmeye, yaşamaya verdiğim aradan sonra dün sabah sınavdan çıkar çıkmaz sinemaya koştum. Vizyondakilerden bile bihaber gittiğim sinemada tesadüfen bazı tanıtımlarını gördüğüm ama üzerine kesilmiş ahkamlara dair tek yazı okumadan sadece Çağan Irmak ismine güvenle DEDEMİN İNSANLARI ‘na girdim. Filmden çıktığımda epey ağlamıştım. Buna rağmen bir o kadar da gülmüş olmanın keyfiyle doluydum.  Toprak çekiyor olmalı ki, Çağan Irmak’ı, filmlerini, insancıl bakışını kaybetmeden basit ve güzel hikayeler anlatışını seviyorum.  Basit ve kolay yazmanın, böylesi filmler çekmenin, hele de herşeyin görmek, görülmek, kısacası gösteriş üzerine kurulu olduğu zamanları yaşarken basit olmanın zorluğunun farkındayım. Bu cümleyi basitçe söyleyemediğimden bahisle, “Basit”liğin ustalığın zirvesi olduğunu kabul ediyorum.   
İyi sinema filmlerini domino taşlarına benzetirim… Dış dünyadan kopup karanlıklar içinde salona girdiğimizde önce reklamlarla kirlenen hafızamız, ışıkların tamamen sönüp filmin başlaması ile alır götürür bizi zihnimizin arka odalarında biriken anılardaki bize. Binlerce resmin arka arkaya aktığı filmde her karenin zihnimizde bir başka kareyi harekete geçirerek domino taşlarının devrilişleri ile büyüleyici bir başka resmi ortaya çıkarması gibi iyi bir filmden çıkarken de yeni bir resmin parçası oluruz. Bu resim ne kadar gerçekçi ise kalbimize ne kadar değdiyse filmi de o ölçüde severiz.
Bu filmde memleketimi, egenin sıcak insanlarını, sonlarına yetiştiğim seksenleri, annelerin çocukları rahatça yalnız başına evden gönderebildiği, yürüyerek okula gidildiği, dükkanların kapısına kilit vurulmadan yemek yemeğe gidilebildiği güven dolu çocukluk günlerimi yani hayatın saflığını gördüğüm  için olsa gerek beğenerek izledim.

Ve film boyunca domino taşları devrildi içimde beni kendimle, babaannemle yüzleşmenin eşiğine getirdi. Rahmetli babaannem 1917 de İzmir’de doğmuş, babasını, amcasını, hasılı kelam ailenin erkeklerini Çanakkale Savaşı’nda yitirdiğinden etrafında pek fazla erkek figürü görmeden büyümüş. Babaannemin annesi de 1908’li yıllarda 9 yaşında iken mübadele ile Girit’ten İzmir’e göçmüş bir ailenin kızı. Erken yaşta evlenip kız çocuklar doğurmuş ancak kocası savaşta şehit olunca çeşitli işlerde çalışarak çocuklarını büyütmüş yalnız ve güçlü bir kadın. Ve babaannem bu zorunlu olarak anaerkil olan ailede güçlü olmak zorunda kalan bir kadının güçlü(yü oynamak zorunda kalan) kızı…

Ben doğduğumda 60 yaşında olan babaannemle 18 yaşına kadar birlikte olabildim. Bu sürede iki ev değiştirdik ve babaannem her daim alt katımızda oturdu. Doğduğum, çocukluğumun geçtiği bu bahçeli evler Bornova’da olup babaanneme aitti. Dedemse bu evlere, annesinin kaderini yaşayarak  genç yaşta dul kalan babaannemin ikinci kocası olarak sonradan gelmiş, babaannemden sekiz yaş genç ve ona aşık bir adamdı. Aynı zamanda babaannemin teyzesinin torunu olduğu için Girit’ten gelmiş bir ailenin en küçük-haşarı bir oğluydu. Babaannem hem yaşının hem annesinden gördüğü zorunlu aile yapısı nedeniyle hem de mal varlığının gücüyle evde baskın bir karakter olmayı başarmıştı.
Buraya kadar göç dışında filme paralel giden bir durum olmasa da anlattıkça anlayacağınız durum için bu ayrıntıları verme gereği duydum.

Güçlü insanların yaralarının çok derin olduğunu düşünürüm. Sınana sınana çelikleşen bir iradeleri ve olaylara bakışları olur. Hele yeri doldurulmaz kayıplar yaşamış olmak hayata bilgece bakabilmeyi getirir çoğu zaman. Ama yine de insanın içinde kalan bir çocuk vardır ve o çocuk ara ara yüzünü göstererek huysuzluklar yapar, kanayan yaralarını hatırlatır insana. Bu nedenle ne kadar olgun, görmüş geçirmiş olsa da çocuksu halleri vardır bütün insanların.
Babannem çevresinin sevdiği, akıl aldığı ve iktisatlı olmayı yaşam biçimi haline getirdiğinden her daim dolu olan cüzdanı sebebiyle herkesin sık sık borç istediği, sohbetine doyulmaz, güler yüzlü bir kadındı. Dışarıdan bakan, içten kahkahalarını gören hiçbir derdi yok zannedebilirdi. Zaten şimdilerde dert edindiğimiz bir çok şey o ve onun zamanını yaşayan insanlar için dert değildi. Filmde Çağan Irmak’ın dediği gibi “şimdiler olsa travma derlerdi biz yaşamamız gereken ne varsa hepsini yaşadık, toslamamız gereken her şeye tosladık.”diyebilecek cinsten bir yaşamdı babaanneminki.

Babasını doğduğunda, aşık olduğu kocasını evliliğinin baharında henüz 24 yaşındayken, kocasından yadigar bir kızını kocasını gömdükten kısa süre sonra kaybeden, sık sık hasta olan nazenin diğer kızı ve karnında taşıdığı oğlu ile hayata tutunmayı başaran, dışarı dikiş dikerek evini geçindiren, çocuklarını okutan bir kadın. Dul olmanın ayıp olduğu zamanlarda yaşadığından ikinci bir evlilik yapan, o evlilikten doğan babamı diğer çocukları ile beraber büyüten ve ona çok aşık olsa da içtiği zaman dellenen, iyi kalpliği yüzünden sürekli kurduğu işleri batıran bir adamla tek tokat yemeden 45 sene geçinebilmek başarısını gösteren zeki bir kadın bahsettiğim.

Ama bir yandan da adını koymayacaklar diye babama uzun süre küsen en sonunda ilk kız torun olan bana adı verilince üst kata çıkıp annemi ziyaret eden bir kadın babaannem. Dolayısıyla benim babaannemle ilişkim bir inatlaşma üzerinden başladığından olsa gerek hep böyle sürdü. Herkesin sohbetini sevdiği bu kadınla bir ben bir de babamın geçinemiyor olması nedendi diye düşününce aynı ona benzediğimiz ve benim dediğim olacak noktasında hiçbirimiz taviz vermediğimiz için olduğunu yeni yeni anlıyorum.
Ve aslında onu ne kadar çok sevdiğimi öldüğünü uzak bir diyarda öğrendiğimde anladığımı anımsıyorum. Bir kurban bayramı arefesinde İzmir’e geldiğimde 27 gün olmuştu öleli ve sınavlarım var diye bana söylememişti ailem. 18 sene beraber olduğunuz biri daha ayrılalı bir sene olmuşken döndüğünüzde oturduğu köşede olmayınca çok dokunuyor insana. O geceyi hatırlıyorum; dedem onu kaybetmenin perişanlığı ile babaannemin adını taşımama  gurbette olmam da eklenince öyle sıkı sarılmış ve yerine sen kaldın kızım diye diye ağlamıştı. Uykusuz bir geceden sonra öğlene doğru Konak’a gitmek için çıktığımda annem bayram temizliği için alt katta olduğundan anahtarı oraya bıraktığımda kapıyı dedem açmış ve gülümsemişti. Annem çok oyalanma, çabuk dön, çok iş var dediği o gün biraz geç kalınca anneme görünmeden yukarı çıkmıştım. Ben apartmana girerken kapının önüne gelen cenaze arabasından inenler bizim binaya girince ne çok ölen var bu ara diye içimden geçirmişken hemen arkamdan ağlayarak gelen annem deden öldü demişti. Daha babaannemin yokluğu fikrine alışamamış, onun yasını tutamamışken dedemi de kaybetmiştim. Dalga geçme birkaç saat önce gayet iyi idi diye tepki vermiş, inanamamıştım anneme. Öğlen sapa sağlam olan dedemin cenazesini herkes bir koldan koşup ikindi namazına yetiştirmişler, çok sevdiği karısının yanına defnetmişlerdi. Herkes, ne büyük aşkmış, onsuz yaşayamadı, ne çok seviyormuşlar birbirlerini, Allah toprakta da ayırmadı demişti. Babam bir anda garip olmuş, anne babasını 28 gün ara ile defnetmenin acısı ile bu dünyada gurbete düşmüştü. O günden sonra da babam epeyce değişti, bir başka olgunluk, sakinlik geldi üzerine. Artık kafası attığında çekip gideceği, orda da rahat durmayıp çekişeceği birileri yoktu alt katında. Ve hayat huzursuzlukla, kavgayla geçirilemeyecek kadar kısaydı. Ahiret hayatı bir nefes kadar yakındı, her an hazır olmalıydı. Bu hazırlık belki de en çok dışarıda ahkam kesmeyi bırakıp daha fazla içe dönmekle sağlanacaktı,birçoğumuzun sözde söylerken özde ıskaladığı bu gerçeği idrak eden babam sosyal yaşamdan da kopmadan halkın içinde Hakk’la beraber olmanın yollarını arşınlamaya başladı.

Yokluğunu ölümünden sonra çokça hissettiğimiz babaannem, o neşeli, olgun, görmüş geçirmiş kadın sık sık benimle ve dünya görüşü farkından dolayı babamla uğraşırdı. Ben de babasına aşık her kız çocuğu gibi babamı ve kendimi savunmak için sürekli teyakkuz halinde bulunur, hazırcevaplığı ile tanınan babaanneme laf yetiştirme telaşına düşerdim. O ise sözünün üstüne söz söylenmesinden hoşlanmadığından kızar otoritesini sarsan bu iki figüre babama ve bana daha fazla yüklenirdi.  Babaannemin en kızdığım sözlerinden biri “İsmimi senden geri alacağım, sen bize hiç benzemedin, onlara benzedin, göçmenlere” demesiydi. “Kardeşin aynı biz, keşke ona verseymişim ismimi, o bizden, Girit’li o.” diyerek beni kışkırtır, lafımın altında kaldığında bu şekilde üste çıkardı. Eeee, bütün ömrü zeytinyağ yiyerek geçmiş biri olarak ben de altta kalmaz cevap verirdim ona. Sırf babanneme inattan yemediğim otlardan hareketle, damak tadımın anneannemin yemeklerine yatkınlığını baz alarak bu ithamda bulunurdu çoğunlukla. Tabi bir de renkli gözlü olmam da göçmenliğime kanıttı. Biz yerlisiyiz İzmir’in der, bana nispet olsun diye aslında huyu anneme benzediği için anlaştığı kardeşimi bağrına basardı.
Gerçekten de İzmir’in insanın büyük kısmı mübadele ile gelen Girit Osmanlılarıydı. Şehirde epey de Rum yaşardı. Kaynaşmış bir kültürdü İzmir’de Rum’lar ve Türkler. Müslüman olmasalar da çok hassas ve insancıldılar diye anlatırdı babaannem komşularını. Mahallede bir cenaze olsa bir hafta radyo açmazlar, bayramda bizle bayram yapar, bizim gibi yani Müslüman -Türk gibi yaşarlardı diye anlatır, bahsettiği kişilerden ölenler için ah çekip içli içli toprağı bol olsun derdi.

Bugün buradan bakınca Osmanlı’nın çökme sürecinde bile çok kültürlü coğrafyasındaki yönetim başarısını görmek gerek. Kimseyi kendi etnik kimliğinden koparmadan, kendisi olmaktan vazgeçmeden beraber yaşamanın mümkünlüğünü gösteren bu fotoğrafı iyi okumalıyız. Bugün belki de en çok ihtiyacımız olan empati gücünü, insan olmayı, güvenmeyi yeniden öğretecek kodlar o fotoğrafta saklı.

Ama işte filmde de gördüğümüz gibi ötekileştirme, oralara yeni geleni kabul etmeme, içten içe eleştirerek öz yurdunda garip hissettirme durumu imparatorluktan devlete geçişte öne çıkarılan milliyetçilik fikri sayesinde bocalayan halkın birbirine reva gördüğü bir hal olunca yavaş yavaş kardeşlik duygusu da zedelenerek bugünlere gelindi.
Babaannem çocuk yaşta evlenen göçmen bir annenin çocuğu iken, ilkokula kadar Türkçe’yi çok da bilmezken, aksanı onun göçmen olduğunu ele verirken muhtemelen itilip kakılmalara maruz kalmış ve filmdeki çocuk gibi içinde kin büyütüp yaralanmıştı. Ve hayatında onu karşısına alıp bu kızgınlığına bilgelikle karşılık verecek “Onlar da bizim insanımız” diyecek, onu üzenlerin karşına çıkıp onu koruyup kollayacak güçlü bir erkek figürü olmadığından hep bunun ezikliğini hissetmişti.

Yıllar sonra nesiller değişip kendisini İzmir’in yerlisi gibi hissetmeye başladığı zamanlarda hem çalışkan ve hem de güzel oluyorlar diye Bulgaristan göçmenleri içinden annemi gelin alsa da, babaannemin her kafası attığında onlar göçmen vurgusu yaparak bununla çevresindeki göçmenlere karşı şefkatsiz söylemlerde bulunduğu da bir gerçek. Bu filmi seyrederken şunu hissettim; aslında göçmen kelimesinin içinde oluşturduğu sızının bastırılma çabasından başka bir şey değildi kendisi de göçmüş birinin kendinden epey sonra göçen kişilere olan bu tavrı. Filmde çok az verilen bu bölüm sayesinde kalbimde böylesi bir sayfa açılırken, babaannemin aslında bana değil de içindeki çocuğa kızdığını fark ettim. Öyleyse ben yanlış bir şeyler yaptığım için kızıyor değildi babaannem, belki de beni kendisine en çok benzettiğinden sıkıştırıyordu. Demek benim bir hatam yokmuş duygusu kapladı içimi. Keşke daha detaylı işlenseydi mübadele kavramı ve göçmenlerin acıları diye düşünürken babaanneme olan kızgınlığım birden merhamete dönüştü. Keşke dedim birkaç Çağan Irmak daha olsa ve binlerce sessiz hikayeyi o muhteşem bakışı ile perdeye aktarsa. 

Aslında beni babaannemden ziyade anneanneme yaklaştıran göçmen mutfağına olan yakınlıktan çok anneannemin merhameti, ilgisi, her şeyi sevgi ile karşılaması idi. Anneannemin de hayatı çok zor geçmişti ama işte insanlar yazılan kaderlerine verdikleri farklı tepkilerle karakterlerini de meydana getiriyordu.
Anneanneannem 1928’de doğmuş ancak doğduktan bir sene sonra annesini kaybetmiş, ailenin en küçüğü olarak babasının gözbebeği olmuş bir çocuk. Bu nedenle üvey annesi tarafından da çokça ezilmeyen hatta onu çok da seven bir çocukmuş. Ama işte ne kadar da olsa “analık” ana gibi olmadığından eksikliğini çektiği şeyi, kendisi fedakarane bir tavırla etrafına vermiş, tüm çevresine karşı şefkat dolu bir insan olmayı huy edinmişti. Hiçbir şeyden korkmayan, yılmayan, ağabeylerini pısırık bulan bu kadının ardında güçlü ve sevgi dolu bir baba figurünün olması da karakterinde en önemli etken olsa gerek.

 Anneannemin babası, kardeşleri ile beraber Bulgaristan’dan Çanakkale’ye gelip savaşan Türkler’den. Bulgaristan’a da Osmanlı’nın hassasiyetle uyguladığı ve bunun sonucunda fethettiği yerlerde ayakta kaldığı iskan politikası ile Karaman civarından getirilmiş Türklerden imişler. Çananakkale den sağ olarak kurtulan annemin dedesi İzmir’den düşmanın denize dökülmesinin ardından 4 yıl sonra döndüğü Bulgaristan’da her daim İzmir’i anlatmış ve bir gün mutlaka Türkiye’ye , İzmir’e gidin diye evlatlarına vasiyet etmiş. Anneannem Çanakkale ‘den dönünce dünyaya gelmiş ve babasının destansı savaş hikayeleri ile büyümüş. Korkusuzluğu ve atılganlığını da bunlardan almış olmalı diye düşünüyorum.
Yıllar sonra komünist  rejim Türkler’e eziyet etmeye başlayınca varlarını yoklarını orada bırakıp sadece kocası ve 4 çocuğu beraberinde bir bavulla turist vizesi alarak Türkiye’ye girmiş ve babasının vasiyeti üzerine İzmir’e yerleşmişler. Rahmetli dedem 40 yaşında imiş. Nasıl bir cesaret ki, kurulu düzenini, işini, malını mülkünü bırakıp sadece dinini daha rahat yaşamak için göç etmek… Dürüst olana, çalışana her yerde ekmek var deyip canla başla ailecek çalışarak kısa bir sürede İzmir’in yerlisinden daha hali vakti yerinde bir duruma gelmek… İnancın, azmin, uğruna yoluna çıkılan değerlerin hayata yansıyan zaferi olmalı bu. Ve hiçbir zaman göçmenliğinden utanç duymadan Peygamberimiz ‘de hicret etti, o da göçü, zorluğu yaşadı diyerek bundan kıvanç duyan bir duygu durumu taşımak ancak içindeki inancın duruluğu ile alakalı olmalı.

Ama işte geldiğin yerde Türk, göçtüğün yerde göçmen diye yaftalanmak, huzursuz edilmek, ötekileştirilmek belki de tüm göçenlerin kaderi. Bunları umursamadan ayakta durmak ise güçlü bir alt yapının eseri. Filmdeki dede gibi benim de annemin babası olan dedem dürüstlüğü, çalışkanlığı, insanlara verdiği tavsiyeleri, kurduğu sağlam dostlukları ile kendini topluma kabul ettirmiş biri. Bunu da onu bu hasletlerle yetiştirenlere, her zorluktan sonra bir kolaylık olacağını öğreten büyüklerine borçlu olmalı. Ümitsizliğin, çaresizliğin lügatında yer almadığı insanlardandı dedem ve anneannem. Tıpkı filmdeki dede gibi.  
Filmde  Girit’ten göçen Mehmet, helal süt emmiş bir çocuk. Mübadele esnasında günlerce gelecek gemiyi beklerken zor şartlarda bile namazlarını kılan insanların içinden gelmiş temiz bir toplumun, değerleri sağlam bir ailenin evladı. Bu terbiye ile büyüdüğünden dürüst, sevecen, çalışkan, yardımsever bir insan. Müslümanlığın şekilden ziyade karakterde yaşandığı, inancı zayıf olanların bile aileden çevreden öyle gördükleri için hakka riayet etmeyi adet haline getirdikleri zamanlar anlatılmış filimde. Ama sonrasında yıkılan bir imparatorluk ve yeni bir ulus oluşturmanın getirdiği zorluklar ile değişen şartlar, zamanla ülkesi zenginleşse de ruhunu yitirmenin fakirliği ile hak yiyen, çalan çırpan ve ahlakının menşei dininin öğretilerinden kopmuş bireylerin çoğalması ile içten içe çürüyerek bugünkü güvensiz ortama sebebiyet veren ülke tablosu hepimizin içinde bir yerlere dokunuyor. Acıtıyor, kanatıyor, o yılları, o eski, sağlam inançlı toplumu özletiyor.
Filmin senaristi ve yönetmeni dedemin hikayesi dediği filmde bizi bu sonuca götüren ayrıntıları o kadar iyi yakalıyor ve gösteriyor ki, filmi beğenmemek elde değil. Ancak Karanlıktakiler filminde yaptığını tekrar ediyor ve çıkış noktasında tıkanıyor. Özünde taşıdığı iyiliği ona kazandıran değerleri ilerleyen yıllarda toplumun genel yapısından da kaynaklı olarak hayatına hayat kılmayan dede de çıkmaza sürükleniyor. Dedesini özlüyor ama öyle çocuklar yetiştiren bir ailenin karakteri haline gelmiş dinamiklerini göz ardı ediyor. Geçmişi ile bağları koparılarak dinamitlenmiş bir toplumdan yine dürüst, sevecen, tatminkar, kadere isyan etmeyen insanlar çıksın istiyor. Ama artık günümüzde o sağlam nesillerin yetiştirdikleri evlatlar bile toprak olmuşken, başarılı olmak için her yol mübah kabul edilip şeytanın aklına gelmeyecek oyunlarla insanlar birbirinin ayağını kaydırırken hele de günümüzde görünürde muhafazakarlaşan halkın özünde ahlakı giyinememiş olmasından ötürü, (belki de bu tablonun verdiği psikoloji ile) böyle bir toplumun gelemeyeceğini ıskalıyor.

 Ama tersten tuttuğu feneri ile bize aslında hangi hasletleri kazanırsak huzurlu ve herkesin birbirini olduğu gibi kabul ettiği bir toplumu tekrar oluşturabileceğimizin izleklerini sunuyor. Bu nedenle Çağan Irmak’a çok teşekkür ediyorum. Bizi nice samimi hikayelerle buluşturup kendini gerçekleştirme çalışmalarında başarılar diliyorum. Bir röportajında “ Kendimi de, film çekmeyi de fazlaca ciddiye almadığım zamanlarda çektim bu filmi” diyen başarılı senarist-yönetmenin usta işi filmlerinde bundan sonra benliğini taşa çalan bilgeler gibi daha farklı işler ortaya koyacağını umuyorum.

Doğru soruları sormak öyle önemlidir ki, bir gün bir de bakarsınız aradığınız cevaplar sizi yormadan önünüze çıkmış, kalbinizi sarıp sarmalamış, oradaki yaralara bir bir merhem olmuş.
Bir film beni bunca sorgulamanın içine attı, Çağan Irmak dedesine ithaf ettiği filmi ile babaannemle çatışan taraflarımın fazlalıklarını aldı, derinlerde bir yerde ayrı bir huzurun kapısını araladı. İçindeki ezik çocuğun sesini bastırmak için çocukça bir tavır sergileyerek bana her kızdığında bu yolla üzen, sen onlara benzedin, kardeşine vermeliydim ismimi diyen bir babaannem vardı. İçimden “Hayır, benTürk’üm, göçmen değilim” diye bağırsam da dışımdan sadece babaannem sinir olsun diye “Evet, ben onlardanım” diyen, kendince zayıfın, hor görülenin yanında yer alan bir torun. Bu adaş iki çocuğun inatları yüzünden o güzelim Girit otlarından yapılan salataları, radikayı, turp otunu yıllarca yemedim, şevketi bostandan, arapsaçından uzak durdum. Neler kaçırdığımı yıllar sonra fark ettim ve bütün otların tadına bakıp müdavimi oldum ama bunları görmeye babaannemin ömrü vefa etmedi. Yıllarca içimde taşıdığım ismimi değiştirme sevdasından da zamanla vazgeçtim.
Şimdi, içimdeki o kızgınlık yerini şefkate bırakınca zihnime babaannemle geçen güzel günlerden de hatıralar gelmeye başladı. Mesela üniversite okumak için başka bir şehre giderken babaannemle vedalaşma sahnem dün gibi taze hafızamda. Babam, bizde kızlar evden bir kere çıkar dediğinde onu susturup o şimdi okumaya gidiyor bu laf gelin olduğunda söylenir, bu ev onun, hem gelin de olsa her zaman döneceği tek yer burası diyerek bana sarılışının verdiği güven hala içimde. Yıllar geçmesine rağmen kaderin çizdiği yolum İzmir’e uğramadığından bir daha dönemesem de biliyorum ki her zaman sığınabileceğim bir evim var İzmir’de. Babaannemin, hatta babaannemin annesinin emeği, teri ile yapılmış, önünde babamın annesinin diktiği çam ağacının olduğu, babamın, benim doğduğum ev, bir evim var İzmir’de. Ve bir de aslında beni çok sevdiğini sonradan fark ettiğim babaannemin anıları, birkaç parça eşyası, fotoğrafları var İzmir’de. Belki daha fazlası zihnimin her köşesinde. 
Bana kendimle yüzleşme fırsatı verdiği, şanslarımı hatırlamama vesile olduğu, ülkeye, insanımıza dair  sorular sordurttuğu için bir kez daha Varolsun Çağan Irmak. 
Herkese doğru soruları kurma şansı verilmesini, cevapların da fazlaca beklemeden ikram edileceği hayatların başrolunde olmalarını dilerim.

Oyuncuların her birinin muhteşem ve yöre insanının doğal halini yansıtan oyunculuklarını da belirterek DEDEMİN İNSANLARI filmini görmenizi salık veririm.

Bu arada merak edenler için bu canlı Ege filminin konusu yapımcıların kaleminden şöyle anlatılmış:  
Ozan, Ege'de küçük bir sahil kasabasında yaşayan 10 yaşında bir çocuktur. Girit göçmeni dedesi Mehmet Bey nedeniyle arkadaşları onunla "gavur" diye alay etmektedir. Yalnız kalmaktan korkan Ozan, başta dedesi olmak üzere ailesine kızar "Biz Türküz." diyerek onlara kafa tutar.
Ozan'ın dedesi Mehmet Bey, kasaba eşrafından, saygın bir adamdır. Kasaba halkına kol kanat gerer, sorunlarıyla ilgilenip, onlara yardım eder. Hoşgörürsüyle bilinen Mehmet Bey torununun bu durumundan dolayı üzülmekte ve endişe duymaktadır. Mehmet Bey daha yedi yaşındayken, ailesi zorla topraklarından kopartılmış, mübadeleyle Girit'ten göçmüşlerdir. Mehmet Bey'in en büyük arzusu ölmeden evvel doğduğu toprakları görebilmektir. Bu özlemle sık sık içinde mektuplar olan şişeleri Ege'nin mavi sularına bırakmaktadır.
DEDEMİN İNSANLARI, küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin geçirdiği büyük değişimi anlatıyor. Kalabalık ve sıcak Ege insanlarının hikâyesini izlerken, mübadeleye, öteki olmaya, nereye gidersen git bir yere ait olamamaya, iki yakaya, çok sayıdaki azınlığa, ihtilallere, bir defa daha ama bu kez farklı bir yerden bakacaksınız.”

HANDAN GÜLER

26 Mart 2011 Cumartesi

22. Ankara Uluslararası Film Festivali-3-KAVŞAK




Ankara’nın konforlu sinemalarından olan Büyülü Fener-Kızılay’a koştura koştura gittim, Batı sinemasındaki kısa film gösteriminden sonra. Büyük bir salon olmasına rağmen tıklım tıklım doluydu salon.

Filmin yapımcısı ve yönetmeni de vardı, kalabalığı görünce heyecanlandılar. Film sonrası da uzunca bir söyleşi oldu. Filmin öyküsünün doğuşunu anlattılar.

Bıçak Sırtı dizisini çeken yönetmenin ilk filmi idi Kavşak. Tecrübeli ve bu filmde de başarılı bir oyun sergileyen oyuncuların çoğu ücret almadan oynamışlar.Küçük bütçeli ve gişesi de çok fazla olamayan bu film vizyonda değerini bulamamış. Bu nedenle festivalin kalabalık olması yapımcı ve yönetmeni sevindirmiş. Sesinin duyulmasını ister tüm sanatçılar ya onlar da salondan olumlu bir geri dönüş aldılar. 

Öyküsü çok gizemli olmasa da anlatımı açısından başarılı film idi.

Yüzleşemediğimiz gerçeklere, şehirde yalnızlığa ışık tutmuştu yönetmen. Öykünün akışı ve kurgu sürükleyici idi.

Salon genel olarak beğenilerini ve teşekkürlerini iletti. Batı Sinemasındaki 17.00 seansına, yeni bir filme yani yeni bir yolculuğa çıkmak için söyleşinin 40. Dakikasında çıkmak zorunda kaldım.Benden sonra neler konuşuldu bilmiyorum ama akşam olması hasebiyle yoğun bir izleyici kitlesi birikmişti tüm salonların kapıları önünde.

Keyifli bir günde güzel bir Türk Filmi ile karşılaşmak iyi gelmişti bana. Eğer vaktiniz varsa festivale uğrayın derim.İyi seyirler.

Filmin bilgileri de şöyle:  

Kavşak
·        Yönetmen:Selim Demirdelen
·        Senaryo: Selim Demirdelen
·        Müzik: Selim Demirdelen
·        Görüntü Yönetmeni: Aydın Sarıoğlu
·        Kurgu: Selim Demirdelen
·        Oyuncular: Güven Kıraç, Sezin Akbaşoğulları, Cengiz Bozkurt, Başay Okay, Umut Kurt
·        Yılı: 2010
·        Süre: 95'
·        Web Sitesi:http://www.kavsakfilm.com
Güven, bir muhasebe şirketinde şef olarak çalışmaktadır. Mutlu bir evliliği, her şeyden çok sevdiği bir kızı vardır. Mesai arkadaşlarına kızının başarılarını anlatmaya bayılır. Kızı da ona çok düşkündür. Her gün okuldan eve gelir gelmez babasını arar. Güven, sıradan bir iş günün ardından şirketten çıkar, otobüse biner. Evinin bulunduğu ıssız sokak boyunca yürür, oturduğu üç katlı apartmanın önüne gelir. Dairesine girer, üstünü çıkarır, yüzünü yıkar, salondaki kanepeye oturur. Salon boştur. Ev boştur...

22. Ankara Uluslararası Film Festivali-2




Bu gün yani 23 Mart 2011 de saat 12.00 ye gelirken Batı Sinemasının yolunu tuttum. Güneşli bir gündeydi Ankara. Öğle arasına yaklaşan bir saat olduğundan her zamanki gibi oldukça kalabalıktı Kızılay. Filme vakit varken ulaştığım sinemada bu sefer kısa film yarışma kategorisine denk geldim. Sinema-tv öğrencilerinin hazırladığı kısa filmler genelde başarılıydı. Görüntü kalitesi yanında senaryosunu da beğendiklerimi seçip kısa notlarla aşağıya ekledim.
Filmlerin tamamına şu linkten ulaşabilirsiniz. 
Gölge
·        Yönetmen:Bilgi Diren Güneş
·        Yılı: 2010
·        Süre: 6' 30''
Geçmişin tozlu fotoğraflarında bir gezinti. Zihnimiz ile geçmişin arasındaki ipler, şimdiki zamana fotoğraflarla bağlı. Geçmişte yaşadıklarımızı toplayıp zihnimizin tavan arasına atarız. Tozlu fotoğraflar hayal dünyamızda bize gölge oyunları oynar. Ödüller: 
2010
 Kar FF; En iyi Yönetmen, En iyi Görüntü 2010 Kısa-ca FF; En iyi Film 2010 Frankfurt FF; 3. Ödülü
Geçmişe dair fotografların canlanması ile anılara sığınış…Dünya da bir gölgelik değil midir? Hepimizi zamanın kucağında gezdirir fotograflar, sesler, kokular…



22. Ankara Uluslararası Film Festivali-1



 


Bir türlü geçmeyen gribim nedeniyle çok fazla filme gidemesem de şimdilik festivalde dört gösterime katıldım. Orada izlediğim kısa filmlerden  seçtiklerimi kısa notlarla paylaşmak istiyorum.
Festivaller hem kaliteli filmler bulmak hem de sinema üzerine düşünmeye yoğunlaşmak açısından oldukça faydalı etkinlikler. Ayrıca bilet fiyatları da oldukça uygun.Mesela bu yıl filmler 5 tl, kısa filmler de 2.5 tl.Fırsat bulursanız 27 Mart’a kadar devam edecek.
21.03.2011 tarihinde ilk izlediğim gösterimdeki kısa filmlerin tamamının linki de budur: 
Bunlar arasında en beğendiklerimi de sizinle paylaşıyorum:
The Ottoman / Osmanlı
·        Yönetmen:Hakan Burcuoğlu
·        Yılı: 2010
·        Süre: 17' 55''
29 yaşındaki Ezra final çalışmasının daktilosunu bitirir. Bu onun Osmanlı ile ilişkisini tanımlayan üç perdelik bir derlemedir; bir cücenin tabutuna benzeyen, konuşma yeteneğine ve bir gecede kâğıt üstündeki bütün fikirleri büyük edebi yapıtlara dönüştürme gücüne sahip mistik bir bağlantıdır. Ezra Osmanlı’nın doğaüstü yeteneklerini keşfettikçe, yaratıcılığını yitirdiğini görür. Zihni ve yaratıcı kişiliği bütünüyle Osmanlı’nın kontrolü altındayken, Osmanlı otoritesine kafa tutmaya başlar ve fiziksel olarak bir Osmanlı olmaya karar verir. Son perdeyi tamamlarken, Osmanlı’nın dünyasına girer ve kapıyı kapatır. Ancak Osmanlı’nın onun için hazırladığı sürprizi bilmemektedir.
İlginç bir kısa filmdi. Bir öyküsü olması ve oyunculuk oldukça iyi idi.

22 Şubat 2011 Salı

VE SONUNDA...ANKARA'YA DENİZ GELDİ:) AÇIK DENİZ PROGRAMINI HAZIRLAYAN VE SUNAN YAZAR SADIK YALSIZUÇANLAR'DAN ANKARA'DA BİR İLK! NİTELİKLİ OKUR OLMA, YAZARLIK VE SENARYO SEMİNERİ BAŞLIYOR!



    
                     SADIK YALSIZUÇANLAR
                                      İLE
                 NİTELİKLİ OKUR-YAZARLIK VE SENARYO
                         METİN YAZARLIĞI SEMİNER  
                                 PROGRAMI


1.Hafta: Katılımcılarla tanışma… Neden, nasıl, ne okumalı- Niçin yazmalı?
Öykü, hikaye, roman, masal, tiyatro, radyo oyunu, reklam metinleri, belgesel metinleri, tanıtım metinleri, diğer kurgusal metinlerle ilgili teorik bilgiler ve pratik çalışmalar  

2. Hafta: Öykü, roman ve senaryoda kişileştirme, mekân ve atmosfer oluşturma vb.tekniklerin örnek metinler üzerinden incelenmesi.
Öykü ve romanda diyaloglar, bilinç akışı, iç konuşma ve ironi gibi teknik hususların ve farklı anlatım tekniklerinin edebi eserler üzerinden incelenmesi…

3. Hafta: Kurgu nedir? Edebiyatın gizemli dünyasında kurgunun sırları
Kurmaca metinlerde kişiler nasıl oluşturulur? Tip ve karakter incelemeleri…

4.Hafta: Edebi türler, dil ve kurgu oluşturmak, yorum çalışmaları ve uygulamalar
Üslup nedir? Kişisel bir üslup nasıl oluşturulur?

5.Hafta: Yazı çalışmalarına giriş-Film karelerinden ve fotoğraflardan yola çıkarak kısa yazılar yazma, yazıların eğitimci moderatörlüğünde katılımcılarla değerlendirilmesi…

6.Hafta: Kritik yapmak üzere örnek metinler inceleme

7.Hafta: Senaryonun aşamaları, (sinopsis, tretman vs.)  

8.Hafta: İyi senaryoların sırları… 

9.Hafta: Örnek senaryo metinleri inceleme- Birlikte senaryo yazma çalışmaları

10.Hafta: Kısa Film gösterimleri ve kritikleri

11.Hafta: Uzun Metrajlı Film gösterimleri ve kritikleri

12. Hafta: Katılımcılarla birlikte eğitimin genel değerlendirilmesi-Kapanış kokteyli –Sertifika Töreni

AÇIKLAMALAR:

1-Bu seminerler AKTİF KADIN ÇALIŞMALARI DERNEĞİ’nin bir eğitim hizmetidir.

2-Eğitim 7 NİSAN 2011’ Perşembe akşamında başlayacak ve 12.haftanın sonunda Haziran ayı içinde bitecektir. -İlk ay için seminer tarihleri şöyledir: 7-14-21-28 Nisan 2011 Perşembe hafta içi 18:00-20:30 saatleri arasında haftada bir gün-

3-Seminer eğitmeni yazar SADIK YALSIZUÇANLAR’dır. http://www.sadikyalsizucanlar.net/index.php

4- Dileyen katılımcılarla Hocamız Sadık Yalsızuçanlar’ın programına göre ayarlanacak zamanlarda gelenek ve irfandan, sinemaya ve sanata, yazarlıktan edebiyata birçok konunun konuşulduğu buluşmalarımız seminerler bittiğinde de devam edecektir.  

5-Eğitim başlangıç seviyesi içindir. Daha önceden herhangi bir temel seviye edinmiş olmanıza ya da yazı yazıyor olmanıza gerek yoktur. 
6-Kurulan e-posta gruplarından mesajlaşmalar ve görüşmeler eğitim süresince ve akabinde devam eder.
7-Eğitim esnasında yapılan çalışmalar http://www.kalemsah.com/  adresinde yazarının izniyle yayınlanır.
 8-Eğitim sonunda katılımcılara AKTİF KADIN ÇALIŞMALARI DERNEĞİ tarafından seminer katılım sertifikası verilecektir.

Eğitim Yeri:
 AŞTİ metro durağı yakını -ANKARA

EĞİTİM SORUMLULARI:
1-Firdevs Canbaz Yumuşak
2-Handan Güler-avhandan@hotmail.com


KONTENJAN SINIRLIDIR. LÜTFEN ACELE EDİNİZ
Ön kayıtlar için avhandan@hotmail.com adresine ileti gönderiniz.


25 Ağustos 2010 Çarşamba

BAŞLANGIÇ...LAR ZORDUR...AMA DENEMEYE DEĞER






  • Yapım:
    2010 ~ ABD,  Fransa,  İngiltere,  Japonya
                              Tür:Aksiyon,  Bilim Kurgu,  Dram,  Fantastik,  GerilimGizem,  Macera,  Suç
  • Yönetmen:
  • Senaryo:
  • Senaryo (Kitap):
  • Yapımcı:
  • Görüntü Yönetmeni:
  • Müzik:
  • Filmin Websitesi:
  • Süre:
    2 saat 22 dk
    Dom Cobb (Leonardo DiCaprio) çok yetenekli bir hırsızdır. Uzmanlık alanı, zihnin en savunmasız olduğu rüya görme anında, bilinçaltının derinliklerindeki değerli sırları çekip çıkarmak ve onları çalmaktır. Cobb’un bu ender mahareti, onu kurumsal casusluğun tehlikeli yeni dünyasında aranan bir oyuncu yapmıştır. Ancak, aynı zamanda bu durum onu uluslararası bir kaçak yapmış ve sevdiği herşeye malolmuştur. Cobb’a içinde bulunduğu durumdan kurtulmasını sağlayacak bir fırsat sunulur. Ona hayatını geri verebilecek son bir iş; tabi eğer imkansız “başlangıç”ı tamamlayabilirse. Mükemmel soygun yerine, Cobb ve takımındaki profesyoneller bu sefer tam tersini yapmak zorundadır; görevleri bir fikri çalmak değil onu yerleştirmektir. Eğer başarırlarsa, mükemmel suç bu olacaktır. Ama ne dikkatle yapılan planlamalar, ne de uzmanlıkları, onları, her hareketlerini önceden tahmin ettiği anlaşılan tehlikeli düşmanlarına karşı hazırlıklı kılabilir. Bu, gelişini sadece Cobb’un görebildiği bir düşmandır.




















    Kişisel Kanaatim: Muhteşem bir filmdi. Aksiyon filmlerini çok sevmememe rağmen sonuna kadar heyecanla, hayretle, muhteşem görüntüler diye diye seyrettim. Çok sağlam bir senaryosu da vardı. Teknik açıdan da oldukça başarılı idi. Dün okuduğum ve henüz yazısını yazamadığım Tombul Yürek adlı çocuk kitabını tamamlıyor olması da dünyada tesadüfün olmadığını bana bir kez daha hatırlattı. Vaktiniz varsa mutlaka gidin bu filme derim:))   

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin