sevgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sevgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2011 Cuma

DEDEMİN İNSANLARI’NIN İÇİMDE ÇAĞ(LAY)AN IRMAĞI…


Epeydir süren mesleki sınav telaşlarım sebebiyle, yazmaya, seyretmeye, yaşamaya verdiğim aradan sonra dün sabah sınavdan çıkar çıkmaz sinemaya koştum. Vizyondakilerden bile bihaber gittiğim sinemada tesadüfen bazı tanıtımlarını gördüğüm ama üzerine kesilmiş ahkamlara dair tek yazı okumadan sadece Çağan Irmak ismine güvenle DEDEMİN İNSANLARI ‘na girdim. Filmden çıktığımda epey ağlamıştım. Buna rağmen bir o kadar da gülmüş olmanın keyfiyle doluydum.  Toprak çekiyor olmalı ki, Çağan Irmak’ı, filmlerini, insancıl bakışını kaybetmeden basit ve güzel hikayeler anlatışını seviyorum.  Basit ve kolay yazmanın, böylesi filmler çekmenin, hele de herşeyin görmek, görülmek, kısacası gösteriş üzerine kurulu olduğu zamanları yaşarken basit olmanın zorluğunun farkındayım. Bu cümleyi basitçe söyleyemediğimden bahisle, “Basit”liğin ustalığın zirvesi olduğunu kabul ediyorum.   
İyi sinema filmlerini domino taşlarına benzetirim… Dış dünyadan kopup karanlıklar içinde salona girdiğimizde önce reklamlarla kirlenen hafızamız, ışıkların tamamen sönüp filmin başlaması ile alır götürür bizi zihnimizin arka odalarında biriken anılardaki bize. Binlerce resmin arka arkaya aktığı filmde her karenin zihnimizde bir başka kareyi harekete geçirerek domino taşlarının devrilişleri ile büyüleyici bir başka resmi ortaya çıkarması gibi iyi bir filmden çıkarken de yeni bir resmin parçası oluruz. Bu resim ne kadar gerçekçi ise kalbimize ne kadar değdiyse filmi de o ölçüde severiz.
Bu filmde memleketimi, egenin sıcak insanlarını, sonlarına yetiştiğim seksenleri, annelerin çocukları rahatça yalnız başına evden gönderebildiği, yürüyerek okula gidildiği, dükkanların kapısına kilit vurulmadan yemek yemeğe gidilebildiği güven dolu çocukluk günlerimi yani hayatın saflığını gördüğüm  için olsa gerek beğenerek izledim.

Ve film boyunca domino taşları devrildi içimde beni kendimle, babaannemle yüzleşmenin eşiğine getirdi. Rahmetli babaannem 1917 de İzmir’de doğmuş, babasını, amcasını, hasılı kelam ailenin erkeklerini Çanakkale Savaşı’nda yitirdiğinden etrafında pek fazla erkek figürü görmeden büyümüş. Babaannemin annesi de 1908’li yıllarda 9 yaşında iken mübadele ile Girit’ten İzmir’e göçmüş bir ailenin kızı. Erken yaşta evlenip kız çocuklar doğurmuş ancak kocası savaşta şehit olunca çeşitli işlerde çalışarak çocuklarını büyütmüş yalnız ve güçlü bir kadın. Ve babaannem bu zorunlu olarak anaerkil olan ailede güçlü olmak zorunda kalan bir kadının güçlü(yü oynamak zorunda kalan) kızı…

Ben doğduğumda 60 yaşında olan babaannemle 18 yaşına kadar birlikte olabildim. Bu sürede iki ev değiştirdik ve babaannem her daim alt katımızda oturdu. Doğduğum, çocukluğumun geçtiği bu bahçeli evler Bornova’da olup babaanneme aitti. Dedemse bu evlere, annesinin kaderini yaşayarak  genç yaşta dul kalan babaannemin ikinci kocası olarak sonradan gelmiş, babaannemden sekiz yaş genç ve ona aşık bir adamdı. Aynı zamanda babaannemin teyzesinin torunu olduğu için Girit’ten gelmiş bir ailenin en küçük-haşarı bir oğluydu. Babaannem hem yaşının hem annesinden gördüğü zorunlu aile yapısı nedeniyle hem de mal varlığının gücüyle evde baskın bir karakter olmayı başarmıştı.
Buraya kadar göç dışında filme paralel giden bir durum olmasa da anlattıkça anlayacağınız durum için bu ayrıntıları verme gereği duydum.

Güçlü insanların yaralarının çok derin olduğunu düşünürüm. Sınana sınana çelikleşen bir iradeleri ve olaylara bakışları olur. Hele yeri doldurulmaz kayıplar yaşamış olmak hayata bilgece bakabilmeyi getirir çoğu zaman. Ama yine de insanın içinde kalan bir çocuk vardır ve o çocuk ara ara yüzünü göstererek huysuzluklar yapar, kanayan yaralarını hatırlatır insana. Bu nedenle ne kadar olgun, görmüş geçirmiş olsa da çocuksu halleri vardır bütün insanların.
Babannem çevresinin sevdiği, akıl aldığı ve iktisatlı olmayı yaşam biçimi haline getirdiğinden her daim dolu olan cüzdanı sebebiyle herkesin sık sık borç istediği, sohbetine doyulmaz, güler yüzlü bir kadındı. Dışarıdan bakan, içten kahkahalarını gören hiçbir derdi yok zannedebilirdi. Zaten şimdilerde dert edindiğimiz bir çok şey o ve onun zamanını yaşayan insanlar için dert değildi. Filmde Çağan Irmak’ın dediği gibi “şimdiler olsa travma derlerdi biz yaşamamız gereken ne varsa hepsini yaşadık, toslamamız gereken her şeye tosladık.”diyebilecek cinsten bir yaşamdı babaanneminki.

Babasını doğduğunda, aşık olduğu kocasını evliliğinin baharında henüz 24 yaşındayken, kocasından yadigar bir kızını kocasını gömdükten kısa süre sonra kaybeden, sık sık hasta olan nazenin diğer kızı ve karnında taşıdığı oğlu ile hayata tutunmayı başaran, dışarı dikiş dikerek evini geçindiren, çocuklarını okutan bir kadın. Dul olmanın ayıp olduğu zamanlarda yaşadığından ikinci bir evlilik yapan, o evlilikten doğan babamı diğer çocukları ile beraber büyüten ve ona çok aşık olsa da içtiği zaman dellenen, iyi kalpliği yüzünden sürekli kurduğu işleri batıran bir adamla tek tokat yemeden 45 sene geçinebilmek başarısını gösteren zeki bir kadın bahsettiğim.

Ama bir yandan da adını koymayacaklar diye babama uzun süre küsen en sonunda ilk kız torun olan bana adı verilince üst kata çıkıp annemi ziyaret eden bir kadın babaannem. Dolayısıyla benim babaannemle ilişkim bir inatlaşma üzerinden başladığından olsa gerek hep böyle sürdü. Herkesin sohbetini sevdiği bu kadınla bir ben bir de babamın geçinemiyor olması nedendi diye düşününce aynı ona benzediğimiz ve benim dediğim olacak noktasında hiçbirimiz taviz vermediğimiz için olduğunu yeni yeni anlıyorum.
Ve aslında onu ne kadar çok sevdiğimi öldüğünü uzak bir diyarda öğrendiğimde anladığımı anımsıyorum. Bir kurban bayramı arefesinde İzmir’e geldiğimde 27 gün olmuştu öleli ve sınavlarım var diye bana söylememişti ailem. 18 sene beraber olduğunuz biri daha ayrılalı bir sene olmuşken döndüğünüzde oturduğu köşede olmayınca çok dokunuyor insana. O geceyi hatırlıyorum; dedem onu kaybetmenin perişanlığı ile babaannemin adını taşımama  gurbette olmam da eklenince öyle sıkı sarılmış ve yerine sen kaldın kızım diye diye ağlamıştı. Uykusuz bir geceden sonra öğlene doğru Konak’a gitmek için çıktığımda annem bayram temizliği için alt katta olduğundan anahtarı oraya bıraktığımda kapıyı dedem açmış ve gülümsemişti. Annem çok oyalanma, çabuk dön, çok iş var dediği o gün biraz geç kalınca anneme görünmeden yukarı çıkmıştım. Ben apartmana girerken kapının önüne gelen cenaze arabasından inenler bizim binaya girince ne çok ölen var bu ara diye içimden geçirmişken hemen arkamdan ağlayarak gelen annem deden öldü demişti. Daha babaannemin yokluğu fikrine alışamamış, onun yasını tutamamışken dedemi de kaybetmiştim. Dalga geçme birkaç saat önce gayet iyi idi diye tepki vermiş, inanamamıştım anneme. Öğlen sapa sağlam olan dedemin cenazesini herkes bir koldan koşup ikindi namazına yetiştirmişler, çok sevdiği karısının yanına defnetmişlerdi. Herkes, ne büyük aşkmış, onsuz yaşayamadı, ne çok seviyormuşlar birbirlerini, Allah toprakta da ayırmadı demişti. Babam bir anda garip olmuş, anne babasını 28 gün ara ile defnetmenin acısı ile bu dünyada gurbete düşmüştü. O günden sonra da babam epeyce değişti, bir başka olgunluk, sakinlik geldi üzerine. Artık kafası attığında çekip gideceği, orda da rahat durmayıp çekişeceği birileri yoktu alt katında. Ve hayat huzursuzlukla, kavgayla geçirilemeyecek kadar kısaydı. Ahiret hayatı bir nefes kadar yakındı, her an hazır olmalıydı. Bu hazırlık belki de en çok dışarıda ahkam kesmeyi bırakıp daha fazla içe dönmekle sağlanacaktı,birçoğumuzun sözde söylerken özde ıskaladığı bu gerçeği idrak eden babam sosyal yaşamdan da kopmadan halkın içinde Hakk’la beraber olmanın yollarını arşınlamaya başladı.

Yokluğunu ölümünden sonra çokça hissettiğimiz babaannem, o neşeli, olgun, görmüş geçirmiş kadın sık sık benimle ve dünya görüşü farkından dolayı babamla uğraşırdı. Ben de babasına aşık her kız çocuğu gibi babamı ve kendimi savunmak için sürekli teyakkuz halinde bulunur, hazırcevaplığı ile tanınan babaanneme laf yetiştirme telaşına düşerdim. O ise sözünün üstüne söz söylenmesinden hoşlanmadığından kızar otoritesini sarsan bu iki figüre babama ve bana daha fazla yüklenirdi.  Babaannemin en kızdığım sözlerinden biri “İsmimi senden geri alacağım, sen bize hiç benzemedin, onlara benzedin, göçmenlere” demesiydi. “Kardeşin aynı biz, keşke ona verseymişim ismimi, o bizden, Girit’li o.” diyerek beni kışkırtır, lafımın altında kaldığında bu şekilde üste çıkardı. Eeee, bütün ömrü zeytinyağ yiyerek geçmiş biri olarak ben de altta kalmaz cevap verirdim ona. Sırf babanneme inattan yemediğim otlardan hareketle, damak tadımın anneannemin yemeklerine yatkınlığını baz alarak bu ithamda bulunurdu çoğunlukla. Tabi bir de renkli gözlü olmam da göçmenliğime kanıttı. Biz yerlisiyiz İzmir’in der, bana nispet olsun diye aslında huyu anneme benzediği için anlaştığı kardeşimi bağrına basardı.
Gerçekten de İzmir’in insanın büyük kısmı mübadele ile gelen Girit Osmanlılarıydı. Şehirde epey de Rum yaşardı. Kaynaşmış bir kültürdü İzmir’de Rum’lar ve Türkler. Müslüman olmasalar da çok hassas ve insancıldılar diye anlatırdı babaannem komşularını. Mahallede bir cenaze olsa bir hafta radyo açmazlar, bayramda bizle bayram yapar, bizim gibi yani Müslüman -Türk gibi yaşarlardı diye anlatır, bahsettiği kişilerden ölenler için ah çekip içli içli toprağı bol olsun derdi.

Bugün buradan bakınca Osmanlı’nın çökme sürecinde bile çok kültürlü coğrafyasındaki yönetim başarısını görmek gerek. Kimseyi kendi etnik kimliğinden koparmadan, kendisi olmaktan vazgeçmeden beraber yaşamanın mümkünlüğünü gösteren bu fotoğrafı iyi okumalıyız. Bugün belki de en çok ihtiyacımız olan empati gücünü, insan olmayı, güvenmeyi yeniden öğretecek kodlar o fotoğrafta saklı.

Ama işte filmde de gördüğümüz gibi ötekileştirme, oralara yeni geleni kabul etmeme, içten içe eleştirerek öz yurdunda garip hissettirme durumu imparatorluktan devlete geçişte öne çıkarılan milliyetçilik fikri sayesinde bocalayan halkın birbirine reva gördüğü bir hal olunca yavaş yavaş kardeşlik duygusu da zedelenerek bugünlere gelindi.
Babaannem çocuk yaşta evlenen göçmen bir annenin çocuğu iken, ilkokula kadar Türkçe’yi çok da bilmezken, aksanı onun göçmen olduğunu ele verirken muhtemelen itilip kakılmalara maruz kalmış ve filmdeki çocuk gibi içinde kin büyütüp yaralanmıştı. Ve hayatında onu karşısına alıp bu kızgınlığına bilgelikle karşılık verecek “Onlar da bizim insanımız” diyecek, onu üzenlerin karşına çıkıp onu koruyup kollayacak güçlü bir erkek figürü olmadığından hep bunun ezikliğini hissetmişti.

Yıllar sonra nesiller değişip kendisini İzmir’in yerlisi gibi hissetmeye başladığı zamanlarda hem çalışkan ve hem de güzel oluyorlar diye Bulgaristan göçmenleri içinden annemi gelin alsa da, babaannemin her kafası attığında onlar göçmen vurgusu yaparak bununla çevresindeki göçmenlere karşı şefkatsiz söylemlerde bulunduğu da bir gerçek. Bu filmi seyrederken şunu hissettim; aslında göçmen kelimesinin içinde oluşturduğu sızının bastırılma çabasından başka bir şey değildi kendisi de göçmüş birinin kendinden epey sonra göçen kişilere olan bu tavrı. Filmde çok az verilen bu bölüm sayesinde kalbimde böylesi bir sayfa açılırken, babaannemin aslında bana değil de içindeki çocuğa kızdığını fark ettim. Öyleyse ben yanlış bir şeyler yaptığım için kızıyor değildi babaannem, belki de beni kendisine en çok benzettiğinden sıkıştırıyordu. Demek benim bir hatam yokmuş duygusu kapladı içimi. Keşke daha detaylı işlenseydi mübadele kavramı ve göçmenlerin acıları diye düşünürken babaanneme olan kızgınlığım birden merhamete dönüştü. Keşke dedim birkaç Çağan Irmak daha olsa ve binlerce sessiz hikayeyi o muhteşem bakışı ile perdeye aktarsa. 

Aslında beni babaannemden ziyade anneanneme yaklaştıran göçmen mutfağına olan yakınlıktan çok anneannemin merhameti, ilgisi, her şeyi sevgi ile karşılaması idi. Anneannemin de hayatı çok zor geçmişti ama işte insanlar yazılan kaderlerine verdikleri farklı tepkilerle karakterlerini de meydana getiriyordu.
Anneanneannem 1928’de doğmuş ancak doğduktan bir sene sonra annesini kaybetmiş, ailenin en küçüğü olarak babasının gözbebeği olmuş bir çocuk. Bu nedenle üvey annesi tarafından da çokça ezilmeyen hatta onu çok da seven bir çocukmuş. Ama işte ne kadar da olsa “analık” ana gibi olmadığından eksikliğini çektiği şeyi, kendisi fedakarane bir tavırla etrafına vermiş, tüm çevresine karşı şefkat dolu bir insan olmayı huy edinmişti. Hiçbir şeyden korkmayan, yılmayan, ağabeylerini pısırık bulan bu kadının ardında güçlü ve sevgi dolu bir baba figurünün olması da karakterinde en önemli etken olsa gerek.

 Anneannemin babası, kardeşleri ile beraber Bulgaristan’dan Çanakkale’ye gelip savaşan Türkler’den. Bulgaristan’a da Osmanlı’nın hassasiyetle uyguladığı ve bunun sonucunda fethettiği yerlerde ayakta kaldığı iskan politikası ile Karaman civarından getirilmiş Türklerden imişler. Çananakkale den sağ olarak kurtulan annemin dedesi İzmir’den düşmanın denize dökülmesinin ardından 4 yıl sonra döndüğü Bulgaristan’da her daim İzmir’i anlatmış ve bir gün mutlaka Türkiye’ye , İzmir’e gidin diye evlatlarına vasiyet etmiş. Anneannem Çanakkale ‘den dönünce dünyaya gelmiş ve babasının destansı savaş hikayeleri ile büyümüş. Korkusuzluğu ve atılganlığını da bunlardan almış olmalı diye düşünüyorum.
Yıllar sonra komünist  rejim Türkler’e eziyet etmeye başlayınca varlarını yoklarını orada bırakıp sadece kocası ve 4 çocuğu beraberinde bir bavulla turist vizesi alarak Türkiye’ye girmiş ve babasının vasiyeti üzerine İzmir’e yerleşmişler. Rahmetli dedem 40 yaşında imiş. Nasıl bir cesaret ki, kurulu düzenini, işini, malını mülkünü bırakıp sadece dinini daha rahat yaşamak için göç etmek… Dürüst olana, çalışana her yerde ekmek var deyip canla başla ailecek çalışarak kısa bir sürede İzmir’in yerlisinden daha hali vakti yerinde bir duruma gelmek… İnancın, azmin, uğruna yoluna çıkılan değerlerin hayata yansıyan zaferi olmalı bu. Ve hiçbir zaman göçmenliğinden utanç duymadan Peygamberimiz ‘de hicret etti, o da göçü, zorluğu yaşadı diyerek bundan kıvanç duyan bir duygu durumu taşımak ancak içindeki inancın duruluğu ile alakalı olmalı.

Ama işte geldiğin yerde Türk, göçtüğün yerde göçmen diye yaftalanmak, huzursuz edilmek, ötekileştirilmek belki de tüm göçenlerin kaderi. Bunları umursamadan ayakta durmak ise güçlü bir alt yapının eseri. Filmdeki dede gibi benim de annemin babası olan dedem dürüstlüğü, çalışkanlığı, insanlara verdiği tavsiyeleri, kurduğu sağlam dostlukları ile kendini topluma kabul ettirmiş biri. Bunu da onu bu hasletlerle yetiştirenlere, her zorluktan sonra bir kolaylık olacağını öğreten büyüklerine borçlu olmalı. Ümitsizliğin, çaresizliğin lügatında yer almadığı insanlardandı dedem ve anneannem. Tıpkı filmdeki dede gibi.  
Filmde  Girit’ten göçen Mehmet, helal süt emmiş bir çocuk. Mübadele esnasında günlerce gelecek gemiyi beklerken zor şartlarda bile namazlarını kılan insanların içinden gelmiş temiz bir toplumun, değerleri sağlam bir ailenin evladı. Bu terbiye ile büyüdüğünden dürüst, sevecen, çalışkan, yardımsever bir insan. Müslümanlığın şekilden ziyade karakterde yaşandığı, inancı zayıf olanların bile aileden çevreden öyle gördükleri için hakka riayet etmeyi adet haline getirdikleri zamanlar anlatılmış filimde. Ama sonrasında yıkılan bir imparatorluk ve yeni bir ulus oluşturmanın getirdiği zorluklar ile değişen şartlar, zamanla ülkesi zenginleşse de ruhunu yitirmenin fakirliği ile hak yiyen, çalan çırpan ve ahlakının menşei dininin öğretilerinden kopmuş bireylerin çoğalması ile içten içe çürüyerek bugünkü güvensiz ortama sebebiyet veren ülke tablosu hepimizin içinde bir yerlere dokunuyor. Acıtıyor, kanatıyor, o yılları, o eski, sağlam inançlı toplumu özletiyor.
Filmin senaristi ve yönetmeni dedemin hikayesi dediği filmde bizi bu sonuca götüren ayrıntıları o kadar iyi yakalıyor ve gösteriyor ki, filmi beğenmemek elde değil. Ancak Karanlıktakiler filminde yaptığını tekrar ediyor ve çıkış noktasında tıkanıyor. Özünde taşıdığı iyiliği ona kazandıran değerleri ilerleyen yıllarda toplumun genel yapısından da kaynaklı olarak hayatına hayat kılmayan dede de çıkmaza sürükleniyor. Dedesini özlüyor ama öyle çocuklar yetiştiren bir ailenin karakteri haline gelmiş dinamiklerini göz ardı ediyor. Geçmişi ile bağları koparılarak dinamitlenmiş bir toplumdan yine dürüst, sevecen, tatminkar, kadere isyan etmeyen insanlar çıksın istiyor. Ama artık günümüzde o sağlam nesillerin yetiştirdikleri evlatlar bile toprak olmuşken, başarılı olmak için her yol mübah kabul edilip şeytanın aklına gelmeyecek oyunlarla insanlar birbirinin ayağını kaydırırken hele de günümüzde görünürde muhafazakarlaşan halkın özünde ahlakı giyinememiş olmasından ötürü, (belki de bu tablonun verdiği psikoloji ile) böyle bir toplumun gelemeyeceğini ıskalıyor.

 Ama tersten tuttuğu feneri ile bize aslında hangi hasletleri kazanırsak huzurlu ve herkesin birbirini olduğu gibi kabul ettiği bir toplumu tekrar oluşturabileceğimizin izleklerini sunuyor. Bu nedenle Çağan Irmak’a çok teşekkür ediyorum. Bizi nice samimi hikayelerle buluşturup kendini gerçekleştirme çalışmalarında başarılar diliyorum. Bir röportajında “ Kendimi de, film çekmeyi de fazlaca ciddiye almadığım zamanlarda çektim bu filmi” diyen başarılı senarist-yönetmenin usta işi filmlerinde bundan sonra benliğini taşa çalan bilgeler gibi daha farklı işler ortaya koyacağını umuyorum.

Doğru soruları sormak öyle önemlidir ki, bir gün bir de bakarsınız aradığınız cevaplar sizi yormadan önünüze çıkmış, kalbinizi sarıp sarmalamış, oradaki yaralara bir bir merhem olmuş.
Bir film beni bunca sorgulamanın içine attı, Çağan Irmak dedesine ithaf ettiği filmi ile babaannemle çatışan taraflarımın fazlalıklarını aldı, derinlerde bir yerde ayrı bir huzurun kapısını araladı. İçindeki ezik çocuğun sesini bastırmak için çocukça bir tavır sergileyerek bana her kızdığında bu yolla üzen, sen onlara benzedin, kardeşine vermeliydim ismimi diyen bir babaannem vardı. İçimden “Hayır, benTürk’üm, göçmen değilim” diye bağırsam da dışımdan sadece babaannem sinir olsun diye “Evet, ben onlardanım” diyen, kendince zayıfın, hor görülenin yanında yer alan bir torun. Bu adaş iki çocuğun inatları yüzünden o güzelim Girit otlarından yapılan salataları, radikayı, turp otunu yıllarca yemedim, şevketi bostandan, arapsaçından uzak durdum. Neler kaçırdığımı yıllar sonra fark ettim ve bütün otların tadına bakıp müdavimi oldum ama bunları görmeye babaannemin ömrü vefa etmedi. Yıllarca içimde taşıdığım ismimi değiştirme sevdasından da zamanla vazgeçtim.
Şimdi, içimdeki o kızgınlık yerini şefkate bırakınca zihnime babaannemle geçen güzel günlerden de hatıralar gelmeye başladı. Mesela üniversite okumak için başka bir şehre giderken babaannemle vedalaşma sahnem dün gibi taze hafızamda. Babam, bizde kızlar evden bir kere çıkar dediğinde onu susturup o şimdi okumaya gidiyor bu laf gelin olduğunda söylenir, bu ev onun, hem gelin de olsa her zaman döneceği tek yer burası diyerek bana sarılışının verdiği güven hala içimde. Yıllar geçmesine rağmen kaderin çizdiği yolum İzmir’e uğramadığından bir daha dönemesem de biliyorum ki her zaman sığınabileceğim bir evim var İzmir’de. Babaannemin, hatta babaannemin annesinin emeği, teri ile yapılmış, önünde babamın annesinin diktiği çam ağacının olduğu, babamın, benim doğduğum ev, bir evim var İzmir’de. Ve bir de aslında beni çok sevdiğini sonradan fark ettiğim babaannemin anıları, birkaç parça eşyası, fotoğrafları var İzmir’de. Belki daha fazlası zihnimin her köşesinde. 
Bana kendimle yüzleşme fırsatı verdiği, şanslarımı hatırlamama vesile olduğu, ülkeye, insanımıza dair  sorular sordurttuğu için bir kez daha Varolsun Çağan Irmak. 
Herkese doğru soruları kurma şansı verilmesini, cevapların da fazlaca beklemeden ikram edileceği hayatların başrolunde olmalarını dilerim.

Oyuncuların her birinin muhteşem ve yöre insanının doğal halini yansıtan oyunculuklarını da belirterek DEDEMİN İNSANLARI filmini görmenizi salık veririm.

Bu arada merak edenler için bu canlı Ege filminin konusu yapımcıların kaleminden şöyle anlatılmış:  
Ozan, Ege'de küçük bir sahil kasabasında yaşayan 10 yaşında bir çocuktur. Girit göçmeni dedesi Mehmet Bey nedeniyle arkadaşları onunla "gavur" diye alay etmektedir. Yalnız kalmaktan korkan Ozan, başta dedesi olmak üzere ailesine kızar "Biz Türküz." diyerek onlara kafa tutar.
Ozan'ın dedesi Mehmet Bey, kasaba eşrafından, saygın bir adamdır. Kasaba halkına kol kanat gerer, sorunlarıyla ilgilenip, onlara yardım eder. Hoşgörürsüyle bilinen Mehmet Bey torununun bu durumundan dolayı üzülmekte ve endişe duymaktadır. Mehmet Bey daha yedi yaşındayken, ailesi zorla topraklarından kopartılmış, mübadeleyle Girit'ten göçmüşlerdir. Mehmet Bey'in en büyük arzusu ölmeden evvel doğduğu toprakları görebilmektir. Bu özlemle sık sık içinde mektuplar olan şişeleri Ege'nin mavi sularına bırakmaktadır.
DEDEMİN İNSANLARI, küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin geçirdiği büyük değişimi anlatıyor. Kalabalık ve sıcak Ege insanlarının hikâyesini izlerken, mübadeleye, öteki olmaya, nereye gidersen git bir yere ait olamamaya, iki yakaya, çok sayıdaki azınlığa, ihtilallere, bir defa daha ama bu kez farklı bir yerden bakacaksınız.”

HANDAN GÜLER

16 Haziran 2011 Perşembe

BABAMA MEKTUP ...Ne güzel bir mektuptur...

Sevgili babacığım,


Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın bir çok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.


Sana bazı şeyleri anlatamadım. Bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin – kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu sanki. Çaresizlik yüzünden bir çok şeyin anlamı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? Fakat ben artık bir meslek adamı oldum babacığım. Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, “Ne güzel” diyorlar, “Bunu bir yerde kullansana.” Onun için, çok özür dilerim babacığım, seni de bir yerde, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum. Bana kızınca –bu çok sık olurdu- “Senin aynadan gördüğünü ben ‘dıvardan’ görürüm,” derdin. Annemle birlikte ‘dıvar’ sözünle alay ederdik. Ben de şimdi küçüklerime karşı –artık benden küçük olanlar da var babacığım- bu cümleni kullanıyorum, gülüyorlar

22 Ekim 2010 Cuma

Avuçiçi Kadar Mutluluk Yeter

                                                 


“Avucunda biriktirdiklerin çok güzel” dedi bir seferinde.
Sabah uyandığımda hava bulutlu, içim yağmurluydu.
Sele dönüşmeden kalbime yağan, tedbirimi aldım, baraj kapaklarını açtım. Gözümden damlayan inciler göğe dönmüş avucuma düşünce birden ıssız geceme gelen bu sözü hatırladım: “Avucunda biriktirdiklerin çok güzel”
Avucumu açtım, biriktirdiklerime baktım…Acıların arasından gülümseyen yüzler gördüm, o günlerin geçtiğine sevinmiş, elemi eleyip huzuru duvara asmışlardı. Şarkılar vardı, hepsine denk düşen, yakan, yıkan aşka düşüren…

Mesela birinde;
“Fikrimin İnce Gülü
Kalbimin Şen Bülbülü
O Gün ki Gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..
Gördüğüm Günden Beri

Olmuşum İnan Deli
O gün ki gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..
Ateşli Dudakların
Gamzeli Yanakların
O gün ki Gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..” diye inliyor, sesi delip geçiyordu aşığın yüreğini.
Bir başkasından İstanbul göz kırpıyordu, masmavi… Özlemin de güzel olduğunu anlatıyordu, kavuştuğun günlerin resimleri. Musikinin hüzünlü nağmeleri bile serinletiyordu boğazın dalgalarına gizlenen hafif esintiler gibi.

Kırık bir kalbe söylenen teselli sözleri, yalnızlığın paylaşıldığı gecelerde yüze düşen bir tebessüm resmi, annesiz bir çocuğun bağra basılıp ısıtıldığı şiirler gibi nice güzel ses, görüntü, harf birikmiş avucumda meğer. Hepsi de öyle değerli ki…

Anıların kanatları alıp götürdüğünde bizi geçmişe, bugünkü sizi oluşturan her şeye teşekkür etmeli. Canınızı acıtanlar en çok merhameti istiyor belli ki, duyun onu, sevin, dokunun diye canhıraş bir halde acıtmış sizi. Sizinle gülen, sizi güldürenden daha çok gülümsemeyi öğretmiş belki. Sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak bundan gerekli. Sıkıca kapadım hafızamın avuçlarını, akıp gitmesin hiçbiri. Avucumda biriktirdiklerim hem çok güzel hem çok kıymetli.

Yine dosttan bir inci: “Matematiğin bittiği yerde hesabı, hesabın sahibine bırakmayı bilmeli…”

Bırakıyorum kendimi, merhametinin enginliğine…Beni zayi etmezsin değil mi?

handan güler

BU YAZI KALEMŞAH.COM' DA YAYINLANMIŞTIR

20 Eylül 2010 Pazartesi

KONUŞ(MA)…

Bu yazı KALEMŞAH.COM' da yayınlanmıştır.



 

"Bir güzel susmak geliyor içimden." dedi.

 

Susma dedim, konuşalım…Takas edelim yalnızlığı…

 

Öyle çok, öyle derin ki, "Hangi cebini karıştırsan yalnızlık." (Turgut Uyar) dedi.

 

Hangimizin öyle değil ki, dedim, bir yerden başla anlatmaya iyi gelir belki.

 

"Senin de kıyılarını/ elinden aldılar mı" (İbrahim Tenekeci) dedi, uzaklara dikti gözlerini.

 

Almazlar mı? Bazen kıyılarıma ulaşamadan çaldılar hayallerimi kelimeleri dökülünce dilimden, desene "Biz her çağda kızılderili/ Biz her yerde hep yerdeyiz."( Hüseyin Atlansoy) değil mi?, dedi.

 

‎"Nerelisin yeğenim? / Hüzünlüyüm dayı." derdim bir zaman memleketimi sorana, sonra hüzün gelip otağını kurdu kalbimin tam ortasına. "Hüzün ceketimin iç cebinde bir tütün yaprağı gibi" (Cafer Turaç)

 

Benimse "Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile/ Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün." (E. Cansever) dedim.

 

"Yaşamak deriz -Oh, dear- ne kadar tekdüze." (İ. Özel) dediği gibi şairin, aynı düzlemde gidiyoruz işte, bir hayalin peşinde koca bir aldanmışlık sarmış evrenimizi, sarmalamış bizi gölgeler misali dedi.

 

“Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm 
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana” diyorsun yani diye ilave etti…

 

Elbette, öyleyse ne gerek var, her şeyi dert etmeye, dedim…

 

‎"Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar." Diyebiliriz değil mi dedim acı bir tebessümü iliştirip dudağımın kenarına…

 

Aynen öyle, her şey sahte“Korkuların karanlıktan doğmadığını anladım – korkular da yıldızlar gibi – hep oradadırlar ama gün ışığı onları gizler...”
dese de Nietzche, korku da bir ezberlenmiş bir replik sadece. Bir dekorda yaşıyoruz, rolümüzü oynuyoruz vakti gelince. Figüranlar gibi girip çıkıyoruz birbirimizin sahnelerine diyerek sığındı sessizliğe.
‎‎"Biraz aklınız karışacak galiba efendimiz. Bilmem ki. Karışsın Olric. Bugüne kadar boş bir kağıt gibi temiz kaldı. İyi koruduk uzun süre. Biraz da zorlansın. Saflığını kaybetsin biraz. Aklımız, maceralardan korkmasın biraz. Ne demek biraz? Hiç korkmasın. Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun? Sonra Oblomov gibi erken ölürüz. İyiyi kötüden ayırmasını öğrenmek istiyorum. Uğraştı da beceremedi desinler. Biraz heyecanlanıyorum; bilmediğim, görmediğim hayallerin baskısını hissediyorum, efendimiz. Sizin için korkuyorum. Belki, çok önceden hazırlığa girişmeliydiniz efendimiz. Gülünç olurum diye mi korkuyorsun Olric? Zarar yok, gülünç olalım. Bir yere varalım da ne olursak olalım. İyi aklıma getirdin Olric: Don Kişot'u da almalıyız. Çok iyi niyetli bir ihtiyardır. Aklın macerası önemli Olric. Ben de okumadığım kitaplardan en iyi anlayan insanım bu dünyada." diyor ya TUTUNAMAYANLAR’da Oğuz Atay, gülünç olmak da dahil korkulardan kurtulup yürüyelim hayatın içinde, aşkın izinde dedim bir doz heyecan katıp orta şeker keyfime.
Bak dedi; "Bizim gibiler... Kadın ve erkek fark etmiyor: yapayalnızlar: sizi aşka götüren yolda, kim ve ne olursanız olun, sonsuza dek yapayalnız. Kadınlığınız, erkekliğiniz işe yaramaz. Aşk ya yıkıp geçer ya da sizi yapayalnız bırakır." demiyor mu Selim İleri, Yarın Yapayalnız’da. Haklı değil mi söyle bana diye ısrarla sorunca şiirden bir dal uzattım ona:
 Lale Müldür ne diyor biliyorsun: “Ormanda bir kuş hızla dönüyordu. Aşık olduğumuz zaman yürek denen ormanda bir kuş anormal bir hızla döner ve kaçmamız gerektiğini söyler bize çünkü her şey çok fazladır kendi etrafında nefes kesici bir biçimde dönen bir kuş kendini ve etrafındakileri yaralar tehlikedir onun adı… “
Tehlikeden sıyrılmak mı zordur, kendini aşkın sularına bırakmak mı bilinmez ama aşka kapısını aralamalı insan. “Aşkta ölüm gibi habersiz gelir” dese de şair açmayınca gönlünü aşkın frekansına geleni de duymuyor insan, kendini de tanımıyor bir başkasını kendine ayna kılmayınca dedim ümitvar bir tavırla.
Her seven
Sevilenin boy aynasıdır.
Sevmek
Sevilenin o aynaya bakmasıdır.” der ya, Özdemir ASAF diye ekleyince, evet tam da bunu demek istemiştim: Bırakmalı insan kendini mutluluğa götürecek sevgiye. Emek vermeli, sevdiklerine, diyorum işte.

Yorgunum. Açılan her kapının ardında gülümseyen bir yüz arıyorum." (Melek Paşalı) Anlıyor musun beni, yorgunum deyiverince atıldım hemen:

 

Yorulmak yok…Yürü ve vardığın duraklarda dinlen, konuk ol gönlünü açan talibe ve gülümse, bunca söz bunca kelime işte bu hakikati anlatmak için değil de nedir söyle?, hadi neşelen biraz, gül, gülümse…

 

"Harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm!" (H. Ergülen) deyince, ne güzel bir mısra bak isteyince oluyormuş geçmek, hüzünden neşeye diyerek gülümsedim yüzüne.

 

 O da gülümsemişken gözlerime, birden bire yüzü bulutlandı, “Korkuyorum yaklaşmaktan, yakınlaşmaktan”  diye mırıldandı. “Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür; bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar. Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam: “Bu köprüyü geçip bana gelir misin?” işte o anda artık bunu istemeyiverirsin; sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer; bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. Ama o küçücük köprüyü düşündüğünde, sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşar kalırsın.”( Irvın yalom-köprü) diye ekledi, korkusuna gerekçe gösterircesine.

‎"Benim harcım değil bir yâr sevmek gizliden." (İsmet Özel) diye de ekledi, şairden ödünç aldığı kelimelerle.

 

Aşk gizlenemez ki, dedim. Senden başka herkes görür bazen ışığı, insanın kendini görmesini engeller gözünün menziline giremeyen kör noktaları. Bu nedenle bir ayna önünde durmalı insan, yüreğine eş yüreğin sularına kendini bırakmalı…

 

“Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur." dedi, yüzünde muzip bir gülümsemeyle.

 

Aşka düşünce baktığın, gördüğün zaten hep o olur. Ve ondan sonra, aşığın kalbi  ancak kavuşunca sükun bulur, deyince ben, orada dur bakalım dedi. Aşka geldiyse konu, evvel yükseklerden uçup şimdilerde düze inen gönlümün diyecek sözü çok:

 

Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden. 
İnanırdım saadetli yolculuklara. 
Adalar var zannederdim güneşli, mavi, dertsiz. 
Bütün hızımla koşardım dalgalara. 
O zaman beni görseydiniz. 

Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden. 
Beni o zaman görseydiniz 
Siz de gelirdiniz peşimden. 

Ama simdi şu akşam saatinde 
Son liman kendim, bu döndüğüm, 
Bilmiş, bulmuş, anlamış. 
Hatırımda, bir vakitler güldüğüm. 
Yoluna can serdiğim o kaçış. 

Şimdi, şu aksam saatinde 
Dönüyorum görmüş, geçirmiş, atlatmış, 
Gözlerin doymayan sahilinde. 

(Özdemir Asaf)” diyor ya şair, “
Bir kere yanlış trene bindiyseniz; koridordan ters tarafa yürümenin hiçbir faydası yoktur “ dediği gibi Niechtze’nin, bazen yanlış limanlara sığınıyoruz. Sonra bir fırtına çıkıyor, kırılıyor dalgakıranları gönlümüzün, batıyoruz denizin dibine, sözü bırakıyoruz yine şaire: 
O günden sonra kuracak güzel bir cümlem olmadı hiç 
dünya için. Rüyalarım tüller ve silahlardan bu yana sisli. 
Kıvrılıp giden dargın bir yol, yolda eski bir taş, 
Limanda bağlı bir tekne, yosunlu bir halat gibi durdum. 

Uzağımda açık denizdi o yürüdü gitti. 
Ben kıyıda ıssız bir ev, ince boğazda gıcırdayan tahta iskele, 
iskelede bir lastik, az ilerde turuncu bir şamandıra, 
İçimde kuzeyden bir hatıra aksiyle durgun suya vurdum.”

“Okyanusta ölmez de insan, gider bir kaşık ''sevda'' da boğulur” dedikleri doğru demek ki.
Yine de emek vermeli insan, aşka uğramış gönlü, onu bilmezlere tercih etmeli. Ne diyor Halil Cibran:
 “Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız, 
Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız, 
Tanrı'nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız, 
Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun, 
Ve Tanrısal alemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda, 
Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın, 
Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun Sevgi 
Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin, 
Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın, 
Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın,
Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır, 
Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın, 
Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan, 
Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, 
Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, 
Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez “.... Bireyliğini kaybetmeden bir olmayı becerebilmeli, başarırsan bunu, dünyada yaşarsın cennet gibi dedim ısrarla.
Hayat bir muamma, bunu unutma dedi, en ciddi, en mütevekkil ifadelerinden birini takıp yüzüne, artık geldiği gibi yaşıyorum, ne sağımdan solumdan esen rüzgara aldırıyorum, ne de neden ben diye soruyorum, sadece seyrediyorum, vardır bunda da bir hayır diyor, gözümü bir sonraki sahneye dikiyorum:     

''Şiirler söylenir, şiirler biter
Biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da
Kahverengi avuçlarına mı gözlerinin
Tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa.''

Kısa bir öyküdür hayat 
Uğruna upuzun acılar çektiğimiz 
Kısa bir türküdür 
Bir kez daha söylemek için delirdiğimiz (Yılmaz Odabaşı)” diye söylemiş ya şair, bak ne diyor bir başkası:
“Yüzgörümlüğü selamı gözlerin alır ancak müntehir bir şairin dudaklarından. Düşleri erken çalınan çocukların masalında bir varsın bir yoksun evvel zaman içinde, sol memenin altındaki cevahir, dövüldükçe uslanmayan bir çocuk gözlerin için. Kalbim kendi masalında kendi kahraman bir gladyatördür.

Anla sevgili! Kahraman bir aşkı olmalı insanın, kahraman bir hüznü ve ağlayan bir gözü olmalı. En çok ağlamayı becerebilen bir göz gözdür ve taşan bir pınardan içilen su ab-ı hayat suyudur. Kaldır gözlerindeki demir perdeyi ve gözlerinde demir taraklarla taranmış gövdeleri, aşk ehli raks etsin, cezbeye dursun kalpleri.
Kör olsun ışığa meydan okuyan dağlar, aşka geçit vermeyen demir kör olsun. (Nevzat ONMUŞ)”

İyi diyorsun hatta, Cezmi Ersöz’ün
“Artık şimdi o karanlık denizde
'binlerce hiç kimseyim'
İki karanlık orman birbirini sevse ne olur, sevmese..." dediği noktadasın.

‎Ve ekliyorsun, "Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan"

Dahası var: Söz Atilla İlhan’ın:
“Hayır sanmayın ki beni unuttular
Hala ara sıra mektupları gelir
Gerçek değildiler birer umuttular
Eski bir şarkı belki bir şiir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir”

Başta söylemiştim sana, dünya sadece bir hayal… Bizi saran, sarmalayan, yıkan, her türlü duygu sanal…

“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar."

HANDAN GÜLER

 



9 Eylül 2010 Perşembe

GURBETTE…BAYRAMDA…


Zaman, içinde bir daha yıkanılamayan bir nehir gibi hızla akıp gidiyor hayatlarımızdan. Sürekli değişiyor takvim yaprakları, eksiliyor ömrümüz biz farkına varmadan.
Gün geceye bırakıyor yerini, çocuk gence, genç yetişkine…
Yetişkin…Gelişimin herhangi bir yönünde veya tümünde duraklama düzeyine erişmiş olan diye tanımlıyor sözlükler bu kavramı. Artık yetişkiniz, duraklama döneminin yükü üzerimizde ilerliyoruz gelmesi mukadder çöküş dönemine.
Bugün bayram… Bayram neşe demektir, kalabalıkta koşuşturmak, el öpmek, harçlık dağıtmak-toplamak, hasretle kucaklaşmak demektir sevdiklerimizle.
Bayramın yetişkinlere hatırlattığı ise zamanın akış hızı oluyor şimdilerde. Daha dün annemizin kollarında yaşarken, çiçekli bahçemizin yollarında koşarken şimdi bir garip halde gurbette olduğumuzu anımsıyoruz hüzünle.   
Gurbet; gariplik, yabancılık, vatandan ayrı düşme mânâlarına geliyor. Herkes bir şekilde gurbet yaşıyor bu dünyada. “Garip” oluyor bazen, kocaman sevgi dolu kucaklar açılsa da. Çünkü gurbet; sofiye ıstılahında, Maksud'a ulaşabilmek için, o güne kadar alışılagelen dünya ve onun câzibedar atmosferinden uzaklaşma veya o atmosferde uhrevî buudlu yaşama şeklinde yorumlanmıştır ki, buna dünyanın mânevî mimarlarının hâlleri de diyebiliriz. Bu mana derinliğinde dahi, çeşit çeşittir gurbet; hâlden hâle intikal gurbeti, halktan Hakk'a yönelme gurbeti, Hakk'tan halka nüzûl gurbeti bu sözcükle zihinlerimizde canlanan ahvâlden sadece bazılarıdır.
Ama bir de ıstılahı manadan uzakta, yaşamın ortasında yapayalnız bir yetişkin olduğumuzda, maruz kaldığımız gurbet vardır ki, acısı yürek dağlar.
Hele de vakit bayrama uğramışsa gurbetteki yüreğin acısı kat kat artar. Zaman ırmağında yitirdiklerimiz arttıkça özlemlerimiz büyür, bayramın diğer adı olan neşe hüzün-sabır ortak yapımı bir tebessüme evrilir. Gurbet kalmadı yalanı gereği telefonlar açılır, görüntüler, sesler, kelimeler değiş tokuş edilir, bir nebze su serpilir yüreğe.
Böyle bir bayramdayım yine, bir sürü kelimeler hediye ettim sevdiklerime. Güzel dilekler, dualar aldım özlem dolu seslerden. Vazifemizi yapmanın rahatlığı ile açmış kitabımı okurken bilmem kaçıncı gurbet yılımda, garip bir bayramdayken Barış Manço’nun “Bu gün bayram” şarkısı değiverince yüreğime, gözyaşlarım boşandı bendinden hüzünle. Birbirimize baktık ve sarılıp ağladık eşimle, annelerimizin özlem kokulu sesleri içimizde. En azından hala aynı zaman ırmağındayız diyerek teselli bulduk. Mezarlarının başında anne-babalarını ziyaret edenler, hatta onu bile yapamayacak kadar uzağa düşenler gelince hatırımıza, her şeye şükür dedik, kalbi bir duayla.
Sen gittin gideli içimde öyle bir sızı var ki 
Yalnız sen anlarsın 
Sen şimdi uzakta cennette meleklerle bizi düşler ağlarsın 

Bugün bayram erken kalkın çocuklar 
Giyelim en güzel giysileri 
Elimizde taze kır çiçekleri üzmeyelim bugün annemizi 

Sen yaz geceleri yıldızlar içinde 
Ara sıra bize göz kırparsın 
Sen soğuk günlerde kalbimi ısıtan en sıcak anısın 

Bu gün bayram çabuk olun çocuklar 
Annemiz bugün bizi bekler 
Bayramda hüzünlenir melekler 
Gönül alır bu güzel çiçekler” diye söylerken Barış Manço, onu da rahmetli diye anmak derinleştirdi gurbetimi.
Erken kalmadım bu sabah, hatta hiç uyumadım. Ne kahvaltıya yetişeceğim bir yer vardı ne de el öpmek için çalacağım bir kapı. Uykudan talep ettim koynuna sığınmayı. Biraz izin verdi gözlerime, sonra bir sürü rüya arasından sıyrılıp çıktım güne,  sessiz, sakin, kıpırtısız bir evin soğuk duvarlarına baktım öylece. Defalarca dinlediğim bugün bayram erken kalkın çocuklar şarkısı eşliğinde dolaştım hafızamın derinlerinde, en güzel giyisileri giydiğim zamanları, gözyaşları eşliğinde.    
Bayram çocuklar içindir gerçeğine binaen bari yavrumuzun zihninde güzel bayram resimleri dizilsin diye yollamıştık onu büyüklerine. Bu teselliyi alıp sarıldım “oğlummm” deyip özlemle. Yetişkin olmak buydu işte, gereklilikler üzerinden verilen kararları yerine getirip sağduyulu bir şekilde hayatı kabullenme.
Oysa çocukken öyle miydi? Nasıl da güzel telaşlardı bahtımıza düşen. Mesela bayramdan bir hafta önce Kemeraltı’na gider, bayramlık arardık, anne ve babamla, kardeşlerim yanımda. Hacıbabamın Araphan’ındaki dükkanına da uğrardık mutlaka, cam şişelerden soğuk su içerdik. Hacıbabam hemen yemek söylerdi bize, bir daha o tadı hiçbir yerde bulamadığım lezzetli dönerler yedim o birkaç metrekarelik dükkanın bereketli atmosferinde.
En güzelini alırdı babam, seçtiğim ayakkabı kırmızı olurdu çoğu zaman. Bazen birkaç bayramlığımız olurdu. Teyzem ve annem rahat durmaz, konfeksiyon ürünlerini beğenmez, “Burda” dergilerinden çıkardıkları kalıplarla kıyafetler dikerlerdi illa ki, bayramda en şık biz olalım diye.
Evleri temizlerdik günler önceden, ben en çok cam silmeyi severdim, varendaları yıkamayı, toz almayı. Şimdilerde yetişmekte zorlandığımız bu işler o zaman ne kolay gelirdi, boyum kadar koltukları devirir, altlarını silerdim, perdeleri yıkar, ütüler ve asardı annem.
 Teyzemlerle birkaç gün önceden bir araya gelip mutlaka cevizli ev baklavası yaparlardı. Hacıannem başlarında, olmadı öyle, becermezsiniz durun ben yapayım diye tez canlılığıyla atardı kendini hamurun başına, her biri ayrı usta olan kızlarına emirler yağdırırdı usulca. Yetişmeyecek, hadi sarmanın başına der bizi de harekete geçirirdi, dizildik mi bahçeden yeni toplanıp haşlanmış asma yapraklarının başına, tencerelerce sarmalar sarardık coşkuyla.
Muhabbetin ilişkilerin temelinde olduğu ve değdiği her yeri güzelleştirdiği, yorgunlukları neşeye çevirdiği zamanlardı çocukluğumuzun bayramları.
Tepsi tepsi su böreklerinin karnıyarıkların yapıldığı, tavukların, pilavların piştiği anneannemin iki metrekarelik mutfağını hatırlayınca daha da şaşırıyorum şimdilerde. Kocaman evlere sığamadığımız şu zamanlarda iki oda bir sofa, bir terasta nasıl onca kişi sığışır, mutlulukla kaynaşırdık anlamak zor. Demek ki büyüklerin sevgi dolu gönülleriymiş bizi ağırlayan. Dört oda bir salon değilmiş aslolan.
Lise ikinin başında ani bir trafik kazasında yitince Hacıbabam, bir daha bayram yaşamadım diyordum bunca zaman. Oysa dedemin ardından anneannem onbeş yıl yaşamış ve bize nice bayramlarda açmıştı kapısını. Son gününe kadar eksik etmemişti harçlıklarımızı, dualarını.
Anneannemin mis kokan ellerinden öpmekmiş meğer bayram, hacıbabamdan sonra da bayramlar görmüşüz aslında. Ama hacıannem de gidince ötelere, bayram sadece tatlı anıların eski adı olarak kazındı zihnime. Arada adını taşıdığım babaannem ve yirmi sekiz gün ardından dedem de gidince bayram çadırının tek direği anneannem kalmış meğer, o da bırakınca bizi gurbette, yürüyüp gidince sevinçle Sevgili’ye, yıkılmış neşe çadırı üzerimize. Çocukluktan yetişkinliğe çabuk geçiş yapıyor insan kayıplar üst üste gelince.
Bu sene de ayrılanlar oldu aramızdan, Hacı Enişte, Nuriye Teyze ramazanda yürüdü Cemal’e, büyük dayı daha önce. Artık memleketten sürekli kayıp haberleri geliyor, eksiliyoruz günden güne. Tabi yeni doğanlar, emekleyenler, yürüyenler, konuşanların haberleri de geliyor arada, yaşamın hızını anlatırcasına.
Daha dün anneannemin çatısında oyun oynadığımız, harçlıklarımızla çat-pat, çikolata  alıp kavgalar ettiğimiz, sonra sarılıp barıştığımız, topladıklarımızı yarıştırdığımız kuzenlerim birer yetişkin olmuş, yüzlerinde kederli ifade, çocukları kucaklarında, her biri ayrı şehirde devam ediyorlar yaşamaya. Arada tatillerde kesişince yollarımız kısacık da olsa halleşiyoruz, eski bayramları yitirdiğimize değil, eskiyen yanlarımıza bakıp üzülüyoruz, ama yine de güler gibi yapıyoruz. Aslında biz yetişkinler ne de çok maske takıyoruz. Şöyle sarılıp birbirimize doya doya ağlayacakken, cebimizden başka bir maske çıkarıyor, ne olacak memleketin hali diyerek kaçıyoruz söze.   
Çocuklar da çağın hız aldatmacasından nasiplerini aldığından olsa gerek, bizim gibi heyecanlanmıyorlar bayram deyince. Sürekli alışveriş yaparak, kıyafete, pastaya, böreğe doyurduğumuz ve farkında olmadan kapitalizm çarkına kurban ettiğimiz çocuklarımız sevinmiyor şimdilerde bayramlıklara, ayakkabısını alıp koymuyor baş ucuna. Bir sürü ayakkabı kutusundan seçerken birini, dudaklarını devirip, öf ya hangisini giysem diye kederleniyorlar hatta.
Her bayram bir şeyler daha yitiyor gönüllerimizden, doldurmaya çalışıyoruz yerini yitiklerin, anlamıyoruz çoğu zaman, sonsuz ihtiyaçlar yalanına kanıp esiri oluyoruz maddenin. Artıkça bağlarımız, azalıyor iç yolculuklarımız.
Eksiliyoruz sürekli, heyecanlarımız bizi terk edeli nice zaman olmuşken koca koca evlere, geniş gardroplara sığamazken neden daralıyor dersiniz içimiz? Nedir kaybettiğimiz? Dar zamanlarda geniş gönüller sürememek mi derdimiz?
Oysa gurbetteyiz işte. Gidenler ve gelenler, hızla akan zaman bunu haykırıyor durmadan. Gideceksin diyor. Şimdi gurbette olduğun gibi dünya da bir gurbet yeri. Asıl yurduna dönünce bitecek özlem dedikleri. Yoksa burada kalabalık zaman ve mekanlarda olsak da içimizdeki gariplik duygusunu silemeyiz ki!
Tabi gurbette olduğumuz bu dünyada bir de fiziki gurbet evreni sarınca atmosferimizi daha da yaralayıcı oluyor sevdiklerimizin sesleri. Yalnızlığı daha derinden hissedince insan, bayram gelmiş neyime duygusuna giriyor, bıçak olup saplanıyor sessiz sedasız geçen nam-ı diğer neşe günleri.
Bir çok ses, görüntü, ve kelimenin üzerimize akmasına rağmen hala garipse yüreğimiz bu bayram, uzaksak sevdiklerimizin şefkatli kollarından, hayatta bir türlü kimse çalmamışsa gönül kapımızdan garipliği basamak yapıp doğrulmak gerekiyor dualarla.
İnsan düştüğü yerden kalkar derler ya, belki yaşadığımız fiziki gurbetler aczimizi hatırlatan bir şans, asli yurdumuza götürecek bir Burak gurbette olana.
“Mevla bizi affede, bayram o bayram ola” dediği gibi bilgenin, hüzünle bizi terk eden Ramazan’ın yüzü suyu hürmetine Rabb’im,  gönüllerimize genişlik, evlerimize huzur, ülkemize aydınlık günler sunsun dilerim.
Dar zamanlarda, geniş gönüller sürebilmek duasıyla, nice bayramlara.
HANDAN GÜLER

BARIŞ MANÇO'dan BUGÜN BAYRAM

5 Haziran 2010 Cumartesi

'Kaderini sev' demişti Nietzsche, kaderini sev ki o senin hayatındır...KEMAL SAYAR AÇIK DENİZ'DE...

NOT: Aşağıdaki yazı KEMAL SAYAR'ın YAVAŞLA adlı kitabından alınmıştır. Yazar, şair, psikiyatrist olan Kemal Sayar bu gece AÇIK DENİZ'in konuğu...Bazı insanlar vardır hani, sadece seyrederken, dinlerken bile huzur verir.İşte Kemal Sayar da benim için öyle bir insan...Enfes yazıları, şiirleri ve kitapları var, programı kaçırmamanızı tavsiye ederim.:))   


KADERİNİ SEV

'Eğer hayat, Tanrının bize bir sınavı ise, benim sorularım neden bu kadar zor?' Bu cümle, bir mektubun, elektronik iletiyle gönderilen bir iç dökmenin ortasından zıpkın gibi fırlayarak yüreğimi deliyor. Ve işte mektubunu okuyalı bir hafta bile olmadan karşımda oturuyor, bir Avrupa kentinden, içinde ancak kırıntılarını saklayabildiği ümidin yorgun kanatlarıyla gelmiş. Dudaklarına iki damla su değmezse, uzun kanat çırpışların ardından vardığı o sahilde hemencecik can verecek bir kuş gibi bitkin.Yüreğinin sızısına nihayet bir çare, hayatına bir derkenar, herşeyi toparlayıp denkleyecek bir formül bulmak ümidiyle karşımda oturuyor.
Yirmili yaşlarını bitirmek üzere olan bu genç kadın Avrupada doğup büyüyen ikinci nesil Türklerin çalışkan bir örneği. İyi bir okul bitirmiş ve çalışma hayatında hep övgüler alıyor. Ama babacığının ani ölümüyle ağır bir depresyonun pençesinde buluyor kendisini, ondan yıllarını alan, onu hayata küstüren bir zifiri karanlık. Hüsrev Hatemi bir şiirinde, 'Çünkü her Türk, yüreğine acılar dokuyan bir tezgâhtır' der. Yüreğinize acılar dokuyabilmek için, bir yüreğiniz olması gerekir. Biz kalbin çocuklarıyız. İç hayatlarımız, dünyanın neresinde olursak olalım, Anadolunun türkü ve öyküleriyle şekil bulur, bu toprakların öyküleri ruhlarımızı mayalar.
Dünyaya kalbiyle sokulanlar çabuk yaralanır, kalb hassastır, hile bilmez. İşte hayatı kalb yordamıyla tanımaya başlamış bu genç kadın, üç dört yıl sonra toparlanmış ve hayata tutunmaya başlamıştır. 'Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda' diyor Attila İlhan, babaların gidişinin açtığı yara da kız çocuklarının yüreğinde şifa bulmaz. Ama o direngen genç kadın, yıllarını alsa da, kederin dipsiz kuyusundan çıkıp gökyüzünü göreceği bir vadiye tırmanıyor. Ve o vadide hayatının ikinci kara haberini alıyor, kanser.
Tam da dünyanın daha iyi bir yer olabileceğine inanmaya başlamışken. Depresyonun dev dalgaları bu kez Tsunami şiddetinde dövüyor ruhunun kıyılarını, artık kadere ve Tanrıya küs. 'Ben hep iyi bir insan oldum' diyor, 'bunu asla hak etmedim'. Hayatımızın kontrolden çıktığı yerler, kaderin ansız dönemeçleri ruhumuzu kimileyin fena sarsıyor. Şimdi ilaç tedavisini başarıyla tamamlamış ve hastalığı yenmiş olsa da bununla teselli bulamıyor. Hayatın önden kestirilemezliği, ele avuca gelmezliği ve insanın kaderine her zaman hükmedemediği bilgisi, bir kez içinde yer etti. Bu bilgi ağzının tadını bozuyor, onu dünyayı yurt edinmekten, burada kök salmaktan alıkoyuyor. O kaderinin dizginlerini eline almak istiyor, kadere hükmetmek, hayatını kontrol edebilmek istiyor. Oyunbozan ölüm, bunu ona çok görüyor. O yüzden sevemiyor, ya sevdiği insan ölür giderse? Her sokak başında yolunu ölüm kesiyor.
Kontrol ihtiyacı insanda doğumdan itibaren var. Hayatın ilk aylarından itibaren çocuklar çevreyi kontrol etmek ve ona boyun eğdirmek isterler. Pek çok yetişkin de dünyanın kontrol edilebilir olduğuna inanır. İyi çalışır, planlarımızı dikkatlice yapar ve doğru araçları, bilim ve teknolojiyi kullanırsak başaramayacağımız şey yoktur sanırız. Afetlerin, hastalıkların, ekonomik ve toplumsal sorunların hep çözülebilir sorunlar olduğuna inanırız. Çalışıp çabalarsak başaracağımıza ve tembellik edersek başarısız olacağımıza eminizdir, bu yüzden başarısızlığı bir tembellik belirtisi olarak değerlendiririz. Pek çok insan kaosun ve beklenmedik olanın hayatlarının seyri üzerinde bir rol oynayabileceğini kabul etmez. Ernest Becker, Denial of Death (Ölümün İnkârı) adlı kitabında, dünyanın kontrol edilebilirliği ve muntazamlığı yolundaki görüşümüzün, bizi kendi ölümlülüğümüzün gerçeğiyle yüzleşmekten koruduğunu öne sürer. Ölümün yanı başında, ondan bir adım ötede yaşadığımız bilgisi, bizi endişelendirir ve işte bu yüzden, dünyanın kontrol edilebileceğine inanmak isteriz.
İnsan, değiştiremeyeceği karşısında, kaderine rıza göstermeyi bilmeli. 'Kaderini sev' demişti Nietzsche, kaderini sev ki o senin hayatındır. Hepimiz kırılgan varlıklarız. Hayat hakkında bir düş kuruyoruz, sevdiklerimizle sonsuza dek birlikte olacağımızı, bela ve musibetlerin bize erişmeyeceğini hayal ediyoruz. Oysa hayat yordanamıyor. Ani sıçrama ve kırılmalarla seyri birden değişebiliyor. Hayat ırmağımız, bazen karmaşalar, beklenmedik olaylar, tesadüflerle yatak değiştiriyor ve bizi hiç ummadığımız bir menzile ulaştırıyor.
Ona diyorum ki derdini sev, kaderini sev, sana kuyuların karanlığından sonra aydınlığı göstereni sev.

VE BİR DE GÜZEL BİR ŞARKI GELSİN...

Ele güne karşı:)) M.F.Ö


Arayıp sormasan da unuttum seni sanma
Dünya bir yana sen bir yana

Aşık ettin beni kendine sonra da terkettin gizlice
Aradım seni her yerde hiç kimselere soramadım

Bekledim dön diye dönmedin bile bile
Bile bile sevdiğimi korkundan gelmedin

Arayıp sormasan da unuttum seni sanma sakın
Dünya bir yana sen bir yana

Ele Güne karşı yapayalnız böyle de olmaz ki
Nasıl da gittin insafsız böyle bırakılmaz ki

Unuturum sanmıştın güzelim
Gözüm yollarda kaldı

Haberin gelir bana duyarım nasıl olsa
Bilirim kimlerlesin ne yaptın neler ettin

Aklım fikrim hep sende sevsen de sevmesen de
Seni hiç aldatmadım aldatmayı hiç sevmem


LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin