7 Mart 2010 Pazar

SELİM İLERİ'NİN DİLİNDEN SAMİHA AYVERDİ...VE Barış Manço'dan BENDEN ÖTE BENDEN ZİYADE...

SELİM İLERİ'NİN DİLİNDEN SAMİHA AYVERDİ

Bu günüm kısalığının keyiflendirdiği bir uçak seyahati ile başladı. Şehir içi hedefime ulaşmam trafik sebebiyle üç saat kadar sürse de, güneş yüzünü saklamak için buluttan peçesini indirse de gökyüzüne İstanbul'da olmamın neşesine halel getiremedi tabi .


Bir de Kubbealtı Akademi'sinde Selim İleri söyleşisine yağmura, trafiğe ve kalabalığa rağmen yetişince güzel günüm çok hoş bir sohbetle taçlandı. Konu SAMİHA AYVERDİ olunca Selim İleri de derin bilgi birikimi ile gönlündeki yazarı, onu tanıma hikayesini, etkilendiği kitaplarını, yazarın edebiyatımızdaki yerini anlatan çok hoş bir söyleşiyle gönüllerimizin kapısını araladı. Söyleşi sonrası tüm mütevazılığı ile imzaladığı kitapları, hoş sohbeti, nazik dilekleriyle genç yaşlı ortamda bulunan tüm dinleyenlerin kalbindeki haklı yerini perçinledi. Büyüklüğün tevazuda olduğunu bir kez daha hal diliyle gösterdi.


Güzel söyleşiden notlar aktarmadan önce orada, başta TELVE olmak üzere unutulmaz programlara imza atan edebiyat aşığı, yapımcı, programcı, Türkçe'yi güzel kullanışı, hayata naif bakışı ile iyi bir deneme yazarı olan değerli insan CİHAD ZAFER'le karşılaşınca bir kaç kelam edemeden geçemedim. T.V.lerde bir daha o ayarda program yapılamadığını, ondan böyle programlar beklediğimizi söyleyince TRT MÜZİK için çekilecek yeni bir programın müjdesini verdi. Ünlü yazarların sevdikleri şarkılar konu edilerek çekilecek bu programın 11 Mart 2010 tarihli çekiminin çok sevgili yazarım SADIK YALSIZUÇANLAR 'la çekileceğini öğrenmem de ikinci bir müjdeydi. Hala pazar günleri TRT 2'de program yapan Cihad Zafer'i takip etmenizi öneririm.

GÖNLÜMDEKİ SAMİHA AYVERDİ söyleşisinden NOTLAR:

Selim İleri, Türk Edebiyatı'nın en ciddi açmazlarından olan ve tarafların biribirine yabancı kalması sonucu hazırladıkları antolojilerde karşı tarafı yok sayan sağ-sol edebiyat ayırımı nedeniyle geç tanıştığı için üzüldüğü bu kıymetli yazarı NEZİHE ARAZ hanımefendinin vasıtasıyla tanımış ve öyle etkilenmiş ki geniş külliyatının neredeyse tamamını edinip okumuş. Böylece sanatta içselleştirilen hatta günümüzde de devam eden bu ayrımcılığın getirdiği yarım kalmışlıktan bu eserlerin güzelliği ile kurtulmuş.Bundan sonra okuduğu eserleri sağ-sol etiketi yerine nitelik açısından değerlendirmiş.

Sırf bu sebeplerle antolojilere alınmayan yazarın asli eserlerini 1930'larda tamamlamış olduğu halde Edebiyat eğitimi içinde kendisine yer verilmediğinden Selim İleri ve sonraki nesillerin bu kıymeti tanımadan yetiştiklerini hala da günümüz eğitiminde hakkettiği değere kavuşamadığını belirttilen yazar kimi eserlerden etkileyici parçalar sundu bizlere söyleşisinde.


Selim İleri'inin en çok etkilendiği eserler arasında ;
İBRAHİM EFENDİ KONAĞI(İstanbul'dan insan manzaralarının sunulduğu bu eser ilk okuduğu kitapmış),

YUSUFÇUK, (şiirimsi bir roman kıvamında olan eşsiz bir eser)

BOĞAZİÇİNDE TARİH ( gerçek bir kült eser olarak ele alınmalı ve edebiyatımızda yanına ancak Tanpınar'ın BEŞ ŞEHİR'i konmalı diyor) ,

OSMANLI MEDENİYETİNİN ASILLARI,

EDEBİ VE MANEVİ DÜNYASI İÇİNDE FATİH (F.S.Mehmet'in dünyayı bir bütün olarak görmesini ve ve fethettiği şehrin emanetlerine saygısını insani boyutuyla anlatır.Oysa Reşat Ekrem bizlere tarihi sevdirse de sadece kazanılan zaferler açısından bakarken Ayverdi, karşı tarafı da irdelemiş ve insani boyutu edebi bir zerafet içinde aktarmıştır),

MÜLAKATLAR (dünyada örneği bulunmayan ve kıymeti çok olan bu kitabın üzerine roman yazılmalı diyen Selim İleri eserin mutlaka okunması gerektiğini ifade etmiştir) ,

BİR DÜNYADAN BİR DÜNYAYA (adlı eserde ısrarlar üzerine kendinden haberler verir, bilir ki hiçbir yazarın hayatı gizli kalmaz ancak o burada da mesafelidir, fotograflarında da hissedilen bu sınırı hep korumuştur)

İstanbul geceleri,

Samiha Ayverdiden Mektuplar da keyifle okuduğu eserler arasında imiş.Özellikle bu eserde siyaset büyüklerine yıllar boyu yazdığı mektuplarla ülke gençliğinin kültürün çökmesi ve dayatma kültürlere kapılacağı endişelerini aktarmış kimi zaman hiç cevap alamasa da bu millet derdiyle dertlenme çabasından vazgeçmemiştir.Şimdilerde hiç bir edebiyatçının bu tür kaygılarla yetkililere yönelmemesinin yazarın farkını ortaya koyduğu da bir gerçektir.   

Selim İleri, Samiha Ayverdi'nin başta Yusufçuk olmak üzere yazdıklarının türü konusundaki sorulara  "Yazı bana değil ben yazıya tabiyim, ne olursa o yazılıyor" diyerek cevap verdiğini de ekledikten sonra günümüz insanının SAHTE SATIŞ LİSTELERİ İLE DAYATILAN POPÜLERİTE PEŞİNDE KOŞAN, EGOSU YÜKSEK ESERİ BOŞ KİTAPLARLA VAKİT HARCAMAKTANSA EDEBİYATIN GERÇEK ESERLERİNE DÖNEREK BAŞTA SAMİHA AYVERDİ' yi okumasını tavsiye etti.

On yaşında çocuktan gence, seksen yaşındaki dinleyicilerden üniversite öğrencilerine kadar değişik yaş ve bakış açısına sahip salonun ağzına kadar dolu olduğunu, oturanların iki katı kadar da ayakta izleyici olduğunu (ben de onlardandım:))) bir buçuk saate yakın süren söyleşiden kimsenin sonuna kadar ayrılmadığını, iki yazarın da satışa sunulan eserlerinin bittiğini, vakıfça çay ve simit ikramında bulunulduğunu eklemeden geçemeyeceğim.

Söyleşi sonrası Çemberlitaş'taki Kubbealtı akademisinden çıkıp hafif hafif atıştıran karla karışık yağmur altında şemsiyemi açmadan Sultanahmet'e doğru yürürken akşam ezanı bir günün daha yerini geceye bıraktığını haykırıyor, içimi az önce aldığım MÜLAKATLAR adlı eseri okuma heyecanı kaplarken, yüzümü sıcak bir tebessüm sarıyordu.  


HANDAN GÜLER

Barış Manço'dan BENDEN ÖTE BENDEN ZİYADE

6 Mart 2010 Cumartesi

"Gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır." der MEVLANA...GÖNÜL DAĞI'ndan akar NEŞET ERTAŞ damarlarımıza...



Gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır


Hayat iniş çıkışlarla dolu. Karşımıza çıkan kimi olay bir süre sıkıyor bizi, sonra bir bakmışız öncekinden daha geniş bir yol açılmış önümüzde toz duman dinince.

Ruhumuza bir esenlik gelmiş bilmediğimiz yerlerden...Buna bilgeler Allah'ın CELAL ve CEMAL sıfatlarının tecellisi diyor.Bu iki isim bazen dönüşümlü bir ritimde bazen de aynı anda iç içe geçmiş bir halde gelebiliyor yaşamımızın içine.

Bir taraftan belalarla karşılaşan ruh tam da nefes alamazken bir pencere açılıyor mavi göğe.Ve bu hayatın döngüsü sürüp gidiyor hepimizin gününde gecesinde farklı ritimlerle.

"Dağına göre kar" deyimi de bu noktadan sonra giriyor devreye. Kimimize metrelerce kar hiç zarar vermiyor, yolumuza gitmemize engel olmuyor, kimimize de henüz tam tutmamışken bile kaza yaptırıyor. Sakat bırakıyor kimi kazalar, sonrasında pencerenin kenarından naif yağışını seyrederken bile o travmaya götürüyor bizi bir dantela gibi örülmüş buzdan damlalar. Her şeyi bir daha, bir daha yaşatıyor, öfke sarıyor ruhumuzu. Böylece bir türlü iyileşemiyoruz. Malul yanımızla, kırık kanatlarımızla yaşıyor, yaşar gibi yapıyoruz. İçimizde zamanla bir habis ura dönüşüyor biriktirdiklerimiz, affedemediklerimiz. Yıllar geçiyor ki, unutmamıyoruz bize yapılanları, kazık atanları, bırakıp gidenleri. Sırtımızda taşıyoruz acılarımızla beraber, yüklerini, yüklediklerini, isimlerini. Affetmek büyüklüğünü gösteremiyoruz çoğu zaman ya da önemli değil dediklerimizi bile silemiyoruz hafızamızdan. Oysa bize zarar verenlerin hayatından çıkalı çok olmuş, bizsiz çok yollar yürünmüş oluyor. Bunu gördükçe gönül kuşumuz, üzerine yağan karların altında kıpırdamadan ölümü bekliyor ve sonra donarak ölüyor. Ölen ruh, Celal'le beraber sarmalayan Cemal'i göremiyor. İçinden dışına onu saran kötü hastalık acılara düşürmüşken vade geliyor. İmtihan bitiyor, acı içinde yaşayan insan bu dünyasını yitirirken ötelerin de elinden kaçıp gittiğini farkettiğinde iş işten geçmiş oluyor.

Bir de Allah'ın isim ve sıfatlarını eşyanın üzerinde görme gayretiyle yaşayan, affeden, bu sebeple affa layık hale gelen insanlar oluyor. Başlarına ne gelse, tavırlarını bozmadan bekliyorlar ardından gelecek nimetleri. Bir bela olan aşka tutuluyor yürekleri. Perdenin ardında sırların peşinde ama hep aynı duygu durumuyla, hayretle yaklaşıyorlar yağan kara da açan güneşe de. Ve bir gün bir de bakmışşsınız iki kanadı kırık olsa da uçuyor aşka, aşkla, vuslata. Sırtında ne gam ne tasa. Mesut oluyorlar iki dünyada da.

Aşka tutunup kırık kanatlarıyla ötelere yol alan gönül erlerinden Mevlana, oğlu Bahaddin'e anlatırken bu gerçekleri veciz kelimelerle, gönülden dile yol olduğu gibi dilden de gönüle yol olduğunu anımsatıyor:

"Bahaeddin! Eğer daima cennette olmak istersen,
herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma!
Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma!
Merhem ve mum gibi ol! İğne gibi olma!
Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen,
Fena söyleyici!
Fena öğretici!
Fena düşünceli olma!
Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun..
İşte o sevinç Cennetin ta kendisidir.
Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan, daima üzüntü içinde olursun.
İşte bu gam da cehennemin ta kendisidir.
Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi çiçeklenir,
gül ve fesleğenlerle dolar.
Düşmanları andığın vakit, için dikenler ve yılanlarla dolar,
canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir..
Bütün peygamberler ve veliler, böyle yaptılar,
içlerindeki karakteri dışarı vurdular.
Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu,
hepsi gönül hoşluğu ile onların ümmeti ve müridi oldular.”
Bahaeddin!
Düşmanını sevmek, düşmanının da seni sevmesini istersen,
kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle, o düşman senin dostun olur;
Çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır.

 Muhabbet sarmalasın hepimizi, kanatlarımızı kırsa da yaşadıklarımız, kırık kanatla da uçulacağını hissettirsin Cemal Sahibi.
Kayıp düşmüşsek bile, "Seven", "Sevdiren Sahibimiz"  varken, sırtımız gelir mi yere!            
Öyleyse keder, tasa niye !
Dünya bir oyun ve eğlenceden ibaretse de kaybeder görünürken kazanılan bir başka oyun var mı yeryüzünde!

HANDAN GÜLER

5 Mart 2010 Cuma

SENSİZ ERGUVAN ve SEN GİDİNCE (Faruk Tınaz yorumuyla)



SENSİZ ERGUVAN


"sen gidince en ağır halkası sönüyor ömrümün
sen gidince ağlıyor içimdeki orman
sen gidince yanıyor sözlerim
sen gidince bir anne çocuğunu yiyiyor gibi kuruyor dudaklarım, kuruyor agzımın en uzak yalgımı
sen gidince geliyor gözlerimin muğber iptilası
en yılgın yanlarımı, en ümitsiz gizlerimi kuşanıyorum sen gidince
sen gidince başlıyor başlangıcı sonu olmayan bir gece
ki laciverdi değil çöl burası
hüzün otağını kurunca kumsala
kum tanecikleri sayısınca diken pareliyor içimi, içimin en uzak anlarını
uzakla yakın arasında bir yerde bırakıyorsun beni gidişinle.
benim kalmıyor, sensiz bensiz bir havayı soluyor ve soludukça eriyen, "ol" buyruğuyla suya dönüşen
su gibi rengi kokusu olmayan bir hiçliğe düşüyorum sen gidince 
...
yalnızlığım, durgun, ölü bir deniz gibi derin kendisinden yüce bir yer göremeyen dağ doruğu kadar yüksektir.
sen gidince oluyor bütün bunlar
sen gidince başlıyor ellerimin sancısı...
sen gidince başlıyor hiç çekilmeyen sis gibi loş bir sessizlik... "

HALVET DER ENCÜMEN ADLI KİTAPTAN, ÖYKÜ, S.YALSIZUÇANLAR

3 Mart 2010 Çarşamba

İSKENDER PALA HUKUK VE HAYAT DERNEĞİ'NİN KONUĞUYDU!



İSKENDER PALA HUKUK VE HAYAT DERNEĞİ'NİN KONUĞUYDU!

Bugün Hukuk ve Hayat  Derneği'nin davetlisi olarak söyleşiye gelen İskender Pala'nın genel merkezdeki programına katıldım.Oldukça hoşsohbet bir Edebiyat Hoca'sı olan yazar KADILAR KİTABI isimli eseri ile giriş yaptığı konuşmasında hukuk, hüküm, hikmet, hekim, hakim gibi kavramları idraklerimize sundu. Hukuk'un zulmün önüne geçmesi ve toplumların devamı için öneminden bahsettiği konuşmada hukuk uygulayıcılarına yol gösterici tavsiyelerde de buldu.

Tabi konuşan İSKENDER PALA olunca söz dönüp dolaşıp AŞK' a geldi. Aşkın ucuzladığından, iletişim imkanlarının gelişmesiyle kavramın içinin boşaltıldığından bahsetti. Anlatığı hikayelerden birisi de şöyleydi:  

"Leyla’ya sormuşlardı hani bir gün, “Sen mi Kays’ı daha çok sevdin; yoksa o mu seni?” diye.
“Elbette ben onu daha çok sevdim!” demişti Leyla, Kays adını duyar duymaz gözünden yaşlar boşanarak, “Elbette ben onu daha çok sevdim!”

“Nedir delilin, nasıl ispat edersin onu daha çok sevdiğini, üstelik o senin için çılgınlığa varmış, aklını yitirmiş mecnun olmuşken?”

O vakit Leyla ağlayarak: “Dostlar!..” demişti, “sırdır ki gizli gerektir, sevgilinin adını dile düşürmek hakikatte ayıptır. Kays bir dağ delisi gibi davrandı, gitti sahralarda çöllerde aşkımız ona buna anlattı, ben kimseciklerle paylaşmadım onun sevgisini, içimde büyüttüm, büyüttüm, büyüttüm… Budur ki benim onu daha çok sevdiğime delildir.”

- Mecnun kime anlattı ki aşkını ?

- Kurtlara, kuşlara, dilşeker’im, yalnızca ağzı var dili yok kurtlara kuşlara. Buna rağmen sırlarına halel geldi, sevdaları dillere düştü, şiirlere nakış oldu.

Sevgi dediğin, aşk dediğin mahremdir, dile getirmek mahremine halel getirmektir…

İskender Pala
Aşkname"


AŞK, "BELA"SINI KAYBETTİ  diyen PALA, aşkın bir sır olduğunu, sırrın paylaşılmamasını gerektiğini  söyledi.
Şarkılar da bunu söyler ya; GİZLİ AŞK BU SÖYLEYEMEM KİMSEYE...



"100 Temel Eser" diye şimdilerde okullarda okutulan tüm kitapları her insanın mutlaka okuması gerektiğini ifade eden Pala, hukukçuların da özellikle felsefe ve tarih okumaları yapması konusunda tavsiyelerde bulundu. Yazarın söyledikleri arasında en ilginci ise sözlük okuması yapmak gereğiydi. Bildiğimizi sandığımız bir çok kelimeye tam olarak vakıf olmadığımızı bu uygulama sonrasında anlayabileceğimizi belirten yazar bize keyifli bir saat hediye etti.

Şahsım adına sayın yazara teşekkürlerimi sunarken bu etkinliğin gerçekleşmesinde emeği geçen herkese dernek başkanı Av.Erdem Gençay nezdinde tebriklerimi iletiyorum. Özellikle hiç yerine oturamayan Av.Yiğit Kaçar ve Tahir Açıkgöz'e emekleri için teşekkürler.

Son olarak etkinlik konusunda beni haberdar eden Av.Ahmet Yazıcı'ya şükranla...
Av.Handan Güler


2 Mart 2010 Salı

Yalnızlığa alışmalı...CAN DÜNDAR'ın kaleminden...Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar...CANDAN ERÇETİN yorumuyla...



Yalnızlığa Alışmalı... 

Bavulları hep toplu durmalı insanın...
Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...
Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vazgeçmeli...
İhanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...
Yalnızlığa alışmalı...
* * *
Çünkü "omuz omuza" günlerin vakti geçti. Dayanışma... günümüz borsasının değer kaybeden hisse senet­lerinden biri artık...
Bireyin keşif çağı, geride kı­rık dökük yalnızlıklar bıraktı.
Terörün bile bireyselleştiği çağdayız. Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil; zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır.
* * *
İşte o yüzden alışmalı yalnız­lığa...
Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan... Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı... Hüzünlü bir şarkıyla paylaşı­lan gecelerde başını dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli... Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...
Romanlardan yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür duvarlarına...
"Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşılsa yalnızlık olmaz" dizeleriyle başlamalı güne...                        
Telesekretere "şu anda size cevap verebilecek kim­se yok" denmeli, "... belki de hiçbir zaman olmaya­cak..."                                                     
Cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...
* * *        
Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır.
Haklılığın onuru yaşatır insanı... Susmanın utancı öldürür.
O yüzden en sessiz gecelerde ''doğruydu, yaptım"la teselli bulmalı insan...
Feryada komşuların yetişmemesine, soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı... Kendiyle he­saplaşmaya çalışmalı...
Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye, kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır ol­malı...
Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur, ama hep kalıp savaşacakmış kadar gözüpek olabilmeli...
Sessizliği, sese dönüştürebilmeli...
* * *
Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan...
Yollarla barışmalı...
Yalnızlığa alışmalı...




1 Mart 2010 Pazartesi

"Kadının ve erkeğin kendileri olarak katıldığı bütünlüklü bir hayata yazılmak, hayatı da kendimizi de ‘tam’layacaktır" diyen NİHAT DAĞLI'dan İYİ BİR YAZI...


KADINA VE HAYATTAKİ DURUŞUNA KENDİ HİKAYESİNDEN  İNCELİKLİ SOSYOLOJİK BİR BAKIŞ ...İYİ BİR YAZI...
Nofa: Erkekten arta kalan (mı?)
Nofa, dedemin eşi, yani ninem. Çok az bildiğim çocukluğumun, o çok az yaşadığım çocukluk yurdumun hamarat kadını. Bölgede yaşanan hayatın/kültürün önemli isimlerinden birinin eşi, dört kız bir erkek beş çocuğun annesi, onlarca torununun ninesi. Devamlı misafir ağırlayan bir evin, hemen her gün onlarca insana yemek çıkaran bir mutfağın vazgeçilmez kadını…

Dedemin büyükçe odasında çoğunlukla misafir olurdu. Gelenler ya ilçenin mülki amirleriydi, ya uzaklardan sorunlarına çözüm bulmak üzere dedemle görüşmeye gelenlerdi ya da siyasilerdi. Misafir, yemek demekti biraz. Dedemin misafirleri için beslediği hayvanlardan biri kesilir, ninem bunu yemeğe yetiştirirdi. Bu yüzden ben Nofa’yı, hep yemek yetiştiren bir kadın olarak hatırlarım. Dedem bir hayat yaşıyordu; geçip giden hayata müdahale ediyor, bu hayatın ön sıralarında yerini alıyordu. Ninem ise, dedemin böylesi geçen hayatına sadece katkı yapan biriydi; dedeme ve hayatına eklenmiş bir şey gibiydi. Dedem yüzlerce hayata kendisi olarak sokulurken, o, geride, dedemi besliyordu; evini bekleyerek, misafirlerini ağırlayarak…

Bir gün dedem, hızlı ve yoğun geçen o hayattan düşmüşken, önemli bir figürü olduğu bölgenin ve hayatın uzağında bir yerde vefat etti. Vefat etti ve yıllar öncesi yeniden hatırlandı. Dedemin bir şekilde sokulduğu ne kadar hayat, bu hayatın sahibi ne kadar insan varsa cenazesine koştu. Cenazesinin konvoyuna takılan araba sayısı yüzleri buldu; köy ve mezar, görülmedik bir insan kalabalığını misafir etti. Hacı Mustafa Dağlı ölmüştü; bir tarih, önemlice bir dönem sayfalarını kapatmıştı. O tarihe doğmuş, döneme tanıklık etmiş yüzlerce insan taziye için çocukluğumun yurduna yürümüştü. Hayır, bu sefer dedemin misafirlerine çıkarılan yemeklerin yapıcısı ninem değildi; o, dedemin son nefesini verdiği uzaklarda, dedemin vefatından habersiz hasta yatağında yatıyordu.

Dedemin vefatından bir iki ay sonraydı. O hamarat, o hep bir şeyleri yetiştirmek adına sağa sola emirler verirken gördüğüm Nofa’yı, yani ninemi yatağında beni tanımaz halde bulmuştum. Yanı başına oturup onu birkaç kelamın içine çektiğimde, bir şeyleri hatırlar gibi olmuş, ismimi telaffuz etmiş, ağlamaya başlamıştı. Eşi, dedem, Hacı Mustafa Dağlı yoktu; kendilerince olan hayatları çoktan kepenkleri kapatmıştı. Dedem gitmiş, o da gitmeye koyulmuştu. Net olan buydu, ama derinden bir şey daha kendini öne çıkarıyordu. Sanki Nofa, dedemden arta kalan bir şeydi. ‘Erkek’çe kurgulanmış bir hayatta, sadece erkeğine eklenmiş bu kadın, yaşadığı ama doğduğu yerlerden uzak bu bölgede, o evde arkaik bir şey gibi duruyordu. Dedemden geriye bir şey olarak yaşıyordu.

Şehirlerarası bir yolculuğa hazırlanırken onun vefat haberini aldım. Cenazesi, hayatının geçtiği, çocukluğumun yurduna götürülecekti. Dedemin şimdi yattığı yere, eşinin yanı başına gömülecekti. Annem cenazeye yetişmek üzere yola koyulurken, ben başka bir şehre uzanırken Nofa’yı, erkeklerin hayatına eklenmiş kadınları düşündüm. ‘Erkek’çe kurgulanmış bir hayata eklenirlerken, erkekten bağımsız bir şey olarak yaratılan kadınlıklarını çizen, kendilerinden vazgeçen bu kadınları anlamaya çalıştım. Sadece erkeklerin yaşadığı ve kendilerini ortaya koyduğu bir hayata erkekten bağımsız katılmayan; erkeğin hayatını biraz daha vurgulayan, bunu besleyen yan unsur oluşları üzerinde durdum. Kadın duyarlığından, inceliğinden ve derinliğinden uzak; erkeksi, sert, katı bir hayattan çıkıp geldiğimi, bunun sonuçlarına maruz kaldığımı fark ettim. Bir erkek olarak kendimi suçlu hissettim. Nofa’ya ve şimdilerde ölümlerini bekleyen anne ve ninelere haksızlık yapıldığını düşündüm. İçim acıdı…

Nofa’nın, yani ninemin vefat ettiği eve gittiğimde; ölümünü, cenazesini, mezarını, dedemin yattığı yere ninem için taziyeye gelenleri sordum. Anlatılardan çıkan şuydu: Ölen sanki Nofa değil de, Hacı Mustafa Dağlı’nın eşiydi. Ninem, dedemin eşi oluşuyla insanları ilgilendirmişti. Dedemin hayatına çalışan bir yan unsur olarak yaşamış ve dedemden arta kalan bir şey olarak ölmüştü. Dedem tam da şimdi ölmüştü; kendisinden arta kalan Nofa da vefat edince, dedemin defteri tamamen kapanmıştı. Bu yakıcı bir yanlış! Erkekten bağımsız bir şey olarak yaratılan kadına büyük bir haksızlık! Hayatı sadece erkeksi veya kadınsı yüze sığdırmak, hayatı eksiltmektir. Kadının ve erkeğin kendileri olarak katıldığı bütünlüklü bir hayata yazılmak, hayatı da kendimizi de ‘tam’layacaktır.

Nihat Dağlı

Pazartesi Sendromuna Çözümler:)) Sevil de sevme, ağlama ağlat, yoksa zehr olur bu tatlı hayat eşliğinde



Uzmanlar tarafından ‘Pazartesi Sendromu’ olarak tarif edilen işgünü stresini atmak çok kolay.

İçinizdeki negatif enerjiyi atıp vücudunuzda yeniden neşe kaynağı oluşturmanız için işte uzmanlardan 5 öneri:

1. Neşe kaynağı-Beslenme: Bol fındık, yulaf, doymamış yağlı ve asitli yiyecekler. Örneğin yağda sardalya ve yanında salata, Susam yağına yatırılmış avokado.

2. Neşe kaynağı-Spor: Yarım saat boyunca yürümek depresyona karşı alınacak en iyi ilaçlardan biri. Özellikle güneş ışınları vücutta beyine giden serotonin hormonlarının oluşmasını sağlar.

3. Neşe kaynağı-Davranış: Sizleri güldürecek bir şeyler okuyun veya seyredin (DVD veya sinema). Sarı bir şey giyinin veya büronuzdaki vazonuzun içine sarı çiçekler koyun.

4. Neşe kaynağı-İlaç: B Vitaminleri alın. Bunlar sinirlerinizi yatıştırır ve depresyonu uzaklaştırır.

5. Neşe kaynağı-Düşünün: Bir kağıt alıp yaşama neden bağlı olduğunuzu ve neden yaşamak istediğinizi yazın. Bunu yaparken pozitif düşünmeyi ihmal etmeyin.


Bunlar güzel bir sitede uzmaların önerileri :))



Bir de benden bir öneri var bu şarkıyı hayata geçirmek

iyi ve bereketli zamanlar sunan bir hafta olsun herkese:)))



LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin