18 Mart 2010 Perşembe

ÇANAKKALE İÇİNDE VURDULAR BENİ...ŞEHİTLERİMİZİN RUHLARI ŞAD OLSUN



YABANCI ASKERLERİN ANLATIMI İLE ÇANAKKALE
Çanakkale’de yaşananların o günleri yaşamış düşman askerlerinin anlatımıyla:

“Bayraklar dalgalanıyor, borular öttürülüyor ve dalgalar halinde üzerimize geliyorlardı. Ben makinalı tüfeği sabitleştirdim ve oturduğum yerde namluyu öne ve arkaya çevirerek ateş ediyordum. Nişan almıyordum ama ıskalamak olanaksızdı. İki yüz metre bile yoktu aramızda. Çok kalabalıklar ve arazinin kayalık olması nedeniyle yayılamıyorlardı. Bir açıklıktan geliyorlardı üzerimize. Biz bu uçtaydık ve onlar da öteki uçtan geliyorlardı. Ben ateş ediyordum, iki numaram mermi şeridini tutuyor ve kutudan yeni şeritler çıkartıyordu. Diğerleri tüfekleriyle ateş ediyorlardı. Ateşin etkisini göremiyorduk, sanki büyük bir nesneye ateş eder gibiydik. Tek tek insanlar yoktu karşınızda. Her şey birden sona erdi ve birden önümüzde kimse kalmadı...”

“Avrupa’da hiçbir asker yoktur ki, bu ifadenin altını çiziyorum, Türklerle mukayese edilebilsin. Almanların müdafaada gayet iyi oldukları kabul olunabilir. Fakat siperlerde onlar dahi Türklerle kıyas edilemez. Misal olarak Gelibolu’yu zikretmek isterim. Orada bizim gemi ateşlerimizle büyük zayiata uğrayan kıtalar, Türk olmasalardı. Yerlerinde kalamaz ve derhal değiştirilirlerdi. Halbuki, Türkler, bütün muharebe müddetince yerlerinde kaldılar.”

“Türklerin içinde iriyarı biri vardı, neredeyse iki metrenin üstünde olmalıydı, bizimki de en az onun kadar iriydi. Sanırım prestij için iri adamlarını seçmişlerdi. İkisinde de beyaz bayraklar vardı. Ve ortada duruyorlardı.... Ben ölüleri gömenlerden biri değildim ama siperin kenarına oturdum ve bir süre sonra yanlarına gidip Türk’e sığır kavurması ikram ettim. Gülümsedi, çok sevinmiş göründü ve o da bana ipe dizilmiş incir verdi. Jacko adını verdiğimiz Türk askerlerinden ben de, bizimkilerin hepsi de pek hoşlanmıştık. Onun için kötü bir söz söylendiğini duymadım, temiz dövüşürlerdi ve dünyanın en cesur insanlarıydı. En yoğun ateş karşısında bile durmazlardı, adeta fanatik insanlardı. Onlarla ateşkeste karşılaştığımızda çok esaslı insanlar oldukları sonucuna vardık....”
 
95 Yıl önce tarihin akışını döndüren muhteşem bir zafere imza atan,Çanakkale kahramanlarını ve,kendilerini Türk Milleti’nin varlığına adayan içinde anneannemin ve babaannemin amcaları dayıları da olan tüm şehitlerimizi minnet, şükran ve dualarla yad ediyoruz.
Ruhları şad, mekanları cennet olsun.
ÇANAKKALE İÇİNDE VURDULAR BENİ dinlemek isterseniz...
 

17 Mart 2010 Çarşamba

ÇOCUKLARINI YİYEN BİR ÜLKENİN, ESERİ İNSAN OLAN ÜMİTVAR YİĞİDİ: İRFAN FETHİ GEMUHLUOĞLU



ÇOCUKLARINI YİYEN BİR ÜLKENİN, ESERİ İNSAN OLAN ÜMİTVAR YİĞİDİ: İRFAN FETHİ GEMUHLUOĞLU
Meşhur bir hikayedir; bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir şeyler atan bir adama rastlar. Biraz daha yaklaşınca bu kişinin, sahile vurmuş deniz yıldızlarını suya geri attığını fark eder.

“Niçin bu deniz yıldızlarını tekrar denize atıyorsunuz?” diye sorar. Topladıklarını hızla denize atmaya devam eden kişi “Yaşamaları için” yanıtını verir.

Adam bu defa “İyi ama burada binlerce deniz yıldızı var. Hepsini atmanıza imkan yok. Sizin bunları atmanız neyi değiştirecek ki?” der.

Yerden bir deniz yıldızı daha alıp denize atan kişi, “Bak onun için çok şey değişti” karşılığını verir.

Hiçbirimiz herkesin hayatını değiştiremeyiz, ama en azından bir kişinin, yalnızca bir kişinin biz var olduğumuz için daha iyi halde yaşamasını sağlayabiliriz. Emerson da şöyle der; hayatta tek bir kişi bile siz yaşadığınız için rahat nefes alıyorsa siz başarılı ve amacına ulaşmış bir insansınız.

Bana bu hikayeyi hatırlatan, bir kişinin değil bir neslin üzerinde etkisi olan irfan sahibi, gönüller fatihi GEMUHLUOĞLU’nu anlatan DOSTLUK ÜZERİNE adlı derleme kitap oldu.

Sürekli dalgalarla sarsılan, sadece darbeler konusunda istikrara sahip bu ülkede denizyıldızları da bir bir sahile vurdu yıllarca. Güneşin yakıcılığı, suyun ayrılığı kopardı onları hayattan. Ve hep o sahildeki ümitvar adamı bekledi denizyıldızları. “Büyük rüya görmek lazım!” diyen kahramanları…

Ülkenin bu bitmez ihtiyacı konusunda bakın bir bilge nasıl bir tahlilde bulunuyor ;

” Yüksek düşünceleri, yüce gâyeleri, büyük ve evrensel projeleri ancak, her zaman yüksek uçabilen, uzun soluklu; yürüdüğü yolda hız kesmeden yürüyen, durduğu yerde kararlı duran, uhrevî zevklerle gerilmiş karasevdalılar gerçekleştirebilir. Şimdilerde bizim şuna-buna değil, bu seviyede düşünen, inanan, düşüncelerini hayata geçirerek önce kendi milletini, sonra da bütün insanlığı aydınlığa çıkarıp, onların Hak'la buluşmalarını sağlayabilen, kendini hakikate adamış ruhlara ihtiyacımız var. Düşünülmesi gerekli olan şeyleri düşünüp, bilinmesi icap eden şeyleri bilen, bildiklerini hemen pratiğe dönüştüren ve bütün ölü ruhları yeni bir "ba'sü ba'de'l-mevt"e hazırlama azmiyle sûru dudağında İsrâfil gibi gezen; gezip her yerde herkese hayat üfleyen; ifade kabiliyeti var ise beyan gücüyle, eli kalem tutuyorsa kalemin diliyle, bediiyyâta açıksa herhangi bir sanatın desen ve çizgileriyle, şairse şiirin sihriyle, mûsıkîşinassa değişik beste ve nağmelerin büyüsüyle her zaman ruhunun ilhamlarını haykıran, her fırsatta iç ihsaslarını seslendiren, dili gönlünün derinliklerine bağlı, gönlü de samimiyetle çarpan en yüce hakikate adanmış ruhlara… “İşte, her kriz devresinde, içinden, yüreği Anadolu mayası ile mayalanmış öncüler çıkaran bu “millet”in (=aynı duyguyla hareket eden halk toplulukları) ümitvar yiğitlerinden, isimsiz kahramanlarından biriydi Gemuhluoğlu. Yeniden inşa edilecek bir vatan için yirmi dört saatte yirmi beş saat çalışan, kini bir mizaç bozukluğu, nefreti kanser hastalığı düşmanlığı içtimai bir veba olarak gören, dostluktan, muhabbetten başka mevzulara vakit harcamayan, dövene elsiz, sövene dilsiz, gönül koyana gönülsüz olmak gerek düsturunu hal edinen, tevazusuyla insanlardan bir “insan”, ama coşkusuyla sanki hayalleri süsleyen bir hüma kuşuydu bu kitapta anlatılan: Görünen hizmetlerin değil, görünmeyen himmetlerin adamı.Necip Fazıl’ın ifadesiyle ateş hattındakilere su taşıyan devrin sakası.Akif İnan’ın deyişiyle hepsinin içinde kök saldırdığı bir ışık ağacının sahibi.Nefsi için hiç birşeye talip olmayan kimden ne istediyse ülküsü için isteyen bir gönül insanı.

Genç yaşında Hakk’a yürüyen bu büyük insanla aynı göğe bakamadım ben, ama onu anlatan DOSTLUK ÜZERİNE’ yi okudukça en çok buna hayıflandım, O’nun gibi yüreklendiren, ümitveren, seven, koşan, coşan, coşturan bir Ağabey’e ne kadar da ihtiyacım vardı benim, ne kadar ihtiyacı var ülkemin. Ve açıkçası O’nun yetiştirdiği irfan meclisi üyelerinin vazifelerini tam yapmadıklarını düşündüm haddim olmayarak. Çevremde yaptığım küçük çaplı nabız yoklamasında bir çok farklı alanda çalışan, doktora yapmış kişiye sorduğum halde ismini duyan olmadığını görüp üzüldüm. O’nu hem konuşmalarından hem de yaptıklarından tanıyan tek bir kişi buldum, o da 86 yaşında olan babamın amcasıydı.Bu kitabı okumadan ondan birkaç anısını dinledim, coşkusunu, deli cesaretinde adamlar aradığını, Türkçe’ ye, Edebiyat’a, sanata olan aşkını öğrendim. Ve sonra derleyeninin verdiği güvenle bu kitabı elime aldım ve bunca yıldır böyle bir insanı tanımadığıma üzüldüm. Son zamanlarda okuduğum en iyi derleme kitap olan DOSTLUK ÜZERİNE’ yi hazırlayan yazara teşekkürlerimi ve dualarımı sunmak amacıyla bu satırları yazma cüretinde bulundum.

Derleyen ustanın görüşü ile birlikte kırk üç akademisyen, şair, yazarın gönül penceresinden verilmişti bu ismi ile müsemma, eseri insan olan kahraman.

Dostluk Üzerine adı verilen efsaneleşmiş ve daha önce birkaç kez basılmış söyleşinin tam metni yanında Gemuhluoğlu’nun oğluna yazdığı mektuplar da eklenmişti bu kitaba ki, en etkili bölümlerinden biri hiç kuşkusuz samimiyetin daha da özel hissedildiği bu kısmıydı. Millete adanmış ömürler yaşayan her büyük insan gibi onu en çok destekleyen ama ondan en çok mahrum kalan tabî ki ailesiydi ve henüz baba-oğul arkadaşlığının özel bir boyuta taşınacağı günlerde Baba Gemuhluoğlu bu dünyaya veda etmişti. İşte bu yüzden çocuk denecek yaşta babasını, dostunu, arkadaşını yitiren bu genç yiğitler için özellikle bu mektupların yeri bambaşkadır diye düşünüyorum. Ve bugün bunları bizlerle paylaşmaları ne büyük incelik.

Bu mektupların ardından Rasim Özdenören’in baba Gemuhluoğlu’nun defni ve bu esnada büyük oğlu Ali’ nin halini anlattığı sahnenin de kitabın kapağını her gördüğümde zihnimde canlanıp beni gözyaşının kucağına attığını itiraf etmeliyim.

Bu kısa öz ama derin mektuplardan öyle etkilendim ki, her anne baba çocuklarına çok değerli olacak bu hediyeyi bırakmalılar ve onlara, hayatlarının anlamını sunacak ilkeleri gönül süzgecinden geçirip mektuplar yazmalılar diye düşündüm kitap boyunca.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde Gemuhluoğlu’ nun gazete ve dergilerde çıkan yazılarından bir seçki sunulmuş ardından ölümünden sonra O’nun için yazılanlara yer verilmiş.

O’nun için kaleme alınmış kitap ve yazılardan o kadar can alıcı noktalar seçilmiş ki, burada da derleyen yazarın aşk gözüyle yaklaştığını, anlattığı kahramanla gönül bağı kurduğunu, esere ayrı bir ruh kattığını görülüyor. Özellikle Nuri Pakdil’in “Bağlanma” adlı Gemuhluoğlu’ na adanmış eserinden yapılan anlatılar muhteşem.

Kitaptan öğrendiğimize göre FETHİ GEMUHLUOĞLU’ nun hayatının merkezine aldığı kavram; muhabbet. Bu konuda bir bilge der ki; “Muhabbet, maddî-mânevî güzelliklere meyletmek demektir. Maddî şeylere muhabbet cismanî ve bedenî; mânevî şeylere muhabbet ise ruhî ve vicdanîdir. Bu itibarla, zahirî güzelliklere muhabbet, o güzellikler ebedî olmadığından hicranlıdır. Mânevî şeylere muhabbet ise, daimî ve hicransızdır. "Bir kalbde muhabbet hakikî olursa düşmanlık mecazî, düşmanlık hakikî olursa muhabbet mecazî olur." çok müşkülü halleden sırlı bir anahtardır. Ümit edilen zevklerin elde edilmesi, ümit gibi aşkın da ölümüdür. Ümit ve aşk, arayıcı ruhların kanatlarıdır ve arama esnasında hep onlarla beraber bulunurlar.Hastalığın tesirini tabipler, emârelerle bilirler; hasta onu duyar ve hisseder. Bunun gibi, muhabbeti seven, aşkı âşık, cezbeyi meczûp, ruhânî zevkleri de ârifler bilirler ki, hâl ilmi de işte budur! (...) Aşk, Rahmeti Sonsuz'un, insanoğluna gelip ulaşan en gizli lütuflarından biridir. Aşk, bir nüve, bir çekirdek olarak hemen her fertte bulunur. Şartların elverdiği ölçüde de o çekirdek ve tohum, ağaçlar gibi dal-budak salar; çiçekler gibi uyanır ve meyveler gibi, başlangıç ve sonu bir araya getirerek, tekâmül halkasını tamamlar.

Aşk, bir duygu olarak göz, gönül ve kulak menfezlerinden insanın iç âlemlerine akar; vuslata dek de, bir baraj gibi şişer, bir çığ gibi büyür ve bir alev gibi insanın her yanını sarar. Aşk vuslatla noktalanınca, her şey durgunlaşmaya yüz tutar; ateş söner, baraj boşalır, çığ da dağılır gider... Doğuştan bir mânâ ve nüve olarak hemen her ruhun önemli bir yanını teşkil eden aşk, gerçek ton ve rengini hakikî aşka inkılâp etmekte bulur; bulunca da ebedîlik kazanır ve gider vuslat eşiğinde mücerret bir lezzete inkılâp eder.

İnsanoğlunda Hak tecellilerine açık olan zirve, gönüldür. Gönüllerin bu tecellilere, dolayısıyla da Allah (celle celâluhu) sevgisine mazhar olmalarının en açık emaresi ise, o sînelerde Yüce Yaratıcı'ya duyulan aşk ve iştiyaktır.

İnsan-ı kâmil ufkuna ulaşma yollarının en keskin, en kestirme ve en sıhhatli olanı aşk yoludur. Aşka, iştiyaka açık olmayan yollarla, o ufka ulaşmak oldukça zordur. Denebilir ki, hakikata ulaşmada, "acz u fakr, şevk ü şükür" yolundan başka aşka denk ikinci bir yol yoktur. Aşk, yitirdiğimiz Cennet'i bulabilme yolunda Cenab-ı Hakk'ın bizlere ihsan ettiği bir buraktır. Ve bu buraka binenlerden, şimdiye kadar takılıp yolda kalan hiç olmamıştır.”

İşte bu kitap bana bir başka hal insanının oldukça net bir şekilde ifade ettiği, aşkı anlattığı bu satırları anımsattı ve farklı yollardan gidilse de aşk tek bir kaynağa yöneldiğinde kıymetlendiği için varış noktasının tek olduğunu gösterdi.

” Aşk, insanı bütün bütün yakıp kül ettiği için, bundan böyle onu ne dünya ne de ukbâ ateşleri yakmaz ve yakamaz. Zira, iki emniyet ve iki korku, iki iştiyak ve iki ızdırabın bir insanda aynı anda bir arada bulunamayacağı esasına binaen, bütün bir hayat boyu sînesini aşkın alevlerine açan ve iç dünyasında cehennemî ateşlerle pençeleşen kimselerin, ikinci bir defa aynı ızdırap ve aynı elemleri yaşamaları düşünülemez...

İnsana kendi varlığını unutturup, onu sevdiğinin varlığıyla bütünleştiren aşk, kalbin, garazsız-ivazsız sadece mâşuku dileyip, onun arzu ve isteklerinde eriyip gitmesinin unvanıdır ve zannımca, insan olmadan murat da işte budur “ dediği gibi bilgenin insan olmanın, yollarda takılıp kalmamanın tek yolu aşktı ve bunun için kalbini açan, onu taşımaya hazır hale gelen insanı Allah muhabbeti ile rızıklandırırdı.

İşte Fethi Gemuhluoğlu bu aşkı tadan, o aşkla yanan liyakatlilerden olmalıydı ki, bunca insanın gönlünde derin izler bıraktı, bir neslin yetişmesine öncülük etti. Necip Fazıl ve dostlarının surda açtığı mukaddes gedikten yıkılacak duvarların yerine özüne sadık, Yaradan’ına aşık nesillerce yapılacak yeni eserler için önce fikir işçilerine ihtiyaç olduğunu bildi, onları arayıp buldu. Yürümeleri için yüreklendirdi, maddi manevi desteği ile Allah için dostluğunu sundu ve bunu bir ibadet neşvesi içinde yaptı ki, zaten O’nun için, O’nun adıyla yapılan her şey ibadetti.

İşte aşk öyle anlatılmaz bir denizdi ki, her şeyin rengini maviye çevirir, azı çok yapar, kısacık bir ömre hayal edilebileceğinden fazla hizmetin sığmasını sağlardı. Fethi Gemuhluoğlu’unda da öyle olmuş, 55 yıllık fani ömrünü bakileştirecek nice “insan” eserlerinin inşasında rol oynamıştı. Bir hayır kapısı açanlar alem değiştirse de o kapıdan girenler oldukça vesile olmanın sevabına ortak olurlar ya, Gemuhluoğlu da karanlığın en yoğun olduğu yıllarda ümidini yitirmeden çalışmış amel defterinin hep açık kalmasını sağlayacak işlere imza atmıştı.

Yaşamının gayesini yaşatmak üzerine kurmuş bu hal insanını anlatan yazılarda dostluğun, kardeşliğin, digergamlığın, muhabbetin fotografı çekilmiş, duygularla harmanlanıp kelimelerin içine öyle güzel yerleştirilmiş ki, kitaptan alıntılar yapmakta zorlanacağımdan DOSTLUK ÜZERİNE’yi okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

Burs almak için başvuran öğrencilere, “Siz hiç aşık oldunuz mu? “ diye soracak kadar aşka aşık, cebinizde son kalan parayla karnınızı doyuracağınıza bir film ya da tiyatro seyredin diyecek kadar sanatsever,

Her şeye dost olalım, ağaca, tarihe, coğrafyaya, insana ama uykuya, siyasete, mal hırsına dost olmayalım diyecek kadar geniş gönüllü,

“Sevdiğimi söylemezsem sevmek derdi beni boğar.” diyen Yunus’un bu beyitle, aslında “Sevdiklerinize sevdiğinizi izhar ediniz.” Hadisini tercüme ettiğini söyleyecek kadar araştırmacı,

Bize beslenmemiz gereken öz kaynakları işaret edecek kadar okuma sevdalısı,

Devrinin sanata edebiyata vakıf bir entellektüeli olmasına rağmen oku emri var, yaz emri yok diyerek yazma orucu tutacak kadar mütevazı,

Önce selam, sonra kelam diyerek geniş merhabasıyla, görüneni, görünmeyeni, bilineni, bilinmeyeni, selamlayan, selamını evrensel boyutta tutacak kadar vizyon sahibi, şairlerin ilham kaynağı, yazarların yönünü kendisine çevirdiği bir fikir adamı,

Gözü olana sabahın ışıdığını, şeb-i yelda’dan geçtiğimizi, küfrün bittiğini, riya devrini yaşadığımızı bundan 35 yıl önce yaptığı konuşmasında söyleyen bir gönül insanı tanımak isterseniz DOSTLUK ÜZERİNE adlı eseri edinmeli ve belki birkaç defa okumalısınız.

Sırf bu ümitvar söylemi bile onun vizyonun göstergesi, ve bugün hala ara ara ümitsizlik batağına saplanan ruhlarımıza indirdiği şamardır. Lakin sabahın ışıkları kalp gözü olana, gönlü aydınlıkla dolana ışımıştır.

Ve yine O’nun deyimiyle Yahya Kemal “İman bir şevk olan zamanlar geçti.” sözüyle yanılmıştır; İman bir şevk olan zamanlar tekrar gelmiştir, bu devran ebedidir, diyerek şevki hayatımızın merkezine oturtmamız gerektiğini ifade eden bu abidevi şahsiyet, iç darlığından, dünya darlığından, çilelerden ve kahırlardan kurtulmalıyız diyerek kalbin derece-i hayatında ilerlememiz gerektiğini de hatırlatmıştı.

Gemuhluoğlu’nun hayat felsefesini özetleyen bir mısra ile son verelim söze:

“Aşk gelicek, cümle eksikler bitecek”
Aşkın gönüllerimizi doldurması dileğiyle...
HANDAN GÜLER
----------------------------------------------
BURSA İÇİN BİR ETKİNLİK BİLDİRİMİ:





16 Mart 2010 Salı

Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık, Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine, Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi..Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız. Bir yankı : durmadan yalnızsınız VE...CANDAN ERÇETİN'DEN BAHARRRRRR...




TRAGEDYALAR -3


Birden bire yapayalnızsanız her yerde

Ve bundan korkuyorsanız

En küçük şeylerden bile. Örneğin birine saati sorsanız

Karşıdan karşıya geçseniz bir caddede

Sesinizi alçaltıp dikkatle bakaraktan çevrenize

Biriyle bir şeyler konuşsanız

Ve her gün kitaplar, dergiler alsanız. Postacı her gün mektup getirse

Sözgelimi bir resmi dairede

Fazlaca oyalansanız

Şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üst üste neden olmasın

Kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile

Tuhaftır

Sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.

Ve işte bir lokantaya girdiniz, garsonla çene çaldınız

Şarapla yiyecek bir şeyler söylediniz, hepsi bu kadar

Biraz da güldünüz aklınızdan geçen bir şeye

Ya gülünç bir olaya, ya önemsiz bir söze

Ama az ötede düğmeleriyle oynayan

Ve yiyen tırnaklarını bir adam

Duraksız sizi izliyordur belki de.

Ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz

Ya da küçük bir memur bir banka servisinde

Durmadan suçlusunuz

Durmadan suçlusunuz

Durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi

Gücünüz yok ödemeye.

Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık

Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine

Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi

Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız

Bir yankı : durmadan yalnızsınız

Durmadan yalnızsınız.

EDİP CANSEVER

CANDAN ERÇETİN'DEN BAHARRRRRR...

14 Mart 2010 Pazar

EŞREFPAŞALILAR...HAL DİLİNİN GÖNÜLLERE DÜŞEN GÖLGESİ...


EŞREFPAŞALILAR...HAL DİLİNİN GÖNÜLLERE DÜŞEN GÖLGESİ...

Bu akşam bir film izledim.Oldukça sıcak, samimi, mesaj vermekten uzak anadolu insanın fotografını çeken sahnelerle doluydu. Batı sineması taklid edilmemişti, son zamanlardaki Türk Filmi denemeleri gibi. Eğer vaktiniz varsa delikanlılık tanımını görmek istiyorsanız bir insanın sadece kendi duruşuyla hiçbir şey anlatmadan yani hal diliyle yaşadığında ne kadar etkili olduğunu anlamak isterseniz kaçırmayın derim. Tabi içindeki komedi unsurlarına rağmen derin aşk acısı sarsacak, gözyaşları size eşlik edecek. Filmin başrol oyuncularının performansı çok iyi. Özellikle filmin duygusal sahnelerde kullanılan müzikleri çok hoş. Yücel Arzen'in eline sağlık. Umarım daha iyi işlere de imza atarlar ve bizlere de kendi sinemamızdan örnekler sunarlar.
Basında çıkan haberler için ; EŞREFPAŞALILAR

Filmin konusuna da burdan bakabilirsiniz.

İyi seyirler...İyi Pazarlar...



12 Mart 2010 Cuma

EDEBİYATA DAİR...BİR YAHYA KEMAL KİTABI...MÜNİR NURETTİN YORUMUYLA ...BİR YAHYA KEMAL ŞİİRİ...SANA DÜN BİR TEPEDEN BAKTIM AZİZ İSTANBUL



YAHYA KEMAL BEYATLI’DAN EDEBİYATA DAİR …


Elimde duran yeşilin en güzel tonuna sahip kapak Türkçe’ nin özellikle şiirimizin ustalarından
Yahya Kemal’in Edebiyata Dair fikirlerini serdettiği makalelerini içine almıştı. Kitabın dili 1914 Türkçesi ve Osmanlıca olması hasebiyle günümüz diline göre ağır olsa da, kitabı okumaktan zevk aldım.

Türkçe’ nin bu güne kadar geçirdiği süreçleri, özellikle de şiir ile ilgili değerlendirmeleri gerçek bir şairin kaleminden okumak isterseniz bu kitap tam da size göre!
Bu kitapta, özentiden kurtulmuş, özel hayatında tevazuu yakalamış bir büyük şairin, şiir ve şairler konusundaki hassasiyeti sebebiyle, sanat için müsamahasız ve sivri dilli oluşunu görebilirsiniz.
Bu kitaptan öğrendiğim yeni bilgiler de şöyle sıralanabilir:
-Yahya Kemal’in şiirlerinin dilden dile dolaştığı yıllarda bunları yayınladığı bir kitabının olmadığını ve öz şiirden mürekkeb bir mecmua çıkarmak zor olduğundan buna yanaşmadığını,

-Namık Kemal’in zamanına göre müceddid olduğunu, mesela eskiden ne Arapça’da ne de Türkçe’de olan Hürriyet kelimesini Hür sıfatından alıp, bir hamlede nice kelimeler gibi milli bir kılığa soktuğunu,

-Yahya Kemal’in tam bir Türkçe ve Türk kültürü hayranı olduğunu ve bu seviyeye Fransa da geçirdiği on yıl neticesinde hocası Albert Sorel ’in etkisiyle tarihimizi okumasıyla ulaştığını,

-Edebi eserlerin olgun kafalar ve ruhlarca meydana getirilebileceğini,

-Bir dolu şair- yazar anısını öğrendim.



Kitapta “Mülakat” kısmı oldukça zevkliydi. Burada Yahya Kemal ile yapılmış röportajlar vardı. Sorular ve cevaplar oldukça kaliteli olup diğer makalelere göre arı bir Türkçe kullanıldığından oldukça da akıcıydı.

Vezinler-Kafiyeler kısmı ise sıkıcıydı. Lisans düzeyinde edebiyat eğitimi almamış kişiler için ağır olduğundan bana katkısı en az bölüm burası oldu.

KİTABI TEK CÜMLEDE ÖZETLEYECEK OLSAM; Hiçbir millet bir başka milletin edebiyatını taklid ederek kendi edebiyatını oluşturamaz. İnsan önce kendi öz değerleri ile mayaladığı kalbi ile okumalı, ecnebi eserlerine de vakıf olmalı ki özgün bir yapıt ortaya koyulsun, diye ifade ederim.

Yazar, devrine göre sade bir Türkçe kullansa da, Osmanlıca içine doğup Osmanlıca okuyup yazan bir şair ve fikir adamı olduğundan günümüz Türkçe’ sinden daha ağır bir dil kullanmış olup, söz konusu sanat hele de şiir olunca sözünü sakınmamış, ileri sürdüğü fikri içeriden ve dışarıdan düşünür ve şairlerin görüşleriyle zenginleştirerek desteklemiş ve makalenin sonunda fikrini ispat ederek bitirmiştir.

Gerçek bir şairin nesirde de ne kadar naif ve güzel bir dil kullandığını görmek için şiirleri yanında bu tür eserleri de okunmalıdır.

Bu kitabı kapattığımda bende kalan duygular; öncelikle Yahya Kemal başta olmak üzere bizim büyük şairlerimizi hakikatli bir okuma serüvenine girerek az ama öz söyledikleri sözün, kalbine nufuz etme arzusu doldu içime.

Kendi öz değerlerini bilip yabancı kaynaklara da vakıf olmak gerektiği, evrensel değerlere sahip aşk, ölüm, ayrılık gibi insani duyguları konu edinen eserlerin iyi bir duyuş neticesinde kaleme alındığında zamana direnebildiği bilgisi yerleşti zihnime.

Bir de şair olunamayacağı, şair doğulacağı gerçeği düştü gönlüme.

Şairlerin arttığı devirde (günümüzde olduğu gibi) şiirin ortalarda olamayacağını öğrendim, kitabın satır aralarının sunduğu bilgiyle.

Kitaptan bazı alıntılar da sunmak istiyorum ki, şairimizi daha iyi tanıyalım, kitabı daha güzel tanıtalım:

Halis bir şiir fena okunabilir, lakin sahte bir şiir iyi okunamaz. -Syf 3-

Şiir, rytme yani nazım sanatı olduğu için güfteden önce bestedir. Mısralarında nağme hissedilmeyen bir manzume sadece güftedir ki, onu nesir sahasına atarız. -syf 7-

Hakikat budur ki, milletimizin şiirde kuvvetli bir istidadı vardır. Şiirimiz, milletimizin Anadolu’daki teşekkülüyle beraber başlar, o kadar eskidir. Şiirimizin gerçi hiçbir zaman ufukları çok geniş olmadı. Bunun sebebi öteden beri devletçi bir millet olmamızdır.-syf 31-

Şeyh Galib’in: “Bir şulesi var ki şem-i canın, fanusuna sığmaz asmanın” mısraları lirizmin en mükemmel tarifidir. -syf 35-
Şeyh Galib’in, “Tedbirini terk eyle, takdir Huda’dandır…” diye başlayan şiirin künhü dimağla, gözle görülmez, yalnız kalble anlaşılır. Bu manzume yalnız bir veciddir. Bize bu gün (1922) hayide mazmunlarıyla yeni ve taze göründüğü gibi birkaç asır sonra okuyacak kalb sahibi Türkler de yeni görünecek. Çünkü şiirde lisan, zevk, fikir, mazmun, her şey eskir, yalnız AŞK ESKİMEZ, HER DEM TAZEDİR. -SYF 40-

İnkiraz devirlerinin başlıca farikasıdır, bir edebiyat ölürse, lügat, vezin, sarf, nahiv, hevesleri, ortalığı sarar, edebi nazariyeler kaynaşır, yenilik bir iptila olur, ŞİİRİN KENDİ ÖLÜR, BİNLERCE ŞAİR ÜRER, tıpkı bir naaş ruhu olduğu zaman bir vucutken, çürüdükten sonra bir kurt mahşeri kesildiği gibi! –syf 51-

Şair şiiri ruhunda bulamadığı için, vezinden, kelimeden çıkarmağa çabalıyor; “Fikrimi anlatmak için kelime bulamıyorum, bu lisan çok dar!” diyor, kamusun köşelerinde yeni kelimeler buluyor, bazen de uyduruyor.” Duyduğum ahenkleri ifade için bu vezinler çok katı!” diyor, vezni yumuşatmaya kalkışıyor, ahengi hisden çıkaramadığı için, vezinlerden çıkarıyor! Zannediyor ki, bu vezin yağmuru; o vezin fırtınayı çok güzel ifade eder. Hasılı şiir, bir zaman sırf maneviyken şimdi maddileşiyor. –syf56-s

Aşk ve ihtirası gani olan milletlerde zeka ve zarafet ikinci derecede kalır. Bu iki değer birbirinin zıddıdırlar. Gariptir ki, Türk bu kaidenin hilafındadır; Türk edebiyatına yine çok nafiz ve ihatalı bir nazarla bakmış diğer bir müdekkik dese ki, “Türk milletinin asıl farikası zeka ve zerafettir, misal : Bu milletin müşahhası olan Nasreddin Hoca’dır. Bu timsal asıl Türk’ün aklı selimini, felsefesini, kainata bakışını gösterir… Beş asırlık meşk edebiyatının her tarafından Türk’ün fıtri olan zeka ve zerafeti fışkırmış. -syf 62-63-

Hasılı Avrupa ve Amerika alemi bu güne kadar ancak kendi dini, kendi ırkı, kendi irfanı, dairesinde olan milletlerin şairlerini ve nasirlerini idrak etti. Gerek İslam’ın gerek de putperest Asya’nın şiir ve nesri o alemde henüz ecnebi telakki edilir. Bir Fransız, bir İngiliz, İran’ın eski Hafız’ ını, yahut da Hind’ in yeni Tagore’ unu bir heva vü heves saikiyle okuyor, yoksa İbsen’ i, D’Annunzio’ yu Gorki’ yi anladıkları gibi anlıyamıyorlar. -syf 77-

İmlamız, lisanımız düzelince, lisanımız da kafamız düzelince düzelecek. Çünkü o da ancak onlar kadar bozuktur, fazla değil! -syf 96-

Aruz şiir, lisanımızın vucudunda bir bel kemiği gibi esaslı bir uzuvdur. Türkçe onun etrafında tekevvün etti; bila-tereddüd denebilir ki, aruza aşina olmayan bir Türk edebi Türkçe’nin ayarını takdir edemez. Hatta zannederim ki, ilerideki nesiller bile (1922 de söylenmiştir.) Türkçe’ yi bilmek için aruza aşina olmakdan vareste kalamaz. -syf 126-

Harikulade güzel bir nesri olan Victor Hugo nesire, fukara şiiri derdi. Şüphesiz Hugo’nun bu sözü de bu kabilden bir çok sözleri gibi aşırıdır; kısmen kendi zararına olarak da söylemiş! Yalnız nesri şiirden tamamiyle ayırmak itibariyle doğrudur. -syf 135-136-

Kalbi olanların dili yok, dili olanların kalbi yok. Yoksa bu gün Türk şiiri ve nesri taş yürekleri eriten bir şey olurdu.Bu devir bir taraftan ağrılarıyle, sızılarıyle, acılarıyla, ölümleriyle, matemleriyle, hasretleriyle, bir taraftan da atılışlarıyle, isyanlarıyle, ümidleriyle, emelleriyle, harikalarıyle o kadar feyyaz bir devirdir (1921) -syf 151-

Abdülhak Hamit Bey’in MAKBER şiirinin güzelliğini bu tabı’ hadisesi bir daha ispat etti. İşte bir şiir ki eskimiyor, altın gibi değerini de parlaklığını da muhafaza ediyor, Feylesof Chamberlain’ nın hakkı var: “San’at, daimi bir haldir.” –syf 206-

Dekora katiyen önem vermeyiniz, Shakpeare’in dramında lisaniyle çizdiği dekor kafidir. Çıplak bir sahnede göz ancak müellifin timsallerine dikilir; vakayı onların kalbinde görür. –syf 219

Gariptir ki, istihsali bila-vasıta temin olunmak istenen inkilaplar netice vermez de, bazı müeseseler bil-vasıta birer inkilap yaparlar. Mesela Gülhane Parkı gibi. Şimdiye kadar mekteplerimizin ahlakta yapamadığı inkilabı o yaptı. Kim der ki genç sanatkarların tenemmüvü için tesis olunacak konservatuvar da Türk lisanında, ahlakında, hayatında daima beklediğimiz büyük inkilabı yapmayacak. Büyük sanatkar Antoine’ın elinde bir büyü vardır; her teşebbüsünden bir alem çıkarır. Türk sahnesini ihya şerefi bırakın ona kalsın. –syf 224- 225-

Edebi seviyeyi yükseltmek nasıl mümkün olur? Herşeyden önce gerek şiirde gerek edebiyatın bütün nevilerinde kemiyetten keyfiyete dönmekle mümkün olur. Şiire ve nesre mazinin ve aynı zamanda alafranga snobizminin yığmış olduğu nakisaları, öz ve temiz münekkidler tasfiye ederlerse, şiir ve nesrin Avrupa anlayışını alırsak, artık ecnebi edebiyatlarının mukallidi olmaktan kurtulursak, kendi ırkımızın ve kendi iklimimizin yazı numunelerini vermeğe heveslenirsek nihayet kendimize ve ecnebilere “Türklerin kendilerini aksettiren edebiyatları vardır.” dedirtmeğe başlarsak bu mümkün olmaya yüz tutar. -syf 255-

Ben daima dedim ki: İskele, liman kelimeleri kadar hangi menşe’den olduğunu öğrenmek için bir lisaniyat alimine müracaat etmeğe mecbur olduğumuz Türkçeleşmiş Arabi ve Farsi kelimeler Tükçe’dirler. Bundan ötesi için lügati kapatmak lazımdır.-syf 274-

Mamafih eseri iyi okunursa ve verdiği hava iyi idrak edilirse hemen göze çarpar ki, Namık Kemal bizim milliyetimizi gayr-i şuuri olarak tam anlaşılması lazım geldiği gibi anlamıştır.

Son bir söz olarak bu fikrimi ifade edeyim: Eğer tahsili 1860- 1880 aralarında herhangi bir Avrupalı mütefekkirin tahsili derecesinde olsaydı ve hayatı ihtiyari ve zaruri menfalarda geçmeseydi ve devlet maaşıyla geçinmeğe muhtaç olmıyarak sırf kaari’lerinin verdiği ücretle yaşayabilseydi bizim edebiyatımızda nazirsiz bir adam olurdu.(1940) –syf 283-

Bir medeniyeti taklid etmek merhalesinden çıkmak onu iyi hazmettikten sonra mümkün oluyor. Bu rüşde ermek için ise onun fen ve tekniği kafi gelmiyor; bilhassa zevk, düşünüş, ahlak gibi yeni hayatı yaratan unsurlarını belirlemek icab ediyor. İşin en güç tarafı da bu. Bu zarureti duyarken edebiyat ve sanatlar hatıra geliyorlar. –syf 295- 296-

Şiir nedir, şair hangi kaynaklardan beslenmelidir, şiirin nesirle kesiştiği ve ayrıştığı noktalar nelerdir, halis şiire ulaşma yolları, kalbin dilinin acıları, aşkı anlatışı, şairin yalnızlığı, tenkidin sınırları gibi mevzularda Usta Şair Yahya Kemal’in görüşlerini mi merak ediyorsunuz? Öyleyse Şairin, şiir, nesir, tenkid, tiyatro hasıl-ı kelam edebiyata dair kaleme aldığı makaleler ile röportajlarından derlenerek oluşturulan EDEBİYATA DAİR adlı bu eseri mutlaka okumalısınız

HANDAN GÜLER

MÜNİR NURETTİN YORUMUYLA ...BİR YAHYA KEMAL ŞİİRİ...SANA DÜN BİR TEPEDEN BAKTIM AZİZ İSTANBUL

11 Mart 2010 Perşembe

uçurtma nasıl uçar ve yonca lodi'den kalbin ömürlük bende emanet




"Bir bilgeye sormuşlar: "Uçurtmalar nasıl uçar?" diye...

Bilge cevap vermiş: "Uçurtmalar rüzgara karşı koydukları için uçar. Bir uçurtma rüzgara ne kadar karşı koyarsa o kadar yüksekte uçar, ne kadar az karşı koyarsa o kadar alçakta uçar. Hedefine ulaşamayan insanlar rüzgara karşı koyamayan, rüzgara kapılan uçurtmalardır. Oracıkta öylece kalakalırlar."

Ne kadar doğru değil mi?


Yonca Lodi - Emanet
Yükleyen xmewx. - Diğer müzik videolarına göz atın.

7 Mart 2010 Pazar

AVATAR ÜZERİNE...

AVATAR
Yazan: Sadık Yalsızuçanlar


Titanik, Aliens ve Terminator gibi büyük yapımlara imza atmış olan James Cameron’un yazıp yönettiği Avatar’a ilişkin yorumlarda eksik olan bir şey var. Filmin temel izleğini oluşturan gönderme alanı yeterince göz önüne alınmıyor. Kadim Hind bilgeliğinin ve buna kaynaklık eden göksel öğretinin imgeleri bilinmeksizin bu ıskalama kaçınılmazlaşıyor.


Filmi yüceltenlerle eleştirenlerin bu ortak zaafına dokunduktan sonra özellikle vurgulamak isterim : Avatar, bir kutsal yağması değil. ‘Muhalefet iktidarın parçasıdır’ diyen Michel Foucault’ya da bir haklılık payı çıkmamalı filmden. Düpedüz bir titizlik anıtı karşısındayız. Sıkı bir imge taraması yapıldığı açık.

Cameron öyküyü seçerken ve kurarken belli ki son derece duyarlı ve dikkatli davranmış. Avatara’nın kökenindeki anlam dünyasına, o dünyanın imajlarına doğru adeta arkeolojik bir kazı yapmış. Kendi içinde son derece güçlü ve tutarlı bir hikaye çatmış.

Gösterime girdiği 18 Aralık 2009’dan bu yana tüm zamanların en çok iş yapan filmi ünvanını kazanan Avatar’ın yapım sürecine de bakmak gerek.

On yılı aşkın bir süre, animasyon imkanlarını yeniden üreten ve yenileyen hummalı bir hazırlık çalışması gerçekleştirilmiş. Üç boyutlu animasyon tekniklerini uç noktalara götüren bu çabalar, film çevresinde yapılan tartışmaların da bir boyutunu oluşturuyor.

Avatar’ı aynı zamanda tüm zamanların üzerinde en çok konuşulan –ülkemiz bu açıdan oldukça çorak denilebilir- filmi kılan nedenlerden biri de bu.

Farklı kesimlerden pek çok kişi Avatar’a ilişkin ortaklaşan eleştirilerde bulundu. Filmin siyasal/toplumsal eleştiri boyutu fazlasıyla öne çıkarıldı. Sömürgeciliğe, anamalcılığa, emperyalizme yönelik köktenci bir eleştiri olarak okundu. Egemen sistemin nosyonlarını, yine sistem içinde kalarak, dolayısıyla ona tersinden destek vererek eleştiren bir kurnazlık olarak nitelendi. Hakikat karşısında, mitolojik bir çöpyığını inşa etme girişimi olarak yorumlandı…vs..vs.

Bütün bu okuma ve eleştirileri bi yana bırakarak, sinemada teknolojinin abartılmasına ve Amerikan sinemasına ilişkin çekincelerimi de saklı tutarak belirmem gerekirse; ben, Avatar’ı çok sevdim. Son yıllarda seyrettiğim en etkileyici ve büyüleyici görsel şölendi, diyebilirim.

Avatar adını duyar duymaz, Guenon’un İnisyasyona Toplu Bakışlar’ı ile Vedanta’nın Halleri’ni yeniden okudum. Her şey bir yana, bu değerli kaynaklara yeniden dönmemi sağladığı için bile ona minnettarım.

Filmin öyküsünü anlatıp sizi sıkmak istemem.

Zaten bu satırlar filmi izleyenlere seslenmeyi amaçlıyor.

Mavi derili, zeki canlılar’ın ilkel, geri kalmış, modern burjuva uygarlığına yenilmiş, o sürecin ayırdında olmayan çaresizler olduğu kanısında değilim.

Aksine, onların insanlığa ilişkin umutlarımızı diri tutan, bizim çoktan yitirdiğimiz pür insan olduklarını düşünüyorum.

Yaşadıkları doğal ve kültürel çevre içinde inisiye olmayı başarmış hakiki insanlar…

Saldırgan ve sömürgeci Amerika gerçeğini imleyen komutanın ve onun sivil amirinin yerle yeksan ettiği devasa ağaç, kadim Hind bilgeliğindeki ifadesiyle, ‘arz/yeryüzü/hayat ağacı’dır. Başka bir deyişle birlik (vahdet) imgesidir. Duyular alemindeki birliktir.

Doğrudan göksel olanla temas kurulan diğer ışıklı ağaç ise, teklik (ehadiyyet) imgesidir. Yine Hind öğretisinde ‘Zat’ı temsil eden ve Guenon’un sözcükleriyle söylersek, ‘ikinci doğum’ için tek imkandır. İkinci doğum ruhun başka bir bedene geçişi değil, insanın kendisini gerçekleştirmesidir.

Birlik ve teklik ağaçlarının merkezde olduğu doğa, saldırganların sandığı gibi denetlenebilir, çıkar eksenli ilişki kurulabilir ve gerektiğinde yok edilebilir hiç değildir. Böyle olduğunda doğanın intikamı şiddetli olur. Bu duyarlık ile çevreciliği de karıştırmamak gerekir.

Avatar’a ‘kalp sembolizmi’ ile onun eşdeğeri olan ‘dünyanın yumurtası’ sembolizmi içinden baktığımızda şunlar görünür :

Varoluşun merkezinde manevi bir ilke işler. Bu ilkenin gerçekleşmesi daima bir Avatar’a gereksinim duyar. Avatar bu anlamda, yetkin insanı (insan-ı kamil) temsil eder. Bunun için inisiye olması, arınması, yetkinleşmesi gerekir. Naviler, kendi çevrelerinde ve duyarlıkları içinde, doğal bir biçimde bu süreci yaşarlar. Doğanın her parçasını, bitkileri, hayvanları, taşı-toprağı kardeş olarak görürler. Çıkar temelli bir ilişki kurmazlar. Zihin dünyasında böyle bir veri zaten yoktur. Bu saflığı sağlayan ilke doğada vardır. Önemli olan onu açığa çıkarmaktır.

Burada tam da Cameron’un kurduğu türden bir karşıtlığa ihtiyaç duyulur. Navilerin yani yetkinleşmiş, inisiye olmuş insanların yıkıcı bir saldırı anında Avatar’a gereksinim duymaları da bu yüzdendir. Yani işin doğasında bu vardır.

Avatar, farklı dillerde farklı sözcüklerle ifade edilir.

İslam düşünce geleneğinde, Guenon’un deyişiyle, bu, ‘ruh-ı Muhammedi’dir.

Tanrı’nın duyular alemindeki açılması, Avatar üzerinden gerçekleşir. Avatar, ‘ruhsuz, acımasız ve istilacı’ bir dünyada savaşçı niteliğiyle belirecektir. Zoe Saldana’nın oynadığı Neytiri karakterinin karşısına Sam Worthington’un canlandırdığı Jake Sully’nin çıkması da bu nedenledir. Sakatlanmış bir savaşçıdır. O ‘ruhsuz dünya’dandır ama ‘güçlü bir kalbi’ vardır. Kalbinin güçlü oluşuna ilişkin işaret ise teklik ağacının kutsal tohumlarından gelecektir.

Böylece kimilerinin Son Mohikan veya Kurtlarla Dans benzerliği kurduğu, gerçekte onlardan tümüyle farklı olan bu özgün öykü için gerekli düzenek kurulmuş olacaktır.

Cameron, Neytiri’nin dilinden, teklik ağacının yani Tanrının eşiğinde galibiyet için yakaran Jake Sully’e, O’nun temel niteliklerinden birini söyletir : ‘O, taraf tutmaz…Sadece kosmozun dengesini korur.’ Filmin belki de en heyecan verici iletisi budur. O, mutlak adildir, biz ise O’nun gibi olmalı, O’na benzemeye çalışmalıyız.

Yani her şeyi ve herkesi kardeş bilmeli, sevmeli ve saymalıyız. Yunus gibi söylersek, ‘yetmişiki millete birlik ile bakmayan/şer’ile evliya ise de hakikatte asidir…’

Jake Sully’ye ormanda saldıran sırtlan gibi canlılar, benliğin (nefs) ilk katmanındaki tehditlerdir. Onlar aşıldıkça yani insan yetkinleştikçe saldırganlar büyür, daha da güçlü hale gelir. İnsan bu engelleri aşa aşa, Attar’ın Kuşların Dili’nde söz ettiği vadilerden, çöllerden ve dağlardan geçerek Anka’ya ulaşır. Sully’nin büyük savaşı başlatırken en büyük ‘kuş’a binmesi bu nedenledir.

Kutsal ağacın tohumları, gerçekte meleklerdir ve insandaki meleksi niteliklerdir. ‘Meleke kazanmak’, zaten, insanda merhamet ve adaleti koruma isteği uyanmasıdır. Bir anlamda, insandaki meleklerin hareketlenmesidir.

Navileri Kızılderilerle, Amishlerle veya Amazonlarla da özdeşleştirmemek gerekir. Modernliğin tümüyle dışında kalmış, dolayısıyla duyarlıklarını korumuş olan insanlardır onlar.

Amaç, Yüce Özdeşlik’e ulaşmaktır. Yani insan olmaktır. Yine Yunus diliyle söylersek, ‘kendin bilmek’tir. Kendini bilmeksizin Tanrı bilinemez.

Guenon’a dönecek olursak, burada farklı çevrimsel dönemler boyunca zuhur eden özel Avatara’lar söz konusu değildir. Ama gerçekte ve başlangıçtan itibaren bütün Avatara’ların bizzat ilkesiolan bir şey söz konusudur. Aynı şekilde İslâm geleneği bakış açısından da, Rûh-ı Muhammedi, peygamberlerle ilgili bütün zuhurların prensibidir. Bu, yaratılışın bizzat kaynağında bulunan ilkedir. Bu arada şunu hatırlayalım ki Avatâra kelimesi, tam olarak bir ilkenin zuhurun alanı içine “inişi” ifade eder ve diğer yandan, “tohum” ismi ise de, Kitab-ı Mukaddes’in pek çok metinlerinde Mesih’e uygulanır.

Cameron, filmi ile “Irak savaşını ve mekanize savaşın insanlıkdışı doğasını eleştirdiğini” söylüyor. Yürekten katılıyorum. Avatar bu eleştiriyi, kadim Hind bilgeliğinin imge evreni içinden yapıyor.


Avatar
Sadık Yalsızuçanlar - 07.03.2010 20:30




LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin