12 Mayıs 2010 Çarşamba

UÇAN SÜPÜRGE'DE YOLCULUK 2

 
1-GÖZLERİMİ DE AL TAKE MY EYES
İSPANYA/SPAIN, 2003, 35 mm, renkli/color, 106’

YÖNETMEN/DIRECTOR: Icíar Bollaín
OYUNCULAR/CAST: Laia Marull, Luis Tosar, Candela Peña, Rosa Maria Sardà, Kiti Manver
ÖDÜLLERİNDEN BAZILARI/SELECTED AWARDS:
Créteil Uluslararası Kadın Film Festivali “Büyük Ödül”, “Seyirci Ödülü”/ Créteil International Women's Film Festival “Audience Award”, “Grand Prix”, 2004
Goya Ödülleri “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen”, “En İyi Kadın Oyuncu” (Laia Marull), “En İyi Erkek Oyuncu” (Luis Tosar), “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” (Candela Peña), “En İyi Senaryo”, “En İyi Ses”/ Goya Awards “Best Film”, “Best Director”, “Best Actress”, “Best Actor”, “Best Supporting Actress”, “Best Screenplay”, “Best Sound”, 2004
Seattle Uluslararası Film Festivali “En İyi Aktör” (Luis Tosar)/Seattle International Film Festival “Best Actor”, 2004
San Sebastián Uluslararası Film Festivali “En İyi Film”, “Mansiyon Ödülü”, “Gümüş Denizkabuğu” (Laia Marul, Luis Tosar)/San Sebastián International Film Festival “Best Film”, “Special Mention”, “Silver Seashell”, 2003

22 uluslararası festivalden 50’ye yakın ödül almış bir feminist film, bir başyapıt. İspanya’da bir milyondan fazla kişinin izlediği, pek çok ülkede gösterilen bu film, kocası Antonia’nın fiziksel ve duygusal şiddetine maruz bırakılan Pilar’ı anlatır. Pilar, soğuk bir kış gecesi oğluyla birlikte evden kaçar ve kız kardeşinin evine sığınır. Kocasının onu arayacağından şüphesi yoktur. Çünkü Pilar kocasının her şeyidir, ona “gözlerini vermiştir”. Yönetmen, aile içi şiddetle ilgili yanıtlanmamış çok soru olduğu için bu konuya odaklandığını söylüyor. Film İspanya’dan, ama kadınlara karşı şiddet dünyanın her yerinde!
 
KİŞİSEL KANAATİM: Nasıl güzel bir oyunculuk şöleniydi bu film anlatamam. Kadının her yerde kadın, erkeğin her yerde erkek olduğunu görmek için bile izlenir. Öfke kontrolünü sağlayamayan bir erkeğin uygualadığı fiziksel ve duygusal şiddetin, bir kadının duygu dünyasında adama olan büyük aşkına rağmen nasıl da derin yaralar açtığını gösteren iyi bir yapıt. Belki de en çok erkekler izlemeli ve hesap etmedikleri öfke krizlerinin yol açtığı travmaları görmeli. Bir de Türk erkeğini maço bulan, kıskançlıklarını gelenekçiliği ve geri kalmamızın nedeni olarak sunulup çarpıtılan dini değerlere yükleyenlere de cevap olacak nitelikte bir film bu. Yani erkeklerin kendi kadını üzerindeki düşünceleri, hisleri, tıpkı annelik, tıpkı aşık olunan adamın kahrını çekmek gibi evrensel ve insani duygular. Bu arada bu gün okuduğum kitaptan öğrendiğime göre  maço kelimesi ispanyolcadan türeme imiş:))
Bu filme denk gelirseniz kaçırmayın derim; 50 ÖDÜLÜ boşa almamış:))  
 
2-İKİ TUTAM SAÇ: DERSİM’İN KAYIP KIZLARI TWO WISPS OF HAIR: THE MISSING GIRLS OF DERSIM
TÜRKİYE/TURKEY, 2010, betacam, renkli/color, 55’

YÖNETMEN/DIRECTOR: Nezahat Gündoğan
 
Bu yılın en çok konuşulan belgeseli. 1938’de Kürtler Dersim’den sürülürken rütbeli asker ailelerine verilen Kürt kızların saklı tarihini, onlardan ikisinin birer tutam saçını koynunda saklayan kadınların anlatımlarıyla görünür kılıyor yönetmen. Huriye ninenin sözleri, o kızların geride bıraktığı ailelerin özlemini anlatmaya yetiyor: “Taş olsaydım erirdim, toprak oldum dayandım…”
 
 
 
 
KİŞİSEL KANAATİM: Salonun tıklım tıklım olduğu, başında ve sonunda uzun alkışların tutulduğu belgesel filmi herkes izlemeli ki, tarih kitaplarımızda geçmeyen gerçekleri öğrenelim ve bu ülkenin acı çekmiş bir çok kesimini anlayabilelim, anlatabilelim. Anlatılan acı çekmiş milletten değilim ama acının, zulmün ne olduğunu idrak edecek kadar anı biriktirmiş olmalı ki belleğim tüm salon gibi gözyaşlarımı tutamadım. Umarım diğer acı çekenler de maruz bırakıldıkları halleri bunca güzel anlatabilir ve toplumumuz empati yeteneğini geliştirerek birbirini anlama noktasına biran önce ulaşıp hoşgörüyü, sevgiyi hayatına hayat kılabilir. Böyle yapımların çoğalması dileğiyle...   
 
 
3-KÖPRÜDEKİLER MEN ON THE BRIDGE
TÜRKİYE-ALMANYA-HOLLANDA/TURKEY-GERMANY-NETHERLANDS, 2009, 35 mm, renkli/color, 87’

YÖNETMEN/DIRECTOR: Aslı Özge
OYUNCULAR/CAST: Fikret Portakal, Murat Tokgöz, Umut İlker, Cemile İlker
ÖDÜLLER/AWARDS:
Ankara Uluslararası Film Festivali “Ulusal Yarışma–En İyi Film”, “En İyi Kurgu”/Ankara International Film Festival “National Feature Film Competition – Best Film”, “Best Editing”, 2010
Altın Koza Film Festivali “En İyi Film”/Golden Boll Film Festival “Best Film”, 2009
İstanbul Film Festivali “Altın Lale Yılın En İyi Türk Filmi”/Istanbul Film Festival “Best Turkish Film Of The Year”, 2009
Londra Türk Filmleri Festivali “Golden Wings Dağıtım Ödülü”/London Turkish Film Festival “Golden Wings Award”, 2009
 
Aslı Özge’nın geçen yılın heyecanla karşılanan, festivallerde ödülleri toplayan bu filmi, yeni bir sinema diliyle de tanıştırıyor seyircisini. İstanbul’da yaşama tutunmaya çalışan üç erkeğin öykülerinin kesiştiği Boğaz Köprüsü’ni eksene alan film, gelecek korkusunun şekillendirdiği gündelik hayatlara odaklanıyor. Filmde, Emniyet Genel Müdürlüğü çekimlerin gerçek polislerle yapılmasına izin vermedi; filmdeki tüm polis rolleri için amatör ve profesyonel oyuncular seçildi.
 


KİŞİSEL KANAATİM: Aman Allah'ım! Tam bir felaketti. Acaba nereye bağlayacak bu üç kişinin hayatını nasıl kesiştirecek diye sonuna kadar izleme zahmetine katlandığım filmde hikaye  öylece ortada bırakıldı.Nerdeyse tüm salon ne kötü film diye söylendi, çıkanlar oldu.Sonuçta sinemada vizyonda değil, ciddi sinemaseverlerin takip etmeye çalıştığı bir festivalde memnuniyetsizlik ifadelerinin olması da manalı doğrusu. Ama film 5 ödül almış:)) Bu nedenle benim de dahil olduğum seyirciler demek biz sinemadan bir şey anlamıyoruz ki böyle hissettik diye de tepki verdi:)) En kötüsü de ne biliyor musunuz, oyuncular. Kesinlikle filmi yönetmen kadar oyuncuların da taşıdığını, burada rezalet bir oyuncu seçimi olduğunu belirtmeliyim. Flash TV de reality showlarda oynayan oyuncuları mumla aradım desem yalan olmaz. Kabul ediyorum, oyunculuk ciddi yetenek istiyormuş:)) Şimdiye kadar kötü olduğunu düşündüğüm filmlerden özür dilemek istiyorum, bu kadar kötüsünü hiç bir yerde seyretmedim. Kuştepe'ye kamerayı götürmüş, oradaki halka kendiniz olun, oyunculuk istemiyorum demiş ancak kameranın varlığının farkında olan ara ara kameraya bakıp olmayacak yerde tıslayarak gülen insanlar filmin sahiciliğine gölge düşürmüş. Oysa iyi bir casting ve senaryo ile bu hikaye işlenebilirdi. Filmi izleyen ve festival jürilerinin ödül verme sebebini anlayan varsa bana izah ederse sevinirim:)))      
 

10 Mayıs 2010 Pazartesi

AŞK BAŞKA BİR ŞEY...


 

AŞK BAŞKA BİR ŞEY...İçine düşünülen, içinden düşülen, bir martının kanadından süzülen, dalgaların üzerinde danseden, nefessiz bırakan, nefes aldıran, sevinçten zıpladığın yerden uçurumun kenarına salan bir şey...Aşk bambaşka bir şey...


AŞK BAŞKA BİR ŞEY...Renklerin birbirine geçişi kadar naif, karanlığı ısıtacak kadar yakıcı...Karmakarışık, sarmaşık gibi bir şey...Katışıksız, yatışmasız, tartışmasız bir şey...
Tepetaklak olup bir akşama düşmek, gönülden geçeni süzmek, onu görünce elinden tutup kalbinin ateşe yürümek demek AŞK...Bile bile, yana yakıla gelmek onun gönül kapısına...Beklemek önünde zevk verici ıstırapla...Açılırsa bir gün kapı, ne ala...Açılmazsa...Külünü havalandırır rüzgar nasılsa...Bir parçan değer bağrına ve yeter ateşi tutuşturmaya, artık sen olmasan da... Çünkü AŞK BAŞKA BİR ŞEY...HERŞEYE RAĞMEN DEĞER YANMAYA...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

DÜN UÇAN SÜPÜRGEYE BİNDİM DÖRT FİLM İZLEDİM:))

1-KADIN OLDUĞUM GÜN THE DAY I BECAME A WOMAN


İRAN/IRAN, 2000, 35 mm, renkli/color, 78’
YÖNETMEN/DIRECTOR: Marziyeh Meshkini
OYUNCULAR/CAST: Fatemeh Cherag Akhar, Shabnam Toloui, Azizeh Sedighi
ÖDÜLLER/AWARDS:
Chicago Uluslararası Film Festivali “En İyi İlk Film”/Chicago International Film Festival “Best First Film”, 2000
Güneyden Filmler Festivali “FIPRESCI Ödülü”/Films from the south Festival “FIPRESCI Prize”, 2000
Pusan Uluslararası Film Festivali “En İyi Asya Filmi”/Pusan International Film Festival “Best Asian Film”, 2000
Selanik Film Festivali “En İyi Yönetmen”/Thessaloniki Film Festival “Best Director”, 2000
Toronto Uluslararası Film Festivali “Keşif Ödülü”/Toronto International Film Festival “Discovery Award”, 2000
Venedik Film Festivali “'CinemAvvenire' Ödülü – En İyi İlk Film”, “Isvema Ödülü”, “UNESCO Ödülü”/Venice Film Festival “'CinemAvvenire' Award - Best First Film”, “Isvema Award”, “UNESCO Award”, 2000

Kadın Olduğum Gün, İran'da kadın olmak üzerine çekilen en etkileyici ve çarpıcı filmlerden biri. Marziyeh Meshkini üç yalın öyküyle kadının hayatının üç evresini derin bir varoluşsal anlam katarak yansıtmayı başarıyor. Aynı zamanda kara mizahı ve simgeleri ustalıkla kullanarak görselliği güçlü bir sinema diliyle ataerkil düzeni ve özgürlüğü satın almaya dönüştüren tüketim ekonomisini eleştiriyor. Pek çok festivalden ödülle dönen film, Mohsen Makmalbaf ekolünün en başarılı örneklerinden biri.

KİŞİSEL KANAATİM: Seyrettiğim filmlerden farklı ve etkileyici bir yapıttı. İran sinemasından daha önce Cennetin Çocukları filmini izlemiştim o da çok iyi idi. Bu filmde de özellikle yukarıdaki resimdeki kadının tutkusunun peşinden gidişi, hayatın bir yolculuk oluşu, biri bitse bir başka engelin yolumuzu keseceği, azmin zaferinin de bir yere kadar olduğu görsellik imgelerle zenginleştirilerek sunulmuştu. Son bölümünde yaşlı bir kadının kenisine miras kalması sonucu hayatı boyu alamadığı şeyleri almak için yaptığı gereksiz alışverişlerle tüketim toplumu olgusu inceden eleştiriliyor. Seyredilmesi gereken bir film :)) 



2-DERİMDEN DE İÇERİ CAN GO THROUGH SKIN


HOLLANDA/THE NETHERLANDS, 2009, 35 mm, renkli/color, 94’
YÖNETMEN/DIRECTOR: Esther Rots
OYUNCULAR/CAST: Rifka Lodeizen, Wim Opbrouck, Chris Borowski, Elisabeth van Nimwegen, Tina de Bruin
ÖDÜLLER/AWARDS:
Hollanda Film Festivali “En İyi Kadın Oyuncu”, “En İyi Kurgu”/Nederlands Film Festival “Best Actress”, “Best Editing”, 2009
Transilvanya Uluslararası Film Festivali “FIPRESCI Ödülü”/Transilvania International Film Festival “FIPRESCI Prize”, 2009

Belgesel sinema geçmişi olan yönetmen Ester Rots’un ilk uzun metraj filmi olan Derimden de İçeri’de travma sonrası hayatını sürdürmeye çalışan sıradan bir kadının izini sürüyoruz. Erkek arkadaşı tarafından terk edildikten sonra yaşama sevincini yeniden kazanma sürecine giren Marieke, bir pizza dağitıcısı tarafından tecavüze uğrar. Yaşadığı sarsıntıları atlatmakta zorlanan ve Amsterdam’ın kaotik atmosferinden kurtulmak isteyen Marieke Hollanda’nın kırsal bir bölgesinde izbe bir kulübeye taşınır. Esther Rots Marieke karakterini kurgularken (yaratırken) yaşadıkları travmadan sonra kendi yaralarını kendileri sessizce sarmaya çalışan birçok kadının tecrübelerini yansıtma fikrinden yola çıktığını belirtiyor.

KİŞİSEL KANAATİM: Film vermek istediği duyguyu çok iyi veriyor. Kadınların dünyanın neresinde olursa olsun saldırılara açık olduğu ve bu saldırılara maruz kaldığında toplumun, ruh dünyası çökmüş olan kadına mağdur değil de suçlu imiş gibi bir algıyla yaklaştığı, hukukun yaşama ve acılara yetişemediği çok sahici bir şekilde aktarılıyor. Bu filmi seyrederken her şeye rağmen ailelerimiz arkadaşlarımızla yaşadığımız ve yardımsever bir toplum olduğumuz için mutlu oldum. Ama acı o kadar iyi yansıtılmıştı ki, filmden sonra dışarı çıktığımda adımlarımı korkak attğımı farkettim. Dilerim hiç bir kadın maddi manevi hiç bir tecavüze uğramadan sürdürür yaşamını. İyi bir film, güzel bir oyunculuk için gidilebilir ancak kasvet ve korkuya meyili iseniz bu duygularınızda artış sağlayabilir :))


3-KIŞ SESSİZLİĞİ WINTER SILENCE


HOLLANDA/NETHERLANDS, 2008, 35 mm, renkli/color, 70’
YÖNETMEN/DIRECTOR: Sonja Wyss
OYUNCULAR/CAST: Gerda Zangger, Sandra Utzinger, Brigitta Weber, Katalin Liptak, Sarah Bühlmann
ÖDÜLLER/AWARDS:

Hollanda Film Festivali “En İyi Ses” /Nederlands Film Festival “Best Sound”, 2009

Kış Sessizliği, adı üzerinde sessizlik ve kış anıştırmaları ile dolu bir Hollanda filmi. Bu yüzden rüya ile gerçek, hayal ile oyun, masal ile hakikat, bugün ile düne ilişkin hikayeler iç içe geçmiş matruşkalar gibi. Kış Sessizliği, babalarını bir av sırasında yitiren dört kız kardeş ve annelerinin öyküsü. Püritenizmin ve konservatizmin insan yaşantısını belirleyen yüksek denetimli parametrelerinin Baba’nın Yasa’sı ile daha da berkleştirildiği bu evde, babanın ölümü ile temsil ettiği otorite ortadan kalkmış gibi gözükse de, kendisini sözlü olmayan dilde ve yaşam pratiklerinde sürdürmeye devam ettirirken, masalsı “geyik avcıları” her hareketleri cetvelle çekilmiş şekilde belirlenmiş, temastan ve kahkahadan, mutluluktan yoksun olan eve, avlarını bekleyen birer hayalet gibi sızıveriyorlar. Kadınların saçlarındaki örgüleri açıp, rüzgarda özgürce bırakması gibi bir film Kış Sessizliği.

KİŞİSEL KANAATİM: Neredeyse içinde on cümle barındırmayan, kasvetli bir film. Bolca imgenin kullanıldığı, gelenekerin eleştirildiği filmi anlamamıza yardımcı olan ise film sonrası söyleşi yapan Hollandalı yönetmen oldu.:)) Kadın ve erkeğin aslında bir bütün olduğu ve her açıdan birlikteliğe gereksinim duyduğu, katı engellemelerin, yersiz geleneklerin, baskıların yasak ilişkilere sürüklediği ve bu ilişkilerin sonçlarının ağır olduğunu düşündüm. Kadınların saç örgülerini açıp özgürleşme yolunda fikri bir adım atmaları gibi sonnda güneşin çıkması ve kardelenlerin başvermesi ile kasvetli sessizliğin umuda dönüştürülme çabası görülüyor. İmgelerin yoğunl filmler seyretmeyi sevenler iin ideal bir film.:))       


4-ÇİNLİ BİR KIZ SHE, A CHINESE


İNGİLTERE-FRANSA-ALMANYA/UK-FRANCE-GERMANY, 2009, 35 mm, renkli/color, 98’
YÖNETMEN/DIRECTOR: Xiaolu Guo
OYUNCULAR/CAST: Huang Lu, Geoffrey Hutchings, Chris Ryman, Wei Yi Bo

ÖDÜLLER/AWARDS:
Hamburg Film Festivali “Senaryo Ödülü”, 2009/Hamburg Film Festival “Screenplay Award”, 2009
Locarno Uluslararası Film Festivali “Altın Leopar”, 2009/Locarno International Film Festival “Golden Leopard”, 2009

Çinli Bir Kız filmindeki Mei kendisinden uzakta nefes alıp veren lolipop rengindeki “kozmopolitan” hayallerin esiri olmuş ve henüz genç kızlığa “terfi etmiş” iken, dünya gerçeğine gözlerini tecavüze uğrayarak açar. Ülkesinde kuş uçmaz kervan geçmez bir taşra kasabasında doğan Mei, Güneş Batmayan Krallık’ın başkentine doğru sürüklenen hikayesinde bir piyon mu yoksa tıpkı Antigone gibi tüm insani iradesi ile karar verecek büyük bir kale mi olacaktır? Acısını estetize ettiği o küçük ama kahramanca hareketler başkaları tarafından görülüp,anlaşılabilecek midir?

KİŞİSEL KANAATİM: Dünyanın her yerinde erkeğin erkek, kadının kadın, manyağın manyak, tacizcinin tacizci olduğunu anlatan bu film maceraperest bir kızın başına gelen sancılı bir yaşam yolculuğu. Annesinin memur ve gözlüklü, kıza göre tipsiz biri ile evlendirip sıradan bir yaşam sürdürmesine sebep olacak döngüsü içine girmeyen kız, yaşamak için her işi yapar hale geliyor, bir türlü mutlu olamıyor, Çin'den Londra'ya aşkı, özendiği batı yaşamını bulmak için gelse de maalesef hayat şartları onu sömürülmeye mahkum hale getiriyor. Kötü şartlarda çalışıyor, ciddi zorluklar çekiyor. Türkiye'de yaşamanın, henüz batı ölçüsünde bozulmamış bir toplumun fertleriyle beraber olmanın ne güzel bir şans olduğunu anlamak isterseniz bu dört filmi seyredin derim. Bizim asgari ücretlimizin bile ne ferah yaşadığını düşündüm, memurlar derseniz kral:))

Program Hatırlatması:

1-21:45...Film Şeridi:

2-23:00  Açık Deniz: Sultan Abdülhamit’e yapılan darbe ve Abdülhamit’in şaibeli ölümü konu ediliyor. Açık Deniz’in bu haftaki konukları; II. Abdülhamit’in torunlarından Orhan Osmanoğlu, Yönetmen Koray Demir ve Tarihçi Yılmaz Öztuna.
   


6 Mayıs 2010 Perşembe

ŞANS YİNE İSTANBUL'LUDAN YANA...KAÇIRILMAYACAK FIRSATLAR KAPINIZDA ...


1-YENİ BİR YAZARLIK VE SENARYO EĞİTİM PROGRAMI BAŞLIYOR. VE bu program USTA KALEM,  NAİF ŞAİR, MODERN ÖYKÜCÜ, "İÇİ DOLU OLUP ÇOK SATAN KİTAPLAR"IN YAZARI, AÇIK DENİZ'İN MİMARI, BELGESEL VE PROGRAM YAPIMCISI, HASIL-I KELAM EDEBİ İLE EDEBİYATIMIZIN SAĞLAM KALELERİNDEN SADIK YALSIZUÇANLAR'ın moderatörlüğünde yapılıyor.

Umarım bu afiş bu programları kaçırmak istemeyecek ilgililere en kısa sürede ulaşır...Ve bir gün Türkiye'nin diğer şehirlerine de yolu düşer bu güzel insanların...Herkese selamlar, bu "yaz"ınız geçen "yaz"lardan bereketli geçsin.



2-Neyse ki ANKARA'da da bir şeyler oluyor. Mesela bu gün 13.UÇAN SÜPÜRGE ULUSLARARASI KADIN FİLMLERİ FESTİVALİ başlıyor. 13 Mayıs 2010 akşamına kadar sürecek.
 
FESTİVAL ETKİNLİKLERİ İÇİN burdan
 
FİLM GÖSTERİM ÇİZELGESİ İÇİN burdan

BİR DE GÜLAY'DAN DİNLEYELİM:))

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Hayat şartları bizi ne kadar ciddi görünmeye zorlasa da hepimiz çılgınlıklarımızı paylaşacak birini arıyoruz...

Öğrendik ki... Bir tek insanın bize ''iyi ki varsın'' demesi, var olduğumuz için mutlu olmamızı sağlar...


Öğrendik ki... Kibar olmak, haklı olmaktan daha önemlidir...

Öğrendik ki... Hayat şartları bizi ne kadar ciddi görünmeye zorlasa da hepimiz çılgınlıklarımızı paylaşacak birini arıyoruz...

Öğrendik ki... Bazen tek ihtiyacımız olan bir... el ve bizi anlayacak bir yürektir...

Öğrendik ki... Parayla ''klas insan'' olunmuyor...

Öğrendik ki... Gün içinde başımıza gelen küçücük şeyler gün sonunda koca bir mutluluğa dönüşüyor....

Öğrendik ki... İnkar edip içimizde sakladığımız şeyler gerçekliğini kaybetmiyor...

Öğrendik ki... Biriyle dalaştığımızda tek başardığımız onun bize daha çok zarar vermesini sağlamaktır...

Öğrendik ki... Her yarayı saran zaman değil sevgidir...

Öğrendik ki... Çabuk olgunlaşmak için zeki insanlardan çevre edinmek gerekir...

Öğrendik ki... Karşılaştığımız herkes bir gülüşümüzü hak eder...

Öğrendik ki... Hiç kimse mükemmel değildir...

Öğrendik ki... Hayat zorludur ama biz daha zorluyuz...

Öğrendik ki... Gülümsemek, daha güzel bir görüntüye kavuşmanın bedava yoludur...

Öğrendik ki... Hepimiz zirvede olmak istesek de asıl keyif oraya tırmanırken yaşadıklarımızdır...

Öğrendik ki... Zamanımız ne kadar azsa yapacak işler o kadar çoktur...

Öğrendik ki... BİRİNİ NE KADAR ÇOK SEVERSEK HAYAT ONU BİZDEN O KADAR ÇABUK ALIYOR...(istambol)

CAN YUCEL

2 Mayıs 2010 Pazar

HAYAT AKIYOR İÇİME, RÜYADAN DÜŞÜYORUM RÜYA İÇİNE...

(HANDAN GÜLER'DEN...EDEBİSTAN.COM-http://www.edebistan.com/index.php/handanguler/hayat-ve-ruya/2010/05/ ADRESİNDE MAYIS 2010 TARİHLİ SAYIDA YAYINLANMIŞTIR)


Gülümsedi gözleri, “Hayat bir rüya.”, dedi. “Rüyanın içindeyiz şimdi.” Beraber ilerliyoruz görüntülerde.
İçimden geçen nehirler coşkun, umudum taze, rüyanın gizinde.
Yolun başındayım henüz, uzun aydınlık bir yol var önümde ve bambaşka bir eve götürüyor beni bugünkü “yazgı”m rüyamın içinde.
Kapılar var evde, herbiri başka bir hayata açılan. Her pencereden başka bir hülya esiyor gönlüme, gülümsüyorum o neşve ile.
Her kapıdan ayrı bir rüya akıyor zamanın içine.
Her odada başrol başka, figüranlar kesişiyor ama. Çünkü o odadaki ana karakterken rüyasında, başını uzattı mı dünyaya, diğerinin senaryosunda figüran oluyor aynı zamanda.
Torununu ayağında sallayan anneanne sesleniyor diğer odaya, “Sütü getir!”, diyor, “Isıtıp koydum biberona.”
Öbür odanın sert kadını geldiğinde annesinin yanına gülümsüyor ona, sarılıyor oğluna, yumuşacık hissediyor tenini, içine çekiyor cenneten gelen mis kokunun lezzetini, siliniyor az önce trafikte gerilmiş yüzünün çizgileri.
Kendi odasına çağırınca gereklilik dedikleri, bir digital belleğin içinde, kalbini annesinin kucağında bırakıp çantasından çıkardığı küçük dertlerini koyuyor masanın üstüne.
Kendi belleğinde ne kadar boş yer kaldı acaba diye düşünecekken açılıyor masa üstü, düşüyor önüne işten getirdiği sahtelikler, rüyanın sarhoş edici güzelliklerini silercesine. Sanki şimdi yapacakları, yazacakları gerçekmiş gibi başlıyor eritmeye bir bir, çayının şekeriyle birlikte.
Bir oyunun içinde olduğunun bilgisi belleğinde ama idrak; zihin-kalp ortak yapımı bir zeminse emek, vakit bir de lütüf birleşince yansıyorsa perdeye, dişliler arasında ezilirken bile verim düşmemeli diyen sistem çıkıyor her fırsatta insanın önüne. Zamanın öğüttüğü değirmenden idrak noktasına varmak ancak lütüfkar bir aşk ile…ama o da, nasip ölçüsünde.
Odalar çok kapılı ve biri daima açık girmek isteyene, yolu fark edene. Ama o odadan tekrar çıkmak için kendi yalanına, başka bir kapı bulmalı insan. İstesen de aynı yerden aynı kişi olarak çıkamazsın başkasıyla kesiştiğin kümeden çemberin dışına. Ya artmış olursun acılarla ya da eksilirsin yanlış adımlarla yürüdüğün odada, düşersin rüyadan rüyaya. Nasıl da yakalayamazsın hani kendini, dokunamazsın birine, tutsun istersin ellerini ki, düşme boşluğun derinliğine. Ama tutmaz kimse, rüyanın içine gelip, vermez elini eline.
Diğer odadan sesi gelir annenin, “Na’pıyorsun hala sen, topla kendini!” diyen. Aynana bakarsın, yazıya yani, sonra kitaba, göremezsin suretini parlayan kelimeler arasında. Bir başka ayna ararsın sonra, dost adında.
Herşey vardır o küçücük dünyanda ama hep bir özlem sarar insanı etrafına baktıkça. Ait olduğu yeri arar insan yaşarken daima. Ama ruhunun yapbozunda hep eksiktir o parça bu rüyada kaldıkça.
Yalnızlık çınlarken kulaklarında, tanıdık bir ses gelir üst kattaki pencereden çağırır seni rüyasına, ayna olsun diye sana, gidersin kapısına.
Yalnızlığını yalnızlığınla takas eder, çaya banarsın sohbet koyulaştıkça. Neden sonra konuştukça büyüyen tortuyu farkedersin; eriyen yalnızlığın önce çöker bardağın dibine bir yanılsamayla. Fakat birden taşar içinden gönlünün, muhabbet sürerken daha. Derinleşen yalnızlığın sırtına pişmanlığı da yükler dönersin başrolde olduğun oyuna.
Ama yine de koşar insan, tutar her daim dostluğun zeytin dalından, bazen eline sadece yeşili bulaşır zeytinin, kokusu siner içine kimi zaman. Zeytin ise sadece bir görüntüdür, zihnin mağara duvarında oynayan.
Oysa doyurmaz insanı bu aleme yansıyan görüntüler, asıllarını tatmadıkça. Ama farkedemez bunu, rüyanın yirmidört kareye sığdırılmış hareketinden gözünü ayıramayan, saatinin yirmidördünü de çarçur edip harcayan.
Gevşemişken bir başkasının rüyasında, başını koymuşken dizlerine, dalmışken görüntüler aleminin en yalanı dizilerin içindeki rüyanın riyakar repliklerine, diğer odadan bir ses girer içeri akşam indiğinde ve söyler ezberini “Bu gün yemekte ne var?” diye. Ne fark eder oysa, yediğin ruhunun açlığına perde oluyorsa. Her lokmada derinleşiyorsa rüyan, arttırıyorsa gerçekliğin acı illüzyonunu kaşığa dolan.
Öyleyse ne anlamsız sorudur bu, Kimdir bunca yanlış soruyu sorduran, bir sahteliğin içinden, bir başka sahteliğe kapı aralayan?
Sorular üşüştükçe beynime yol almaya devam ediyorum dairesel bir labirentte. Bambaşka bir evde, geziyorum odaları, rüyamın içinde.
Dönerken kendi eksenimde, güneşe bakarken buluyorum yüzümü, ısınıyor içim gülümsemesinde, anlatıyor sürekli bu kurgunun döngüselliğini, rüyanın gizlerini kelimelerin içine gizlediklerinde. Çıkıyoruz odaların kargaşasından sonra ve bir trende beraber devam ediyoruz yolculuğa.
Ama, diyorum tren yolu düz bir hat, çapı mı bu rüyanın. Hayır, diyor, uzun ya da kısa yolculuklar yapsak da geleceğimiz yer bu nokta.
Bir dışarıya bakıyorum bir içeriye, iki yanımdan akıyor coşkun nehir, bir bilge edasıyla konuşuyor sağımda, solumdan akan görüntülere seslendirme yaparcasına.
Bazen bozkıra dönünce resimler yolculuk içinde, kulağımı verdiğim bilgeye dönüyorum yüzümü, ruhumun istifadesi artsın diye, dalıyorum sesinde, içinde bir daha yıkanılamayan o söz nehrine.
Kutsal kelimelerin arındırmasıyla çoğalırken içim birden duruyor tren, geldik diyor, iniyoruz beraber.
Bir de bakıyorum ki, yine o ev, içiçe odalarla biribirine geçen rüyalar aleminin mekanı. Gülümsüyor ve ekliyor, ”Bak işte yine aynı yere geldik, dümdüz giden tren raylarının üzerinden rüyalar dairesine.”
Karşıya geçmek için önce sağa, sonra sola, sonra ona bakıp adım atıyorum caddeye. Yolun yarısındayken birdenbire, “Ben sizi çok seviyorum sayın bilge” diyorum yüzüne. Yine gülümsüyor, “Ben de seni, ben de seni çok seviyorum” diyor. Sıcacık bir duyguyla açıyorum gözlerimi rüyadan asıl rüyanın içine. Sevdiğimiz, rüyaya düşmüş gölgelerin ötesinde hep “O” aslında diyorum kendi kendime.
Odadan çıkıyorum sonra, çay demliyorum, kayboluyorum suyun hal değiştirirken yaptığı buhar dansında.
Diğer odaya ulaşan davetkar kokular rüyalarının başrolündekileri çağırıyor figüran olsunlar diye rüyama.
Dişlerimizin arasında ezdiklerimizle bir perde daha çekiyoruz gözlerimize, hava güzel nereye gitmeli diye düşünürken yine düşüyoruz gerçek sandığımız rüyanın içine.
Her öğrendiği bilgiyle geldiği yerin gerçekliğinden, sürekli yeni sorgulamalarla yaşam rüyasının içine düşme telaşındaki oğlum soruyor elinde satranç tablası, sence ne yapmalıyım bu tabloda, diye. Bilmiyorum diyorum, strateji geliştirecek kadar bilmiyorum hiçbir şeyi.
Hem bilsem ne farkeder, rüyanın senaristi biz değiliz ki. Öyle bir oyun ki içine düşürüldüğümüz alem ne kazananı belli ne kaybedeni. Bir şey anlamadan bakıyor gözleri, “of, anne ya!” deyip gidiyor içeri.
Herşey bağlıyken görünmez zincirlerle, içiçe geçmişken rüyalar, odalar, hayatlar, karışmışken replikler birbirine, aydınlık yollar, o yola açılan kilitli kapılar açılacaktır zamanı geldiğinde.
Anahtar hep O’nda. O’ndan dilemeli bu yolculukta, ihtiyacımız ne varsa.
O’ndan bahsetmeli sözler daima, rüyayı hakikat kılmalı insan, bu tavrıyla, bilgeler bunu yapıyor sahte dünyamıza sundukları tek gerçeklik olan muhabbet oklarıyla.

HANDAN GÜLER

1 Mayıs 2010 Cumartesi

AÇIK DENİZ'LERDE "DEM"LENME ZAMANI...



DEM BU DEMDİR DEM BU DEM...YENİDEN:))

“Gönül bekleme diyorlar .
Hayatın karşımıza çıkaracağı engelleri aşmak üzere bir kılavuza bağlandığımızda, mürşid kimi ipuçlarını verir ve bizi dünyanın tehditlerinin içine salarmış.
Bu karmaşa içinde kendi başımıza, yalnız ,güçsüz ve korumasız bir halde kalır, bir şeyi bekleriz.
Gönül bekleme.
Gönül nedir, nerede, neyi bekleriz bilmeyiz.
Uzay boşluğuna düşer gibi, derviş derviş devrilmiş gibi…
…Herkesin gönlü bir şeyi bekliyor…” diye başladı dem içimde.

Ne güzel diyorsun söz üstadım bu demde, herkesin gönlü bir şeyi bekliyor, bir özlem çekiyor.
Düştüğü boşlukta devriliyor, boşlukları doldurmak istiyor.
Dünyanın oyun eğlencesi çok, birinden kurtulsa diğerine takılıyor gönül, demini alamadığı demlerde.
Bir meteor geliyor sonra uzay boşluğunda asılı duran insana çapıyor, topla kendini diyor, aramaya devam et, süre işliyor.
Özlemden kavrulan yürek doğru diyor, kalkmalıyım, onu aramalıyım.
Durmuyor arıyor, neden sonra yeni bir oyalanma kapısında buluyor kendini. Açılan kapının yanlış olduğunu anlayana kadar hayli zaman geçiyor. Yine bir meteor atmosferine girip yürek yangınına ateş taşıyınca, yanmanın ama gerçekten tüm zerreleri ile yanmanın ızdırabı ile iki büklüm oluyor. Saat hiç durmadan işliyor.
Bulduğundan gördüğü vefasızlıklarla yanan insan, ha gayret diyor .
Arama ve bekleme durumuna gösterdiği sadakate binaen küllerinden yeniden doğma fırsatı sunuluyor.
Dünyanın tehditleri üzerine üzerine geldikçe sahih kaynaklara dönmeli diyor yüreğim, deme uzanıyor yine elim: “Bu alem ,görünmeyen alemlerin önünde tenteneli bir perdedir…
O halde her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyata kördür” diyor sözlerin.
Tenteneli perdenin ardını görmeyen gözlerimiz mi kör? Bakar kör bize mi deniyor, gerçekten gözleri görmeyenler bizden daha mı kolay o perdelerin ardını görüyor. Öyle olmalı, onların gözü harama kapalı. ”İsim ve sıfatlarının belirtileri de tıpkı böyledir. İşaret ve belirtilerin gerisindekini görebilmek için gönül gözü gerekir. Biliyor musun açılan bir kapıdır dünya … Mektuplarını okurken hep bu imge çağrışıyor bende” diyorsun ya demde. Hani bir ressam vardı,doğuştan görmüyordu gözleri. Ama çizdiği resimlerde gökyüzünün mavisini, bulutların atılmış pamuk gibi dizilişini, birbirinden güzel renkleri barındıran denizler alemini tüm ayrıntılarıyla çiziyordu tuvale. Görmeyen gözleri, gönlünün mektuplarını açıyordu belki de. O kadar sahiciydi ki çizimleri, inanamadı bilim adamları ve aylarca incelediler ressamın beyin fonksiyonlarını. Sonunda gerçekten görmediğine onay verdiler. Gönlüyle çiziyordu ressam, kabul ettiler. Televizyonda onu seyredince kalb gözü tabirine lügatlarında yer vermeyenlere ibret, aklı gözlerinde gafil kafalara inen tokmak olmalı diye düşündüm bir dem. Keşke dedim sonra perdeler bir açılsa… Sarının ışığında, mavinin maviliğine girsek, usulca, kederlerimizi bırakırcasına dalsak derin nura.
Keşkesiz yaşamak… Mümkün mü? ”Keşke şu şöyle ,bu böyle olsaydı dediğin sürece bir kılavuza muhtaçsın, derdi anneannem “demişsin satırlarında. Hep keşkesiz yaşamak istedim, uğraştım, didindim, kırdım, geçirdim, keşke dedim sonra.
Kırıldım çokça, özledim, zulme uğradım, kapalı kapılar önünde bekledim aylarca.
Keşke dedim yine açılsa kapılar ardı sıra.
Hastalandım, yaşadıklarımı kaldıramayınca. Keşke dedi doktorlar stres olmasa, sakin yaşa.

Denedim, dostlar edindim, zamanla. Yaralarımı gösterdim onlara inanınca. Keşke dedim merhem olsalar bana.
Bir rüzgar esti sonra, ne olduğunu anlamadan kabuk bağlamış yaralarımdan sızanları gördü hakikate kapalı gözlerim.
Meğer tırnaklarını geçirip yaralarımın kabuklarını koparmaktaymış dost bildiklerim.
İşte yine keşke dedim. Bitmeyecek mi keşkelerim?
Kılavuzum nerdesin, nerde ellerin? Beni kör kuyularda bırakmaya dayanır mı yüreğin?
“İnanıyorum, olan olmuştur ve olacak olan da olmuştur… Bu yüzden olmuş gibi ve olacakmış gibi anlatıyorum “ diyorsun. ”Bu yüzden seni yatırıyorum gözlerimde… yağmur suyu gibi… Bu yüzden … hep bu yüzden… böyle kesik kesik, tutuk yutkunuyor gibi konuşuyorum” ben de, senin ifadelerini ödünç alarak yine.
Canım yandığında beni “göğsünde bir menekşe gibi yatıracak” anneannem yok artık benim de. Her gün görmek istediğim, sığınağım, karşılıksız sevildiğimi hissettiğim, gelişimi balkonlarda bekleyen, daha karşıdan görünce yüzüne baharlar gelen, acılarında büyüttüğü çiçekleri, hepsine ayrı ayrı özel hissettirdiği torunlarına düşünmeden dağıtıveren, gelir gelmez daha, ne yedireyim yavrularıma telaşıyla evin içinde seken, İzmir’in o yapışkan sıcağında hiç üşenmeden akıtmalar, kayganalar pişiren bir ananem yok artık. Annem babam kızdıkça yüklendikçe bize, kaçtığımız, hoşgörüsü ve her türlü yeniliğe açık karakteri ile bizi özgürleştiren anneannem çok uzaklarda şimdilerde. Onun iyilikseverliğini , misafirperverliğini, saflığını, ve hep umutla ufka bakan tavrını kimsede görmedim daha. Keşke dediğini, işten yıldığını, namazını, tesbihini, kuşluğunu, teheccüdünü bıraktığını, hayattan yorulduğunu görmedim hiçbir dem. Bahçesine bakışını, her diktiği yeşile sevdasını katışını, renk renk güllerini, onların yapraklarından hemencecik yaptığı reçellerini hatırlıyorum evinin önünden geçerken. Ama artık geçmek istemiyorum nice kişisel tarihin saklandığı, her tuğlasında emeğinin olduğu o evin önünden. Terkedilmişliği, bakımsızlığı, yalnızlığı dokunuyor yüreğime.
Dördüncü katın yatak odası penceresinden bakan silüetini görüyorum, sabah namazına giden hacıbabamın ardından bakıyor yine.
Aşkla bağlı olduğu kocasını her zaman gözden kaybolana kadar izlediği, dualarla gönderdiği geliyor hatırıma.
Böyle aşklar yok artık.
Yollarda yürüyenler, ardından el sallayanlar, acaba vardı mı gideceği yere diye endişeli bir bekleyişle içindeki aşkı büyüten kadınlar zamanın çok gerilerinde kaldılar.
Çok katlı apartmanların, kapalı garajlarından arabalarıyla gidiyor artık eşler işlerine.
Ne kahvaltı edecek vakitleri var beraber ne de onlara el sallayacak, yüreğine verdiği sözle onu dönene kadar bekleyecek kadınlar var evlerde.
Gideceği yere vardı mı acaba diye endişelenip uzaklara bakıldığı, derin düşüncelere dalındığı günler geride kaldı.
Telefonunu aç da yüzünü görelim denen günlerdeyiz şimdi.
Hiçbir şeye vakit yok, duran devriliyor. Arkadan gelen üzerine basıp geçiyor.
Dünya ölümüne koşuyor, hem de ölümüne, bizi de sürüklercesine.
Ölüm ne kadar yakıcı bir şey… Dem de ilerledikçe seninle birlikte acı hatıralar bir bir geliyor zihnime. Ölümle ilk tanıştığımda da anneannemin evinin 5. kattaki terasındaydım. Bir grup insan karşıdaki evden cenazeyi çıkardılar. Eminece ‘nin eşiydi ölen. Yeşil örtüye sarılı tabutu yüklenenler arasındaydı o zaman dedem. Yolun sonunda vilayet cami vardı, camide Halil Hoca. Bayramlarda elini öptüğümüz bir yakınımızdı ölen.
Her ölümde insan biraz da kendi faniliğine ağlar ya, batıp gideceğine, dünyanın geçiciliğine, öyle olmuştu, çok ağlamıştım o gün de. Çocukluktan yorgun bir ihtiyara geçivermişti ruhum bir dem, ağlama demişti anneannem, tüm sevdiklerimiz orda, Efendimiz (sav) orda, bebekken kaybettiğim annem orda, dedelerim, ninem orda.
Şair de öyle demiyor muydu, mısralarında, ”Ölüm güzel şey , budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber. “ Necip Fazıl’ı hiç okumamıştı anneannem oysa. Ümmiydi, kirlenmemişti zihni harf yığınlarıyla. Ama iman sözden arınmış haliyle sürekli büyüyordu gönül deminde.
Senin gibi dedemin yüzünde “İfadenin donması” nı görmemiştim ben. Dayanamamıştı yüreğim bakmamıştım yüzüne, ikinci ölümü yaşadığım o günde.
Sular kaynatılıp bahçenin bir köşesinde yıkanırken perdeler gerisinde, donakalan ben olmuştum.
O sala ve ardından beni, kardeşimi, kuzenimi beraber idareye çağıran o anons çınlamıştı aylarca kulağımda.
Olamaz, daha bir saat önce birlikteydik, hastanededir belki yaralıdır, diye koşmuştuk endişeli yüzlerimizle eve, dualar dilimizde .
Ama bahçe kapısına geldiğimizde yanıldığımızı anlamıştık .
İğnelerle bayıltılmıştı büyük teyzem ve annem.Anneannem ve küçük teyzeme etki etmemişti damardan zerkedilen. Öylece bakıyorlardı, donuk, tutuk, bu alemden kopuk.
Ayşe yenge mutfaktaydı yine, helva kavruluyordu verilmek üzere gelene gidene.
Ayşe hala, ah gitti dağ gibi kardeşim diye feryad ederken, yemenilerini alıyordu kolunun altına, mal canın yongası, kaybolmasın sakla kızım diye uzattığında dönüp arkamı gitmiştim o hızla. Anlamıyordum olan biteni hala. Sanki her şey bitmişti o gün. Dünya durmuştu, en sevdiğim insan uğurlanıyordu, ablası bir çift plastik yemeniyi saklıyordu.
Onu bir daha göremeyecek olmak canımı fena yakıyordu.
Liseye gidiyordum o zamanlarda. Son bayramımı yaşayıp bitirdiğimi bilmiyordum daha. Bir daha bayramlar hiç bayram olmadı bana.
Okulun hopörlörleri her açıldığında acıtan bir acaba saplandı o günden sonra bağrıma.
Adını taşıdığım babaannem, hemen 28 gün ardından aşkının ayrılığına dayanamayan dedem dağladı yüreğimi zaman aktıkça.
Bir gün yine telefonda, güldü mü yüzünde güller açan Ayşe Teyze gitti dedi annem.
Fedakar kelimesinin zihnimdeki ilk karşılığı Naim Amca, her gittiğimizde bizi koklaya koklaya öpen, nazara okudu mu kuş gibi hafifleten Eminece çekildi bu alemden sonra.
Her birinin gidişiyle, ”Faniyim fani olanı istemem, acizim aciz olanı istemem. Ruhumu rahmana teslim eyledim gayrı istemem. ” İfadeleri döküldü dilimden
” İsterim, fakat bir Yar-ı Baki isterim” diye feryadı sürdüren yüreğime “Yağmura benzeyen o kelimeler” düştüğünde toprak kokusu yükseldi göğüme.
Gideceğimiz bu yere niye gelmiştik öyleyse? ”Dünyada ölümden başkası yalan” dediğinde şarkılar, ”Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayacaksınız“ derdi babam. Önce nimeti, sonra Hakiki Nimet vereni düşün, ölüm de bir nimettir unutma diye eklerdi . Sen de, aklında bu sorular, Efendimize seslenirken yüreğinle, ”Kainatın varlık sebebi muhabbet midir? Her şeyi birbiriyle bağlar mı? İnsan yaratılışın en güzel meyvesi midir? Kalbinde kainatı kuşatacak bir muhabbet mi gizlenmiştir? Onun doğrultusu nereyedir? Kim o sonsuz muhabbete layık olabilir? İster istemez varlığın sahibine mi yönelir? Onun gayrına yönelirse belalı bir musibet midir? ” diyorsun dem’de.
Başımıza gelen bunca musibet “gayr”a talip olunca mı uğramıştır semtimize, bu şehre, ülkeye.
Dünyayı saran savaşlar, akan yaşlar, ölen çocuklar hep bundan mıdır?
Celal ardında Rahmet mi saklıdır?
Perdeler açılacak mıdır bir gün muhabbete fedai olanlara?
Feda etmek o kadar kolay mıdır, avuçta ateş tutulan zamanlarda?
Dünyayı muhabbet kurtaracak deriz de, yanaşmaz nefsimiz bir türlü, şahsi planda gönülleri hakikate ayarlı kılmaya.
“Söz zihne özgüdür , kelam gönle mahsustur. Kelam söylenmeyendir. Söylenince de mayalayandır. “ diyorsun demini aldıkça.
Biz bahar ülkesinin hiç bahar görmemiş çocukları, O maya ile mayalanan topraklarda doğan şanslılar hani, kurtulabilecek miyiz sözden?
”Derin acıların dilsiz olduğunu fark ettim” diyorsun ya, dile getiremediğim acılarımı bir bilsen!
Satırların yetişiyor imdada her dem: “Kaybolanlar sevgiye değmiyor . Batıp gidenler geride sadece hüzün bırakıyor. Kalbi kanatıyor, aklı yaralıyor efendim… Her şey yavaş yavaş eskiyor. Bitiyor. Geçip gidiyor . Yok oluyor efendim. Geride sadece anılar ve acılar kalıyor. Soluk fotograflar kalıyor… Bakınca sanki eskitiyorum. Diyor ya şair, tıpkı el sallayanlar gibi gittikten sonra trenler. Ve bilek söner yeni ağırlığından gözyaşlarının… Dünya en çok tren istasyonuna benziyor efendim. Bir durakta ya biniyor, iniyor veya uğurluyoruz . Bu yüzden bir yakınım veya dostum gelse uğurlamak istemiyorum. El sallarken en çok İbrahim Peygamberin sözlerini hatırlıyorum. ” diyorsun ya, el sallarken sana, bende bıraktığın o hüzünlü resmi yeni yeni çözüyorum daha. ”Hiçbir şey kararında değil efendim. Bir sadık yar bulamadım. Bir kararda duramadım. Kime gönül verdimse terk etti, kime bağlandıysam çekip gitti. Beni terk etti. Terk edilmeyi istemiyorum efendim. Buna dayanamıyorum. ” derken nasıl da tercüman oluyorsun bana, ona, insanlığa.
Sırra talipsin hep, perdenin ardına. Bir ömür o eşiğin önünde, gönlün tek sermaye.
Yatışamayan kalbin her daim yakarışla inlemekte.
Ahirette seni kurtarmasını dilediğin satırlar, kitaplar dizi dizi dizilmekte.
Kalplerimizi her yandan sarıp bizi hareketsiz bırakan yabani sarmaşıkları kesip atabilmek için satırların keskin bir bıçak bazı demlerde. Merhametli bir kucak bazen demini alan yüreklere .
“Kalbim kendi kendini kanattıkça” bu sayfalara sığınacak artık her dem.
Sıcacık bir DEM, yanında demli çayım, demini almış bir yüreğin ışığından ruhuma akmakta.
Fonda “Dem bu demdir, dem bu dem” … çalmakta .
Dem, kan demek.
Dem, gözyaşı dökmek, soluk almak, nefeslenmek demek.
Zamanın en küçüğü, an demek dem.
Dem, içki demek, sarhoş olmak demek, aklı kaldırıp aradan gönül beklemek demek
Hepisinden iyice bir gönüle girmek demek dem,
Üstad demek dem, öğretmen, usta, sanatkar,
Kalb demek dem, aşk demek, yeni bağlar atmak gönle şevkle
Eskimiş, eprimiş bağlardan kurtulmak demek dem,
Acılardan sıyrılmak, unutma bahçesinde.
Korkusuzluk demek dem, kainata meydan okuyan bir yürekle yaşamak demek
Baharın eşsiz çiçeklerini mayalandıkları topraktan toplamak demek dem.
Gözü olana sabahın ışımasıdır dem
“İnsanın kendini tanıyabilmesi için başka bir ruhun derinliklerine dalmasıdır” dem.
Nurdur dem, nurdandır, nimettir dem.
Kalbinde merhamet adlı bir çınarı büyüten adamın, ab-ı hayatından damıttığı kitaptır dem.
Artık raflarda.
HANDAN GÜLER



"Dem Bu Demdir, Dem Bu Dem"
Sadık Yalsızuçanlar - 31.08.2009 22:45


http://www.edebistan.com/index.php/handanguler/demli-bir-deneme/2009/09/

HATIRLATMA : BU GECE AÇIK DENİZ'LERE AÇILMAYI UNUTMAYIN:)) 

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin