İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan kişi misali taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer
Aşkı var gönlü yanar yumuşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp kah kışa benzer
“Avucunda biriktirdiklerin çok güzel” dedi bir seferinde.
Sabah uyandığımda hava bulutlu, içim yağmurluydu.
Sele dönüşmeden kalbime yağan, tedbirimi aldım, baraj kapaklarını açtım. Gözümden damlayan inciler göğe dönmüş avucuma düşünce birden ıssız geceme gelen bu sözü hatırladım: “Avucunda biriktirdiklerin çok güzel”
Avucumu açtım, biriktirdiklerime baktım…Acıların arasından gülümseyen yüzler gördüm, o günlerin geçtiğine sevinmiş, elemi eleyip huzuru duvara asmışlardı. Şarkılar vardı, hepsine denk düşen, yakan, yıkan aşka düşüren…
Mesela birinde;
“Fikrimin İnce Gülü
Kalbimin Şen Bülbülü
O Gün ki Gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..
Gördüğüm Günden Beri
Olmuşum İnan Deli
O gün ki gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..
Ateşli Dudakların
Gamzeli Yanakların
O gün ki Gördüm Seni
Yaktın Ah Yaktın Beni..” diye inliyor, sesi delip geçiyordu aşığın yüreğini.
Bir başkasından İstanbul göz kırpıyordu, masmavi… Özlemin de güzel olduğunu anlatıyordu, kavuştuğun günlerin resimleri. Musikinin hüzünlü nağmeleri bile serinletiyordu boğazın dalgalarına gizlenen hafif esintiler gibi.
Kırık bir kalbe söylenen teselli sözleri, yalnızlığın paylaşıldığı gecelerde yüze düşen bir tebessüm resmi, annesiz bir çocuğun bağra basılıp ısıtıldığı şiirler gibi nice güzel ses, görüntü, harf birikmiş avucumda meğer. Hepsi de öyle değerli ki…
Anıların kanatları alıp götürdüğünde bizi geçmişe, bugünkü sizi oluşturan her şeye teşekkür etmeli. Canınızı acıtanlar en çok merhameti istiyor belli ki, duyun onu, sevin, dokunun diye canhıraş bir halde acıtmış sizi. Sizinle gülen, sizi güldürenden daha çok gülümsemeyi öğretmiş belki. Sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak bundan gerekli. Sıkıca kapadım hafızamın avuçlarını, akıp gitmesin hiçbiri. Avucumda biriktirdiklerim hem çok güzel hem çok kıymetli.
Yine dosttan bir inci: “Matematiğin bittiği yerde hesabı, hesabın sahibine bırakmayı bilmeli…”
Bırakıyorum kendimi, merhametinin enginliğine…Beni zayi etmezsin değil mi?
Heyecanla karışık bir hüzünle geç vakitte yatağa girmiş, birçok yorucu rüyanın kollarında hırpalanmıştım bütün gece.
Günün ilk ışıkları ile uyanıp herkesi uğurladıktan sonra ben de Hoca’nın dersine yetişmek için alelacele evden çıktım. Serin ama güneşli bir ekim günü daha yaşıyordu Ankara. Atatürk Orman Çiftliği'nin bulunduğu yolu tercih edince sonbaharın renk cümbüşünde, güzellikte birbiriyle yarışan sarının, yeşilin, kırmızının, kahvenin tonları arasında buldum kendimi.
Hızla akan trafik bir bir elimden alsa da zihnimin çektiği resimleri menzilime yaklaşmanın heyecanı kaplıyordu içimi. Çokluktan, zihin karmaşından, kalp yorgunluğundan arınmak istediğim bir dönemi yaşatıyordu Zamanın Sahibi. Mevsim geçişlerinin sancısı sarsarken bedeni, ruhu da örseliyordu saatin hiç durmadan işlemesi, yoruyordu "Gökyüzünden habersiz uçurtma uçuran" yüreği.Dersine geldiğim Hocam’ı görünce hele de elinden aldığım tek şekerli sabah çayım ve bir parça sıcak simidin kokusu eşliğinde geçen hal hatır sorma faslında daha, fazlalıklarından kurtulmaya başlayan ruhum hafiflemişti adeta.
Geniş merdivenlerini tırmanarak vardığımız sınıfta öğrencilerin meraklı bakışlarına aldırış etmeden geçip oturdum akçaağaç rengindeki sıralara. Öğrencilerin rehavete kapılmaması amacı güdülerek özel olarak hazırlanmış olduğunu düşündüğüm mavi kumaş kaplı rahatsız oturakların olduğu sınıfta parlak bir gri eşlik ediyordu beyaz duvarlara.
Dersin adı: Edebiyata Giriş. Türk Edebiyatı'nın önemli isimlerini tanımak bağlamında öğrencilerin hazırladığı sunumlar üzerinden yürütülen derste günün ilk yazarı Tomris Uyar. Hocasının yanına masaya sunum yapmak için geçen kız öğrenci heyecanlı olsa da Hoca'nın sakin ve destekleyici tavrı onu rahatlatmakta. Kısa biyografik bir sunumdan sonra, hoca devreye girerek yazarın hikayeciliği üzerine konuşmakta. Daha da çok sınıfa sorular sormakta. Soruları sorularla yanıtlayıp gençlerin akıllarına soru işaretleri bırakmakta. Bütün yazarları okurken eleştirel bakış açısını yitirmeyin uyarısını hal diliyle tekrarlayıp büyük yazarların bahçesinde de ayrık otları olabileceğini hatırlatmakta.
Tomris Uyar'dan Diz Boyu Papatyalar ve Gün dökümü' nü okumadan mezun olmayın bu okuldan diyerek iyi kitaplar listesini kabartmakta.
Sunum yapan öğrencinin alıntıladığı metinleri kelime bazında irdeleyince ders sıradan bir edebiyat dersinden çok daha derin anlamların vurup vurup kaçtığı bir kıyı oluyordu adeta. Hoca kelimelerin gerisindeki gizlere işaret ediyordu “Açık Deniz”edasıyla. "Sıradan insanlar" ibaresinden başlıyordu mesela, kimdir sıradan insanlar deyince ev hanımlarını örnek veriyordu sunum yapan kız. Gülüyordu hoca, ev hanımı dediğin üretime en çok katkısı olan, o rutine katlanırken güler yüzü de sunan o varlık nasıl sıradan olur, asıl odur özgün olan diyerek itiraz ediyordu söylenenlere.
"Dönemin rengi" kelimesini irdeliyordu sonra. Sahi dönem bir nesne midir ki rengi olsun, her devirde her çeşit insan var olduğuna göre nasıl tek bir renge hapsedilir ki zaman diyordu öğrencilerin zihnini eleştirel bakışa taşımak maksadıyla.
Laf olsun diye cümleler yazmayın yazılarda diyordu, "gözlemci edebiyatçı" ifadesinin yanlışlığını vurguladığı cümlenin sonunda. Doğru ya, gözlemci olmayan edebiyatçı yoktu sonuçta.
Kız öğrenci sunumuna devam ediyordu, gülen gözlerle anlatıyordu yazardan okuduğu iki kitabı sınıfa.
Sekizinci Günah'tı biri, akıcı dille yazılmış sekiz öyküden oluşuyordu kitap. En sevdiği öyküyü okudu öğrenci. Sınıfın yorumlarından sonra tekrar hoca girdi devreye ve başladı anlatmaya hayatı, yılların getirdiği bir bilgelikle.
Hayat dedi gözle görülür bir nesne midir, insanın kendi hayatı dışında bir hayat var mıdır? Bir insan öldüğünde, devam mı eder hayat denen olgu diye sordu sınıfa. O noktada bir sürü pencere açıldı zihnimin odalarında. Haklıydı hoca, her insanın aslında bir hayatı vardı ve bu hayat bir başkasınınkini yargılayacak, onunla oyalanacak kadar uzun değildi. İnsan tek sermayesi olan hayatı çar çur etmemeliydi. Kendi hayatının anlamı üzerine kafa yormalıydı ki, hayatını hayat kılabilsindi. İçe kapanmak gerek dedi. Patolojik bir kapanmadan bahsetmese de, büyük eserler veren yazar ve şairlerin hep böylesi bir içe kapanıklığın sonucunda o noktaya geldiklerini örneklerle izah etti.Sadece çevresinin yani başkalarının ilişkileri içinde yaşayan bir insan için nasıl "yaşıyor" denebilir ki diyerek bir aldanma, bir ilizyonun içinde yaşayıp gidiyor, kocaman laflar ediyoruz, niçin bunların hepsi, bir ölüye çıkmak için mi diye sordu sınıfa. Niye bunca sınavlar, işler, koşuşturmacalar, bir tabak yemekle yarım gün doyan bir mide için mi koşuşturuyor bunca insan dedi, ifadelerini güçlendirerek.
Her şeyi bildiğini sanmak, dışa dönük yaşamak kadar boş bir şey var mıydı gerçekten bu dünyada. Bütün büyük fikir adamları doğruyu içe kapanmakta bulmuşsa, hakikat dışarıda değildi demek ki. Acı çekmeden, hayatın anlamı üzerine düşünmeden yazmak hele ki zamana direnen kalıcı eserler bırakmak mümkün değildi. Oğuz Atay gibi büyük yazarlar içte derinleşerek, içe kapanarak yazmışlardı eserlerini. Her şey içten ibaretse içe kapanmak neden kötü olsundu ki!
Yunus Emre'nin, ruh bedende konuktur, yani, bu can bu tende konuktur, bir gün çıkar gider, kafesten kuş uçmuş gibi diye anlattığı hakikat, bize, hayat denen şeyin ruhta gizli olduğunu anlatır diyerek ekledi hoca sözü söze. Problem içe kapanmak da değil, içe kapanamamaktadır. Hayatta fark etmemiz gereken tek gerçek insanın kendisine ve bir başkasına acı vermeden yaşamasıysa bunun için içsel bir yolculuk yapmak gerekmiyor muydu?
Hocayı dinlerken içimde dalgalanan deniz beni kah sahiline atıyordu emniyetin, kah azgın suların soğunda bırakıyordu. Bu arada sunum yapan öğrenci Tomris Uyar'ın Yürekte Bukağı adlı eserinden paylaşımlar yapmaya başlamıştı. Yalın bir dili vardı yazarın.
Ders arasının geldiğini haber veren öğrencinin sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp hava almak için balkona çıktık beraber. Güneş cazibedar ışığını üzerimizde gezdirse de uzun ve sıcak yazın bittiği gün gibi aşikardı. Hatta kış biran önce sahneye atılma telaşındaydı. Ama savrulduğum düşüncelerin yakıcılığı soğuğu algılayışımı bile devre dışı bırakmıştı. Bir sigara içimi durduğumuz balkonda dumanı izledim hüzün dolu bakışlarla. Sanki kaybolup giden ömrümüzün resmini çiziyordu sigara.
İkinci derse öykücü Tomris Uyar'ın eşi Turgut Uyar'dan şiirler okuyarak başladı Hoca. İlk şiir buydu:HİÇSİZLİĞE
Tanrım sen ne kadar güzelsin
Bir hiç olarak
Ormansın belki bilmiyorum
Belki ormanda bir ağaçsın şuncacık
Bir pazartesi günüsün
İnsanları dupduru edemeyen
Bütün karayollarında ve demiryollarında
Gider gelirim bütün dünyada
Ama biliyorum Kırşehir'de mezarsın
Bir kilisesin Kapadokya'da
Sözgelimi yumurtada zarsın
Ustasın sabahları yapmada
En katı yoklukları koyarak insanın içine
Akşam üstlerinde biraz gaddarsın
Sular ve zamanlar kararırken
Ne yapalım
Bari bağışlayalım birbirimizi.
Hiç; Allah demektir, bütün aşkınları aşan, hiçbir idrakin kavrayamayacağı mutlak belirsizliktir. Büyük şair Turgut Uyar bu şiirde o kuşatıcılığı anlatır diyerek kısa bir yorum yaptıktan sonra bu şiiri anlam bakımından da desteklen bir başka şiirdeydi sıra :
ÇOKLUK SENİNDİR
Özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir
özenle ne yapıyorsam bilirsin artık senindir
suya giden bir adam mesela omuzunu eğri tutsa
güneş su ve adamın omzundaki eğrilik senindir
ayağa kalkarsın, adına uygunsun ve haklısın
kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir
kararan dünya, yeni bir güle bir ateş parçasıdır
bir ateş parçasından arta kalan soylu karanlık senindir
bir deneyli geçmişi aldın geldin yeniyi güzel boyadın
ben bilirim sen de bil ilk aydınlık senindir
benim sevdiğim su senin suyunun öz kardeşidir
senin soyunun bıraktığı güçler artık senindir
çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi
her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir
senindir ey sonsuz veren ne varsa hayat gibi
tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir
ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın
aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir.
Turgut Uyar'ın Divan'ını mutlaka okuyorsunuz hatırlatmasından sonra en ünlü ve çok çağrışımlı olan bir başka şiire uğradı yolumuz. Bu şiirin daha ilk mısrası hayatı tanımlardı bana ve dağıtırdı her okuduğumda. Hocadan şiiri dinlerken beni başka dünyalara götüren uzun koridorlar açıldı her vurguda:
GEYİKLİ GECE
Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk
Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak
Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık
Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden
"Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli
Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor
Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır'da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında
Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mi diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı
Ama ne varsa geyikli gecede idiBir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk
"Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ay ışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben"
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
"Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum"
Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.
"Afiyet olsun" dilekleri ile çıktık öğle arasına. Hocanın elinde yine sert bir kahve, sigara... Öğrencilerle birlikte okulun kafeteryasında yemeğimizi yedik, başarısız bu yemekler dedi, bir kaç lokma aldıktan sonra. Çaylarımızı aldık, açık havaya çıktık.
Bugün “Bir güzel susmak geliyordu içimden” ve Hocayı dinliyordum pür dikkat; gerek yok dedi bunca dağılmaya, okumak lazım, daha da çok yaşamak, bak nasıl akıyor zaman, ömür kısa diyerek daldı uzaklara.
Öyle çok, öyle derin ki, "Hangi cebini karıştırsan yalnızlık." (Turgut Uyar) dedi.
Hangimizin öyle değil ki, dedim, bir yerden başla anlatmaya iyi gelir belki.
"Senin de kıyılarını/ elinden aldılar mı" (İbrahim Tenekeci) dedi, uzaklara dikti gözlerini.
Almazlar mı? Bazen kıyılarıma ulaşamadan çaldılar hayallerimi kelimeleri dökülünce dilimden, desene "Biz her çağda kızılderili/ Biz her yerde hep yerdeyiz."( Hüseyin Atlansoy) değil mi?, dedi.
"Nerelisin yeğenim? / Hüzünlüyüm dayı." derdim bir zaman memleketimi sorana, sonra hüzün gelip otağını kurdu kalbimin tam ortasına. "Hüzünceketimin iç cebinde bir tütün yaprağı gibi" (Cafer Turaç)
Benimse "Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile/ Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün."(E. Cansever) dedim.
"Yaşamak deriz -Oh, dear- ne kadar tekdüze." (İ. Özel) dediği gibi şairin, aynı düzlemde gidiyoruz işte, bir hayalin peşinde koca bir aldanmışlık sarmış evrenimizi, sarmalamış bizi gölgeler misali dedi.
“Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana” diyorsun yani diye ilave etti…
Elbette, öyleyse ne gerek var, her şeyi dert etmeye, dedim…
"Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar." Diyebiliriz değil mi dedim acı bir tebessümü iliştirip dudağımın kenarına…
Aynen öyle, her şey sahte…“Korkuların karanlıktan doğmadığını anladım – korkular da yıldızlar gibi – hep oradadırlar ama gün ışığı onları gizler...” dese de Nietzche, korku da bir ezberlenmiş bir replik sadece. Bir dekorda yaşıyoruz, rolümüzü oynuyoruz vakti gelince. Figüranlar gibi girip çıkıyoruz birbirimizin sahnelerine diyerek sığındı sessizliğe.
"Biraz aklınız karışacak galiba efendimiz. Bilmem ki. Karışsın Olric. Bugüne kadar boş bir kağıt gibi temiz kaldı. İyi koruduk uzun süre. Biraz da zorlansın. Saflığını kaybetsin biraz. Aklımız, maceralardan korkmasın biraz. Ne demek biraz? Hiç korkmasın. Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun? Sonra Oblomov gibi erken ölürüz. İyiyi kötüden ayırmasını öğrenmek istiyorum. Uğraştı da beceremedi desinler. Biraz heyecanlanıyorum; bilmediğim, görmediğim hayallerin baskısını hissediyorum, efendimiz. Sizin için korkuyorum. Belki, çok önceden hazırlığa girişmeliydiniz efendimiz. Gülünç olurum diye mi korkuyorsun Olric? Zarar yok, gülünç olalım. Bir yere varalım da ne olursak olalım. İyi aklıma getirdin Olric: Don Kişot'u da almalıyız. Çok iyi niyetli bir ihtiyardır. Aklın macerası önemli Olric. Ben de okumadığım kitaplardan en iyi anlayan insanım bu dünyada."diyor ya TUTUNAMAYANLAR’da Oğuz Atay, gülünç olmak da dahil korkulardan kurtulup yürüyelim hayatın içinde, aşkın izinde dedim bir doz heyecan katıp orta şeker keyfime.
Bak dedi; "Bizim gibiler... Kadın ve erkek fark etmiyor: yapayalnızlar: sizi aşka götüren yolda, kim ve ne olursanız olun, sonsuza dek yapayalnız. Kadınlığınız, erkekliğiniz işe yaramaz. Aşk ya yıkıp geçer ya da sizi yapayalnız bırakır." demiyor mu Selim İleri,Yarın Yapayalnız’da. Haklı değil mi söyle bana diye ısrarla sorunca şiirden bir dal uzattım ona:
Lale Müldür ne diyor biliyorsun: “Ormanda bir kuş hızla dönüyordu. Aşık olduğumuz zaman yürek denen ormanda bir kuş anormal bir hızla döner ve kaçmamız gerektiğini söyler bize çünkü her şey çok fazladır kendi etrafında nefes kesici bir biçimde dönen bir kuş kendini ve etrafındakileri yaralar tehlikedir onun adı… “
Tehlikeden sıyrılmak mı zordur, kendini aşkın sularına bırakmak mı bilinmez ama aşka kapısını aralamalı insan. “Aşkta ölüm gibi habersiz gelir” dese de şair açmayınca gönlünü aşkın frekansına geleni de duymuyor insan, kendini de tanımıyor bir başkasını kendine ayna kılmayınca dedim ümitvar bir tavırla.
“ Her seven Sevilenin boy aynasıdır. Sevmek Sevilenin o aynaya bakmasıdır.” der ya,Özdemir ASAF diye ekleyince, evet tam da bunu demek istemiştim: Bırakmalı insan kendini mutluluğa götürecek sevgiye. Emek vermeli, sevdiklerine, diyorum işte.
“Yorgunum. Açılan her kapının ardında gülümseyen bir yüz arıyorum." (Melek Paşalı) Anlıyor musun beni, yorgunum deyiverince atıldım hemen:
Yorulmak yok…Yürü ve vardığın duraklarda dinlen, konuk ol gönlünü açan talibe ve gülümse, bunca söz bunca kelime işte bu hakikati anlatmak için değil de nedir söyle?, hadi neşelen biraz, gül, gülümse…
"Harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm!" (H. Ergülen) deyince, ne güzel bir mısra bak isteyince oluyormuş geçmek, hüzünden neşeye diyerek gülümsedim yüzüne.
O da gülümsemişken gözlerime, birden bire yüzü bulutlandı, “Korkuyorum yaklaşmaktan, yakınlaşmaktan” diye mırıldandı. “Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür; bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar. Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam: “Bu köprüyü geçip bana gelir misin?” işte o anda artık bunu istemeyiverirsin; sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer; bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. Ama o küçücük köprüyü düşündüğünde, sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşar kalırsın.”( Irvın yalom-köprü) diye ekledi, korkusuna gerekçe gösterircesine.
"Benim harcım değil bir yâr sevmek gizliden." (İsmet Özel) diye de ekledi, şairden ödünç aldığı kelimelerle.
Aşk gizlenemez ki, dedim. Senden başka herkes görür bazen ışığı, insanın kendini görmesini engeller gözünün menziline giremeyen kör noktaları. Bu nedenle bir ayna önünde durmalı insan, yüreğine eş yüreğin sularına kendini bırakmalı…
“Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur." dedi, yüzünde muzip bir gülümsemeyle.
Aşka düşünce baktığın, gördüğün zaten hep o olur. Ve ondan sonra, aşığın kalbi ancak kavuşunca sükun bulur, deyince ben, orada dur bakalım dedi. Aşka geldiyse konu, evvel yükseklerden uçup şimdilerde düze inen gönlümün diyecek sözü çok:
“Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden. İnanırdım saadetli yolculuklara. Adalar var zannederdim güneşli, mavi, dertsiz. Bütün hızımla koşardım dalgalara. O zaman beni görseydiniz.
Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden. Beni o zaman görseydiniz Siz de gelirdiniz peşimden.
Ama simdi şu akşam saatinde Son liman kendim, bu döndüğüm, Bilmiş, bulmuş, anlamış. Hatırımda, bir vakitler güldüğüm. Yoluna can serdiğim o kaçış.
“O günden sonra kuracak güzel bir cümlem olmadı hiç dünya için. Rüyalarım tüller ve silahlardan bu yana sisli. Kıvrılıp giden dargın bir yol, yolda eski bir taş, Limanda bağlı bir tekne, yosunlu bir halat gibi durdum.
Uzağımda açık denizdi o yürüdü gitti. Ben kıyıda ıssız bir ev, ince boğazda gıcırdayan tahta iskele, iskelede bir lastik, az ilerde turuncu bir şamandıra, İçimde kuzeyden bir hatıra aksiyle durgun suya vurdum.”
“Okyanusta ölmez de insan, gider bir kaşık ''sevda'' da boğulur” dedikleri doğru demek ki.
Yine de emek vermeli insan, aşka uğramış gönlü, onu bilmezlere tercih etmeli. Ne diyor Halil Cibran:
“Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız, Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız, Tanrı'nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız, Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun, Ve Tanrısal alemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda, Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın, Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun Sevgi Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehe eğilip içmeyin, Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın, Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın, Çünkü lavtadan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır, Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın, Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan, Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez “.... Bireyliğini kaybetmeden bir olmayı becerebilmeli, başarırsan bunu, dünyada yaşarsın cennet gibi dedim ısrarla.
Hayat bir muamma, bunu unutma dedi, en ciddi, en mütevekkil ifadelerinden birini takıp yüzüne, artık geldiği gibi yaşıyorum, ne sağımdan solumdan esen rüzgara aldırıyorum, ne de neden ben diye soruyorum, sadece seyrediyorum, vardır bunda da bir hayır diyor, gözümü bir sonraki sahneye dikiyorum:
''Şiirler söylenir, şiirler biter Biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da Kahverengi avuçlarına mı gözlerinin Tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa.''
Kısa bir öyküdür hayat Uğruna upuzun acılar çektiğimiz Kısa bir türküdür Bir kez daha söylemek için delirdiğimiz(Yılmaz Odabaşı)” diye söylemiş ya şair, bak ne diyor bir başkası:
“Yüzgörümlüğü selamı gözlerin alır ancak müntehir bir şairin dudaklarından. Düşleri erken çalınan çocukların masalında bir varsın bir yoksun evvel zaman içinde, sol memenin altındaki cevahir, dövüldükçe uslanmayan bir çocuk gözlerin için. Kalbim kendi masalında kendi kahraman bir gladyatördür.
Anla sevgili! Kahraman bir aşkı olmalı insanın, kahraman bir hüznü ve ağlayan bir gözü olmalı. En çok ağlamayı becerebilen bir göz gözdür ve taşan bir pınardan içilen su ab-ı hayat suyudur. Kaldır gözlerindeki demir perdeyi ve gözlerinde demir taraklarla taranmış gövdeleri, aşk ehli raks etsin, cezbeye dursun kalpleri.
Kör olsun ışığa meydan okuyan dağlar, aşka geçit vermeyen demir kör olsun. (Nevzat ONMUŞ)”
İyi diyorsun hatta, Cezmi Ersöz’ün
“Artık şimdi o karanlık denizde
'binlerce hiç kimseyim'
İki karanlık orman birbirini sevse ne olur, sevmese..." dediği noktadasın.
Ve ekliyorsun, "Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan"
Dahası var: Söz Atilla İlhan’ın:
“Hayır sanmayın ki beni unuttular
Hala ara sıra mektupları gelir
Gerçek değildiler birer umuttular
Eski bir şarkı belki bir şiir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir”
Başta söylemiştim sana, dünya sadece bir hayal… Bizi saran, sarmalayan, yıkan, her türlü duygu sanal…
“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar."